"Odyan’ın odysseia’sı olarak okunabilir Lanetli Yıllar. Burada kahraman kahramanca savaşmamış, evinden, yurdundan sürülmüştür. Ortada kahramanlara özgü bir eylemlilik, büyük meydan okumalar değil, tek ama tek bir amaç vardır. Hayatta kalmak, sağ kalmak, en kötü sondan kaçınmak, yüz binlerce insanı öğüten çöllerden, çetelerden, katillerden ve can alıcı haydutlardan mümkün mertebe uzak kalmak, ölüm mekanizmasının dişlilerinden can havliyle kaçınmak. Bütün bunların sonunda sağ kalmaksa mucizevidir."
23 Nisan 2022 20:27
Lanetli Yıllar bana her şeyden çok Yeğern’in bir mikrokozmosu gibi görünüyor. Türlü boyutu, kat kat kabuğu, eziyetin bin bir çeşidi, ölümle dirim arasındaki bir sarkaç gibi gidip gelen envai hali göstermesiyle Felaket’in gerçek bir küçük-evreni. Etkisi en zayıf görünen niteliğinden geliyor; sadeliğinden, bir üst-anlatı kurmaya çalışmakla işinin olmamasından. Yazarının kimliği, ne yaşadığı, nasıl anlattığı, ne zaman, kime hitaben ve hangi şartlarda yazdığı sorularına verdiği yanıtlarla yüz ve de küsur yıl sonra bize o döneme, olaya ve dönemin ve olayın insanına dair çok şey anlatacak bir anahtar metin.
Bu yazıyı okuyanların çoğu muhtemelen Aras’tan basılan Yoldaş Pançuni’nin, Everest’ten çıkan Abdülhamit ve Sherlock Holmes’ların yazarı olarak biliyordur Yervant Odyan’ı, okumadıysa bile adını duymuştur. Sonraları Kor Kitap da onun Ermeni Diasporası kitabını yayımladı. Hemşerimiz, 1869 İstanbul-Yeniköy doğumlu. 1863 tarihli Ermeni Nizamnamesi’ni hazırlayanlardan, daha sonra Mithat Paşa’ya Kanun-ı Esasi’nin yazımında destek olacak Krikor Odyan’ın yeğeni. Ondan önceki kuşaktan Boğos Odyan, Kayseri-Muncusun’dan gelip meşhur Balyanlar’ın yanında saray mimarlığına dek yükselmiş. Babası Osmanlı diplomatı olarak türlü Avrupa şehirlerinde konsolosluk etmiş. Velhasıl, 19. yüzyıl Osmanlı Ermeni crème de la crème’inin üyesi bir aileden Odyan. Ama uluslararası, hatta denizaşırı ticaretle veya sarraflıkla varlık biriktirenlerden değil, bürokrasi, diplomasi, eğitim, yazı çizi yoluyla üst sınıfa ait olanlardan. Böyle olduğu içindir evde, dönemin ünlü Ermeni aydınlarından, yazarlarından ders alarak yetişmesi. Amcasıyla Fransa ve İtalya’da, babasının konsolosluk görevi nedeniyle Romanya’da bulundu. 18’inde ilk yazı ve çevirileri yayımlandı, 20’lerinden itibaren dönemin önemli Ermeni gazeteleri Arevelk, Manzume-i Efkâr, Hayrenik’te yazdı, yazıişlerinde görevler üstlenmeye başladı. 1896’da Taşnakların Osmanlı Bankası baskını ve ardından payitahtta Ermenilere yönelik saldırılar ve sürek avından sonra pek çok kalem arkadaşı gibi İstanbul’u terk etti. Atina, Paris, Londra, nihayet İskenderiye, sonra Bombay, yeniden İskenderiye. Gittiği her yerde yazdı, gazete çıkardı. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla yine pek çokları gibi İstanbul’a döndü. Sonradan bu yılları, Dasnıyergu Dari Bolsen Turs’ta (İstanbul Dışında On İki Yıl) anlatacaktı. Burada Odyan’ın hayatını ya da edebi kariyerini anlatmayacağım. Onun sürekli yazdığını, meseleleri genelde mizah çerçevesinde ele aldığını, Ermenice edebiyatta sivri dilli deha Hagop Baronyan’ın açtığı mizah damarını sürdürüp derinleştirdiğini, Yoldaş Pançuni’den de anlayacağımız üzere, Ermeni devrimcilerin siyaset yapış ve eylem yollarından pek hazzetmediğini, mizahı sivri, zekâsı keskin olsa da siyaseten merkezde durduğunu akılda tutmak şimdilik yeterli.
