Özgürce yazmak için kişiliğine alan açmaya çalışan Elena Ferrante'nin kimliğine ait gizemin medya ve okuyucular açısından bu kadar büyüleyici bir “olay” hâline getirilmesi nasıl açıklanabilir...
22 Eylül 2016 13:02
“Çağdaş kültürdeki edebiyat imgesi despotça yazarın kişiliğine, yaşamöyküsüne, beğenilerine ve tutkularına odaklanmıştır” – Roland Barthes, Yazarın Ölümü
“Ölümsüzlüğü yaratmakla yükümlü bir metin, öldürme hakkına erişir ve nihayetinde yazarının katili olur.” – Michel Foucault, Yazar Nedir?
Çağdaş kurmacanın gözde yazarlarından Elena Ferrante, yazdığı “Napoli Romanları” serisi kadar, “yazar kimliği” ile de son zamanlarda önemli bir “edebiyat olayı”nın öznesi hâline geldi. Kitapların, yazıldıktan sonra yazarlarına ihtiyaçları olmadığına inanan ve yirmi beş yıldır kitaplarını müstear “Elena Ferrante” ismiyle yayımlayan yazarın kimliği, özellikle “Napoli Romanları” adını verdiği dört kitaplık serinin Anglosakson edebiyat dünyasındaki başarısı sonrasında, bir hayli sorgulanır oldu. Hatta bu sorgulama öyle bir boyuta erişti ki, yazılan eleştiri yazılarının ve Ferrante ile yapılan “nadir” söyleşilerin ana konusu, hemen her zaman yazarın kimliği ve müstear isim kullanması tercihine yoğunlaştı.
İlk kitabı Belalı Aşk'ın yayımlandığı 1991 yılında yayıncısına gönderdiği mektupta, kitabın tanıtımıyla ilgili ne yapacağı sorusuna, “Hiçbir şey” yanıtını veren Ferrante; okurunun karşısına çıkmayacağını, yüz yüze herhangi bir söyleşi vermeyeceğini, kendisine ödül verilmesi durumunda ödülü almaya gitmeyeceğini, kitapla ilgili elinden gelen her şeyi hâlihazırda yapmış, yani onu yazmış olduğunu ve kitabın bir değeri varsa, kendi değerini ve okuyucusunu kendinin bulması gerektiğini yazıyordu. Aradan geçen zaman içerisinde Ferrante’nin romanları okuyucusunu buldu, ancak görünen o ki çağdaş kültürün “genel okur kitlesi” ve medya, sadece eseri değil yazarını da okumak, tanımak, tüketmek konusunda ayak diremekte. Peki, bugün geldiğimiz noktada; göz önünde olmaktan imtina eden, “namevcudiyet”i ile yazar kimliğinin değil yazdıklarının ön planda olmasını isteyen, özgürce yazmak için kişiliğine alan açmaya çalışan bir yazarın kimliğine ait gizemin medya ve okuyucular açısından bu kadar büyüleyici bir “olay” hâline getirilmesi nasıl açıklanabilir?
Ferrante 2006 yılında, yani henüz Napoli Romanları serisi yayımlanmadan önce, La Republicca’ya verdiği söyleşide kimliğini gizlemesi kararından pişman olup olmadığı sorulduğunda, ilk kitabının yayımlanması ile birlikte kendisini bir “yazarlık kariyeri”ne mecbur hissetmemek ve yazarlığı ile yaşantısını ayrı tutmak arzusu ile bu kararı verdiğini belirterek, “okumayı sevenler için; yazar, bir isimden ibarettir” diyordui. Yine aynı söyleşide, yazarın kimliğini arka planda tutmak istemesine rağmen, yazdığı romanların sıklıkla yazarlık kimliğinin gölgesinde kalmasından rahatsız olup olmadığı sorusuna ise; bu durumdan elbette rahatsız olduğunu, öte yandan bu durumun medyanın edebiyat ile ne kadar ilgilen(me)diğini gösterdiğini ve söz konusu söyleşide bile kendisine sürekli kimliği, gözlerden uzak olma kararı ile ilgili sorular sorulduğunu biraz da iğneleyici bir üslupla dile getiriyordu Ferrante.
Bu söyleşiden yıllar sonra kimliğinin yazarlığının önüne geçmesi sorununu, Yasemin Çongar da Ferrante ile yaptığı söyleşide gündeme getirdiii. Yazarın verdiği cevapta da altını çizdiği gibi, aslında bu tercihin son yıllarda yazarın kimliğinin üzerinde oluşturulan hâle ile pek bir bağı bulunmuyor, zira bu, medyanın ve genel okur kitlesinin edebiyata bakışı ile alâkalı bir durum. Çünkü “Yazarın Ölümü”nü ilan eden Roland Barthes’ın da dediği gibi; “Çağdaş kültürdeki edebiyat imgesi despotça yazarın kişiliğine, yaşamöyküsüne, beğenilerine ve tutkularına odaklanmıştır.”iii
Barthes, ilk olarak 1967 yılında yayımlanan “Yazarın Ölümü” adlı metninde, bir anlamda “eleştirinin eleştirisi”ni yaparak şöyle der; “eleştiri hâlâ büyük ölçüde, Baudelaire’in eserlerini ele alırken bir insan olarak Baudelaire’in başarısızlığından, Van Gogh’un deliliğinden, Çaykovski’nin günahından söz etmekten ibarettir: sanki kurmacanın iyi kötü şeffaf alegorisiyle “sır”larını ifşa eden eserdeki sesle yazarınki birmiş gibi, eserin açıklaması her zaman onu üreten kişide aranmıştır.” Oysa yazının başladığı yerde yazarın kendi ölümüne adım attığını dile getiren Barthes için bu tutum kabul edilemez. Zira yazarı, toplum tarafından üretilmiş “modern bir figür” olarak gören Barthes; yazarı metinden ayırdığımızda okura itibarının iade edileceğini düşünür. “Yazar” (author/auteur) ile “yazman” (scripteur) arasında ayrım yapan Barthes, şu iddiada bulunur: “dilbilimsel olarak Yazar asla yazan birinden öte bir şey değildir, tıpkı benin, ben diyenden öte bir şey olmaması gibi.”