Solda, 5 Eylül 1912 tarihli Jamanak’ta yayımlanan bir fotoğrafta genç Yervant Odyan. Sağda, Odyan’ın yaşamının İstanbul’dan Uzakta On İki Yıl romanına da konu olan döneminden (1896-1908) bir hatıra. (Soldan sağa: Yervant Odyan, Vağarşag Mesrobyan, Arşag Çobanyan, Yervant Manuelyan, Onnik Karibyan, Paris, Lüksemburg Bahçesi, 1899.)
Odyan, lanetli yılların sonunun geldiğine inanılan bir dönemde, 1919 İstanbulu’nda Jamanak’ta tefrika ettiği Lanetli Yıllar’ı, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde açıyor. İstanbul’da giderek gerilen ve tekinsizleşen ortam; dünün Meşrutiyet’i korumak temelli Ermeni-Türk ittifakının hasmane bir hal almış olmasının yarattığı tedirginlik; İttihatçıların, Ermenileri gelecekleri konusunda büyük kaygıya düşüren, savaşa Almanların safında katılma kararı; Çanakkale’de süren çarpışmaların gidişatının Ermenilerin en kötü sonlara sürüklenme ihtimalini akla düşürdüğü,[1] sonradan haklı çıkacak kaygıların akabinde, nihayet 24 Nisan 1915 gecesi iki yüzden fazla Ermeni aydınının İstanbul’un türlü semtlerinden polis eliyle toplanması.
Odyan dostlarının, arkadaşlarının, tanıdık tanımadık birtakım siyasi veya gayri siyasi kişilerin tutuklandığını, sokakta karşılaştıklarından, konu komşudan, yazıişlerine uğradığında mesai arkadaşlarından duymaya başlar ve bir yandan meselenin özünü anlamaya çalışırken, bir yandan kendi başına gelebileceklerle, tutuklanıp tutuklanmayacağıyla ilgili endişe eder. Bir partiye üye olmadığı için kendisine siyasi bir suçlama yöneltilmeyeceği konusunda içi rahat olsa da, birkaç yıl önce Doğu vilayetlerinde yapılacak Ermeni Reformu görüşmeleri sırasında oynadığı aktif rolle İttihatçıların öfkesini çeken Boğos Nubar Paşa’yla ilgili bir monografi kaleme almış olmasından dolayı huzursuz olur. Bugün biz biliriz, ancak sıranın kendisine gelmesi için bu tür gerekçelere ihtiyaç olmadığının kendisi henüz farkında değildir.
Odyan’ın odysseia’sı olarak okunabilir Lanetli Yıllar. Burada kahraman kahramanca savaşmamış, evinden, yurdundan sürülmüştür. Ortada kahramanlara özgü bir eylemlilik, büyük meydan okumalar değil, tek ama tek bir amaç vardır. Hayatta kalmak, sağ kalmak, en kötü sondan kaçınmak, yüz binlerce insanı öğüten çöllerden, çetelerden, katillerden ve can alıcı haydutlardan mümkün mertebe uzak kalmak, ölüm mekanizmasının dişlilerinden can havliyle kaçınmak. Bütün bunların sonunda sağ kalmaksa mucizevidir.
24 Nisan’daki tutuklama listesinde olup olmadığını bugün de bilmiyoruz. Kalem arkadaşlarının pek çoğu o gece alınmıştır ama o kritik anda ona dokunulmaz. Belki de çokça yapılan hatalardan biri yapılmış, Odyan sehven pas geçilmiştir. Bu sayede ortalıktan kaybolmak için süre kazanır. Taşrada olanlara dair haber alınamayan, sadece birtakım şayiaların dolandığı, havada ünlemlerin ve soru işaretlerinin asılı olduğu haftalarda bir arkadaşının evine sığınır, ama bir süre sonra ortalığın nispeten durulduğunu düşünüp annesiyle beraber yaşadığı Şişli’deki evine, hatta gazete bürosuna döner ve çok geçmeden, ağustos ayında tutuklanır. Bu dört aylık gecikme, yıllar önce Sultan Abdülhamit’in suikasttan kurtulmasını sağlayan o meşhur “an-ı teehhür”ü hatırlatırcasına, belki de onun hayatta kalmasını sağlamıştır. Çünkü belli ki İstanbullu Ermeni aydınlar arasında katledilmesi planlananlar toplanıp gözden uzakta, Anadolu içlerinde yok edilirken, onun hâlâ İstanbul’da olması kronolojik bir kırılma yaratır, bu da o an için tanrıların bir lütfudur. İstanbul resmî olarak tehcir dışında tutulduğundan, Odyan Ağustos 1915’te tutuklandığında hukuken ve siyasi olarak ne bir elebaşı, ne sıradan “sürgün”dür. Bu iki arada bir deredelik yolculuğu boyu devam edecek, devlet görevlileri çoğu zaman onun ne yapılacağını bilemeyecek, İstanbul, İzmit, Konya, Pozantı, Gülek, Halep, Hama, Der Zor diye diye aylar ve yıllar içinde yola devam etse de ölüm makinesinin mesaide olduğu anlara sanki hep biraz geç kalacak, böylece kıl payı kurtulacak, Varujan gibi, Siamanto gibi, Tılgadıntsi gibi, Zohrab gibi, Sevag gibi bir zoh, yani bir şehit değil, bir şahit olacaktır. İşte Lanetli Yıllar bu şahadetin hikâyesidir. Cehennemin kapısından içeri girmiş, onun gözüne gözüne bakmış, ama hangi hikmetle bilinmez, oradan geri dönmüş tanığın tanıklığı.
Odyan sadece sürgünü geciktiği ve bu da onun tehcirdeki “statü”sünü muallakta bıraktığı için şanslı değildir; aynı zamanda, olduğu kişi, Yervant Odyan olduğu için, pek çok Ermeni’nin tanıdığı, bildiği, sevip saydığı bir yazar olduğu için de şanslıdır. Öyle olduğu içindir ki, Konya’da, Ereğli’de, Mersin’de, Pozantı’da, gittiği her kasaba ve şehirde birilerinden, onu şahsen tanıyan, şahsen tanımasa da kim olduğunu bilen, belki yazdıklarını okumuş ve kapağı bir yerlere atıp kendini ölüm karşısında iyi kötü güvence altına almış Ermenilerden yardım görür. En kötü ihtimalle, beraber sürgün edildiği insanların imkânlarından yararlanır, onlarla para, yiyecek veya kalacakları yeri paylaşır. Onun içindir ki, misal, o zamanlar genç bir rahip olan,Yeğern’den sonra savrulduğu Arjantin’den memlekete dönüp kırk beş yıl sonra İstanbul Ermeni Patriği olacak Trabzonlu Karekin Haçaduryan onu çadırında ağırlayıp sonrasında kendisi ve ailesiyle beraber yolculuk etmesini sağlar; onun içindir ki, Tarsus’ta büyük bir un fabrikaları olan ve orduya un sağladıkları için sürül(e)meyen Şalvarcıyan kardeşlerden yardım görür (tehcir günlerinden ondan bize kalan birkaç kare de, fotoğrafa meraklı Aram Şalvarcıyan sayesinde olur, böylece 1915’te Odyan’ın halini gözümüzün önüne getirebilmemiz için hayal kurmamıza gerek kalmaz).
Yervant Odyan, Aram Şalvarcıyan ve Aram Andonyan 1915 sonbaharında Tarsus'ta.
Kendisi de şanslı olduğunu bilir ve bunu kitabın sonunda, bütün metinden farklı bir tonda yazdığı sonsözünde söylemeden yapamaz.
“...(B)aşımdan geçen türlü belaya rağmen en şanslı sürgünlerden biri oldum. Diğerleri, kadınıyla erkeğiyle, benden çok ama çok daha fazla eziyet ve ıstırap çektiler.
Acının ve sefaletin en uç noktasını görenler kalabalık ailelerdi. Çocuklarının veya anne babalarının ölümünü, ıssız yollarda kızlarının kaçırıldığını veya gözlerinin önünde, çadırlar altında tecavüze uğradığını, haydutların talanını, polislerin soygununu, hastalığı, açlığı, susuzluğu, eziyetin bütün şekillerini gördüler.
Ben tek başımaydım, düşünmem gereken sadece kendimdim. Yanımda soygundan korkmama sebep olacak veya polislerin iştahını kabartacak ne eşyam ne de param vardı. Aksine, her zaman her yerde tanıdık tanımadık birileri adımı duyunca beni buyur etmeye koşuyor ve elinden gelen yardımı esirgemiyordu.” (s. 361)
Bu satırlarda dikkat çekici birkaç şey var. Öncelikle Odyan, olan bitenden kitap boyunca belki de hiç bahsetmediği bir açıklıkla bahseder bu son sayfada. Ölümün, soygunun, tecavüzün, hastalığın, yokluğun, eziyetin adını koyar, insan hayatının nasıl karartıldığını birkaç cümleyle gösterir. Metin, daha doğrusu tefrika boyunca bundan genellikle kaçınmış, duygusallığa neredeyse hiç düşmemiş, okurun hislerini manipüle etmeye hiç tenezzül etmemiştir. Soğukkanlı, neredeyse duygusuz bir anlatıcı gibidir. Dili de sade, basit, kendi deyişiyle “işlenmemiş”tir.[2] Bu tutumda belki bir tür apati hali etkindir, çok büyük olasılıkla da Türkçeye daha ziyade Marc Nichanian’ın yazdıkları aracılığıyla taşınan “felaketin anlatılamazlığı” devrededir.
Bu ihtimallere şunu da eklemek isterim. Odyan soğukkanlılıkla, duyguları işin içine katmadan yazar, çünkü Lanetli Yıllar’ı ölümlerden döndükten, Mütareke İstanbulu’nda, cinayet emrini verenler ülkeyi terk etmek zorunda kaldıktan sonra, her ayrıntısıyla bilinmese de olanın olduğuna kimsenin şüphe duymadığı bir zamanda tefrika etmektedir. Bir şey ispatlama kaygısı yoktur. Derdi kanıt göstermek değildir. Gerçi İttihatçılar 1917’de, savaşın akıbetinin kendileri adına pek hayırhah olmadığını gördüklerinde bir Beyaz Kitap[3] çıkarmış, bugün halen aynı damardan devam eden ihanetettilerarkadanhançerledilerbizyapmadıkonlaryaptı amentüsüyle katliamların suçunu katledilene yüklemeye daha o günden başlamışlardı ama imparatorluğu soktukları geri dönüşsüz yolun ve belki de “Ermeni fecaati”nin utancıyla, cürmün işlendiği anda başlattıkları inkâr henüz taraftar bulmamış, kökleşmemişti. Odyan’ın da muradı, olanın olduğunu, olduğuna inanmayanlara, gerçeği reddedenlere, onları ikna etmek üzere anlatmak değil, sadece hikâye etmektir. Ayrıntısını bilmeyenlere, merak edenlere, haberleri kulaktan kulağa yayılan dehşetin gerçekten yaşanmış olabileceğine inanmakta güçlük çekenlere. Buna rağmen fazla tafsilat vermek istemez, bunu da, misal Hama’da olduğu dönemi anlattığı sayfalarda açık açık söyler.
“Der Zor’dan kaçanlar yavaş yavaş geliyor ve bize kıyımın ayrıntılarını anlatıyorlardı. Anlattıkları ise hepimizi titretiyordu. Vahşetin bu dereceye ulaşabileceğini hayal etmek imkânsızdı.
Her sahnesiyle ayrıntılı olarak yazılmış olan o hikâyeleri burada tekrarlamak istemiyorum." (s. 157)
Ancak yine sonsözde onu çok yaralayan bir husus daha vardır. Zaten bu birkaç paragrafın farklı bir hassasiyetle yazılması da bu yarayla ilgilidir. İstanbul’da yaşayan Ermeniler arasında yazdıklarının abartılı olduğunu düşünenler olmuştur. Korkunç şeyler yaşandığını bilseler de kendileri tehcir edilmemiş, topluluk olarak yerinde kalmış, ‘Büyük Savaş’ın o kara günleri geçince de normal hayatlarına dönmeye başlamış İstanbullu Ermenilerin şüpheciliği karşısında Odyan yine kısa ve öz ifade eder derdini:
“(G)erçek o kadar korkunçtu ki, bazıları yazdıklarımda abartılar olduğunu sandı. Sürgünün eziyetini çekip sağ kalabilenlerse gerçeği asla abartmadığımı bilirler.” (s. 361)
Burada, merkezdeki Ermenilerle taşradakiler arasındaki algı farklılığı açığa çıkar. “Bu dereceye ulaşabileceğini hayal etme[nin] imkânsız” olduğu vahşetle ve genel olarak o lanetli yıllarla ilgili deneyim İstanbul’dakilerle taşradakiler açısından birbirinden o kadar farklıdır ki, Odyan dahi kendini “Her şeyden önce gerçeği hikâye etmeyi, hiçbir doğruyu saptırmamayı ve hiçbir olayı abartmamayı istedim” diye açıklamak zorunda hisseder. Şahidin şahitliğinden şüphe edilmesinin başlangıç noktası belki de buralardadır, daha birinci dakikada, ortada henüz Soykırım kavramı dahi yokken. Yaşanan, hukuken ya da siyaseten nasıl tanımlanıp tanımlanmayacağından bağımsız olarak tahayyül sınırlarını aşmaktadır ve böyle olduğu için de tanık savunmaya geçmektedir. Oysa ölseydi kurban olacak ve kanıtı kendi canı, daha doğrusu kendi cansızlığı, yokluğu olacaktı. Felaket’i anlatmanın imkânsızlığı bu çıkışsızlıktadır. Tanık hayattadır ama anlattıklarından şüphe edilir, kanıt ise ölmüştür.
Odyan’ın dolaysız aracılığı sayesinde okuru olarak biz de Yeğern’in türlü yönlerine tanık oluruz. Her tarihsel olayın, bu arada her soykırımın biricikliğini oluşturacak türden ara tonlardır bunlar. Odyan’ın yol boyunca gittiği, kaldığı, gecelediği her yerde daha ileriye ya da olduğu yerden daha kötü bir yere gitmemek –bunu ölümün daha mukadder olduğu bir yer diye okumalıyız– için çırpınması; bir verabroğ, yani bir survivor olmak, hayatta kalmak için, ilan edilmemiş sessiz bir direnişi –çünkü başka türlüsü, sesli olanı ölüm anlamına gelir– her an her saniye eteğe kemiğe büründürmesi; bunu başarmaya yaklaştığı, bir yerde tutunabildiği her seferinde muhakkak bir polisin, bir jandarmanın, bir subayın, bir devlet memurunun, hatta bir Ermeni ajanın çıkıp onu nispeten güvenli o bölgeden atarak ölümcül diyarlara doğru püskürtmesi; memurların yozlaşmışlığı, para için, bir metelik daha fazlası için yapmayacaklarının olmaması (özellikle cezaevine düştüğü sayısız seferin bazılarında karşısına iyi kalpli bir memurun çıktığı da olur); paranın yanında kadınların da, hem tecavüz edilerek hem de Türk, Arap, Kürt haremlerine katılmak üzere, tehcir ekonomisinin önemli bir parçası haline getirilmesi; sürülenlerin, onca eziyet görmenin üstüne –kimi zaman bir hayvan, kimi zaman bir at arabası, kimi zaman hayvan taşıyan bir tren vagonu olan– nakil araçlarının ücretini ve hatta onları bir yerden alıp başka bir yere, ölüme giden bir başka menzile götüren görevlilerin günlük harcırahını ve yol paralarını ceplerinden ödemek zorunda olması; Arap aşiretlerle birlikte çölde geçirilen zamana dair başka yerde benzerine rastlanmayacak ayrıntılar; bütün bu karabasanın ortasında dahi Odyan’ın kimi zaman çok sevdiği rakısını içecek, bir yerlerden nargile tüttürecek, kimi zaman biriyle tavla oynayacak fırsatı bulması ve okurun dikkatini çekebilecek daha nice irili ufaklı olay, bizi yazarın, onun şahsında da tüm sürgünlerin hikâyesine yakınlaştırır.
Odyan memurların ya da halktan insanların işledikleri suçları, kötü muameleyi Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Çeçen olsun ayrım gözetmeden, gene aynı soğukkanlılıkla aktarır. Ne var ki, yaşadıklarının onu İstanbul’daki hayatına ve orada birlikte yaşadığı Türklerle ilgili keskin bir duygusal kopuşa götürdüğünü görürüz. O güne kadar, yani kırk sekiz yaşına dek radikal bir siyasi tavır içinde olmamış, “Ermeni ihaneti”nin taşıyıcısı olarak görülen devrimci partilere hep mesafeli durmuş, hatta onlarla çatışmış, o meşhur “sadık” Ermeni profiline rahatça uyabilecek bir yazar olarak artık Türklerle yaşamak istemez. Bunun için doğduğu ve sevdiği şehirden, İstanbul’dan uzaklaşmayı ve oraya bir daha dönmemeyi göze alır. Örneğin, Ereğli’de bir arkadaşından yardım isterken şunları söyler:
“Evet ama gizlenmek için para lazım ve benim sadece iki-üç liram var. Hem sana bir şey söyleyeyim mi, ben artık İstanbul’dan da Türklerden de bıktım, Arapların arasına gitmeyi tercih ederim. Kim bilir, belki de Mısır’a kaçmayı başarırım.” (s. 98; vurgu benim.)
Mısır’ın Odyan’ın Abdülhamit dönemindeki on iki yıllık sürgününün ana konağı olduğunu hatırlayalım. Yani bu, öfkeyle söylenmiş bir söz değil, İstanbul’u ve Kahire’yi –veya İskenderiye’yi– ve Türklerle ve Araplarla yaşamanın ne olduğunu bilen bir adamın kökten ve de kökünden kopuşudur. Dönem bu fikirleri, hatta daha ötesini ifade etmek için uygundur, çünkü özellikle Mütareke’nin ilk iki-üç yılında, artık Ermenistan hayali bile gerçeğe dönüşebilir görünmektedir. Odyan, Tarsus’tan geçtiği bölümde, bu kez sonradan yaşayacağı yer olarak, tarihinde Ermenilerin de önemli izler bıraktığı bu kenti gözüne kestirir. İstanbul’da kalmamak artık kesin karar gibidir.
“İstanbul’a gönderdiğim telgrafın cevabı birkaç gün içinde geldi. Gönderilen parayı tahsil için ilk kez Tarsus’a gittim. Tarsus veya eski adıyla Darson, İsa’nın havarisi Pavlus’un doğum yeri, Güntos [Tarsus] ırmağının kıyısında, bahçelerle çevrili sevimli bir şehirdi. Uzakta, Ermeni hatıralarıyla dolu Lampron [Bolkar] Dağları görünmekteydi. Tarsus Ermenileri hava tebdili için genellikle bu dağlara giderlerdi. Orta halli her ailenin Lampron’da bahçesi ve yazlığı vardır. Umduğumuz ve inandığımız üzere, eğer Kilikya bağımsız Ermenistan’la birleşirse, Tarsus’a yerleşip orada yaşamayı tercih ederim.” (s. 109)
Amcası Osmanlı Anayasası’nın yazılmasına katkıda bulunmuş, dedesi başkentin en güzel yapılarını inşa etmiş ama Abdülhamit dönemi katliamlarını, on iki yıl sürgünlüğü görmüş, Meşrutiyet’le beraber bir umut döndüğü evinden de sürgün edilmiş ve katliamları, açlığı, sefaleti, tecavüzleri ve insan tahayyülünü aşan nice kötülüğü yaşamış birinin doğal insani tepkisidir bu. Ne var ki umulan ve inanılan gerçekleşmeyecek, ne bağımsız Ermenistan yaşayabilecek, ne Kilikya onunla birleşebilecek, Odyan 1922’den sonra Anadolu’daki askerî ve siyasi gerçekliğin değişmesi üzerine bir kez daha göç yoluna düşecek ve 1926’da, elli yedi yaşında Kahire’de ölüp orada gömülecektir.
Odyan’ın Kahire’deki anıt mezarı.
Odyan metin boyunca hep olduğu gibi bu kopuşun duygusal arka planı hakkında da ketumdur. Kimi zaman korku, kimi zaman yılgınlığı ifade eder etmesine, ama özellikle acı, keder, elem hakkında nadiren kalem oynatır. Onun o günlerdeki duygu durumuna dair değerli bir kaydı, bir başka önemli yazarın, Antranik Dzarugyan’ın “tanıklığı”nda buluruz. Dzarugyan’ın aktardığı ve Odyan’ın suskunluğunu bir başkasının, hem de bir çocuğun gözünden anlatan bu sahne, Lanetli Yıllar okunurken mutlaka akılda tutulması gereken tamamlayıcı bir parça gibidir.
1913’te Sivas, Gürün’de doğan Dzarugyan o lanetli yıllarda babasını kaybetti, ancak annesiyle birlikte bir şekilde Halep’te hayata tutunmayı başardılar. Orada yetimhanede kaldığı yılları anlattığı Çocukluğu Olmayan Adamlar, bütün bir yetim kuşağın hikâyesini simgeler. Çocukların bir yandan acılı, bir yandan onları esirgeyip yeni bir hayata hazırlayan zorlu koşullarından bahsettiği bu kitap, yaşananları bir çocuğu gözünden aktarmasıyla özel olduğu kadar, herhalde yüz binlerce insanın deneyimine ve ruh hallerine karşılık geldiği içindir ki, sonraki yıllar boyunca dünyanın dört bir tarafına dağılmış Ermeniler arasında en çok okunan kitap olmuştur.[4]
Orada, küçük Antranik’in ağzından dinlediğimiz, herhalde 1918’de, Ermenilerin evlerine dönmeye başladığı zamanlarda Halep’teki o yetimhanede yaşanmış bir olaydır. Çocuklara bir kutlama yapılacağı, hediyeler alacakları, bütün bunların da “dışarıdan, başka bir şehirden gelen bir hayırsever” sayesinde olduğu söylenir. Ziyaretçinin “meşhur biri olduğu, birçok kitap yazdığı, hep güldüğü ve güldürdüğü” anlatılır ve “bu özelliği gizli hayırseveri [çocukların gözünde] bir kat daha sempatik kılar”. Derken beklenen gün gelir, “siyahlar giyinmiş” konuk, yetimhaneyi yöneten ve çocukların Hayrig, yani “Baba” diye andığı adamla birlikte yüzlerce çocuğun karşısında yerini alır. İlk sözü alan Hayrig konuk hakkında çocukların “hiç anlamadığı” laflar eder ve ardından büyük sınıflardan çocukların şiirler okuyup şarkılar söylediği bir tören başlar. Yüzlerce yetim, çıt çıkarmadan, bu faslın bitip konuğun konuşmasını ve onları güldürmesini beklemektedir. Şiirler ve şarkılar biter, Hayrig konuğu konuşma yapması için sahneye davet eder, konuk sıkıntıyla reddeder, Hayrig üsteler ve nihayet “binbir güçlükle konuğu ayağa kaldırmayı başarırlar”. Alkış kopar ve sonra gene sessizlik; herkes olacakları pürdikkat izlemektedir.
“Masadan biraz uzaklaştı, sahnede iki adım ilerledi, mendiliyle alnını ve ensesini sildi. Mendilini cebine koydu, kollarını öne sarkıttı, parmaklarını birbirine kenetledi, avuçları yere bakıyordu. (…) Kafası aynı Hayrig’inki gibi saçsız ve parlaktı. Kocaman, sivri bir burnu vardı.
Konuşsun, gülsün ve güldürsün diye bekliyorduk. Ağzını açar açmaz gülmeye hazırdık. Hep gülen bu adama hayalimizde neler neler yakıştırmıştık. Oysa karşımızda ciddi ve düşüncelere dalmış bir adam vardı; tıpkı Hayrig gibi siyahlara bürünmüştü. Burnu da olmasa tam bir hayal kırıklığıydı. Biz küçüklerin dikkati adamın burnunda, bize vaat edilmiş eğlenceyi bulabileceğimiz yegâne noktada toplanmıştı.
Uzunca ve ıstıraplı bir çabanın ardından nihayet adam ağzını açtı.
‘Çocuklar… yetimler…’
Tekrar sustu. Ellerini çözdü, mendilini tekrar çıkardı, göğe baktı, dönüp yerine oturmak istedi, ancak Hayrig izin vermedi. En küçükler gülünecek bir şey olduğunu ve gülünmesi gerektiğini zannedip gülmeye başladılar. Ancak mayriglerin [çocukların bakımını üstlenen “anneler”] asık suratını görünce ânında gülmeyi kestiler.
Konuk ikinci kez, bu sefer biraz daha yüksek sesle konuşmayı denedi.
‘Yetimler, sizi çok seviyorum…’
Tek bir kelime daha etmedi. Dönüp yerine oturdu ve mendilini gözlerine bastırdı. Hayrig bu defa üstelemedi. Büyük kızlardan Oyrort Zabel’i tekrar şarkı söylemek üzere sahneye çağırdı.
(…) Peki konuğa ne demeli? Gülecek dediler gülmedi, güldürecek dediler güldürmedi. Ama iyi adamdı doğrusu. Ağladı ve hepimizi ağlattı.”
Dzarugyan daha sonra ilkokuldayken karşılaşır yüzlerce çocuğu hayal kırıklığına uğratan o koca burunlu adamla. Eski bir yıllığı karıştırırken fotoğrafını gördüğü Odyan’ı birkaç yıl öncesinden çıkarır:
“Bugün, yazdığı tüm kitapları okuduktan, eserlerini, kıymetini, sanatını kavradıktan sonra, neden konuşamayıp sadece ağladığını anlıyorum. Der Zor’dan yeni dönmüş, büyük çile çekmiş Ermeni bir yazar kendi soyundan binlerce yetime ne söyleyebilirdi? Her bahar, Fırat’ın azgın sularının ana babalarının kemiklerini parça parça kıyıya attığını gören o yetimlere…”[5]
Lanetli Yıllar, beyaz sayfaları üzerinde kara mürekkebin yazdıkları kadar, yazarının, Odyan’ın anlatamadıklarını da anlatır, söyleyemediklerini de söyler. Anlamak, dinlemek isteyene tabii.
•
NOTLAR:
[1] Şöyle yazıyor Odyan: “Türkler Ermenilerin hangi tarafa sempati duyduğunu biliyor, bu da onları öfkelendiriyordu. Bir gün Karagöz şöyle yazdı: “Eğer savaşın gidişatını anlamak istiyorsanız Ermenilerin yüzüne bakın. Eğer Ermenilerin yüzü gülüyorsa, demek ki Fransızlar ve Ruslar kazanıyor; yok eğer suratları asıksa, emin olun ki kazanan taraf Almanlardır.” (Lanetli Yıllar, s. 99)
[2] Ermenicesiyle “ankhınam”; Lanetli Yıllar’ın sunuşunda eleştirmen Krikor Beledian bu “işlenmemişlik” mevzuunu ve metnin bütününü etraflıca tartışıyor.
[3] Tam adı, Ermeni Komitelerinin Âmâl ve Harekât-ı İhtilaliyesi.
[4] Antranik Dzarugyan, Çocukluğu Olmayan Adamlar, Ermeniceden çeviren: Klemans Zakaryan Çelik, İstanbul: Aras, 2016, 2021.
[5] Çocukluğu Olmayan Adamlar, s. 67-68.
GİRİŞ RESMİ:
Yervant Odyan, sürgünden döndükten sonra İstanbul’da.