Barthes der ki: “Bir metne Yazar atamak o metne kilit vurmaktır, onu nihai bir gösterilene/kavrama mahkûm etmektir, yazıyı kapatmaktır.” Medyanın ve genel okur kitlesinin bugün de kuvvetle inandığı şekilde; “Yazar bulunduğunda, metin “açıklanır”: eleştirmen zafer kazanır; tarihsel olarak Yazar’ın saltanatının aynı zamanda Eleştirmen’in saltanatı olagelmesi hiç şaşırtıcı değildir, ama artık bu eleştiri (yeni eleştiri ekolleri ile) Yazar’ıyla birlikte devrilmektedir.” Böylece Barthes, çağdaş edebiyatın bu sıkışmışlığından kurtulmanın yolunu yazarı öldürmekte bulur. Zira “okurun doğuşunun bedeli Yazar’ın ölümü olmalıdır.” Barthes’ın düşüncesine göre “yazarın ortadan kaldırılması, modern metni baştan aşağı dönüştürür.” Metin yazarından bağımsızlaştığında, okurun özgürlük alanı açılır. Daha açık bir ifadeyle okurun özgürleşmesinin ve metni kendi başına anlamlandırabilmesinin yolu, yazarın gölgesinin metnin üzerinden kalkması ya da kaldırılmasından geçer.
Elena Ferrante’nin anonim kalma tercihinin bir anlamda Barthes’ın teorisinin uygulamaya konmuş hâli olduğu söylenebilir mi? Yazarın kendi ölümüne gerek duymaksızın kendini öldürmesi midir Ferrante’nin yaptığı? Belki de... Öte yandan, Ferrante’nin yazar olarak “namevcudiyet”i karşısında “kim”liğinin popülerliği; Barthes’ın teorisinin ve Ferrante’nin tercihinin çağdaş edebiyat karşısındaki naifliğini de göstermez mi? Bu durumda, bir yazar olarak kendini ve eserlerini özgür bırakmak isteyen Ferrante’nin, Barthes’ın yıllar önce yakındığı “çağdaş kültürdeki edebiyat imgesinin despotluğu”na direnmesi nasıl mümkün olabilir? Okuma ve eleştiride, artık yazarın “kim”liğinden ziyade “ne”liğine odaklanmanın vakti gelmiştir belki de...
Foucault, “yazar işlevi”ni ele aldığı konferansta ve sonrasında yayınlanan “Yazar Nedir?” adlı makalede, Oğuz Tecimen’in de altını çizdiği üzere, bir anlamda Barthes’a üstü kapalı bir cevap verir. “Ölümsüzlüğü yaratmakla yükümlü bir metin, öldürme hakkına erişir ve nihayetinde yazarının katili olur” diyen Foucault; özetle “yazarın işlevi”nin bir “söylem özelliği” olarak görülmesi gerektiğini belirtiriv.
Foucault; yazarın bireysel özelliklerinin tümden silinmesinde, ölüm ile yazmak arasındaki ilişkiyi bulabileceğimizi söyler ve bu ilişkinin yazar ile metin arasındaki karşılaşmanın doğal bir sonucu olduğunu ekler. “Eğer bugün yazarı tanımak istiyorsak” der Foucault, “onu, yokluğu aracılığıyla ve yazarın ölüm ile kurduğu bağda bulabiliriz. Ki bu bağ, yazarın kendi yazdığının kurbanı olmasını ifade eder.” Foucault’ya göre, eleştirinin görevinin yazar ile metni arasındaki ilişkiyi yeniden tesis etmek ya da yazarın düşüncelerinin ve tecrübesinin yeniden kurulması olmadığının anlaşılmış olması gerekir. Zira eleştiri; dikkatini metnin yapısına, inşa biçimlerine yani metne haiz olan değere ve metnin iç ilişkilerine odaklamalıdır. Yani yazar, bir tür “söylem” olarak ya da “söylemi ileten” olarak önemlidir. Ancak asıl olan yazarın “kim”liği değil, metinde “ne” yaptığıdır.
Bir kavram olarak “yazı”nın; yazarına atıf yapmak yerine, “yazarın yokluğu” sonucunda ortada kalan boşluğun göstergesi olduğuna vurgu yapan Foucault, bugün kullanıldığı anlamıyla “yazı” kavramınınsa tam tersine yazarın görgül özelliklerine odaklanarak “yazar”ı aşkın bir anonimliğe ittiğini ifade eder. Yazarın varlığının ve yazar isminin bir sınıflandırma ölçütü olarak kullanılmasının işlevsel özelliğine değinirken, bunun belirli söylem grupları ve bu söylemin toplum ve kültürle ilişkisini de sorgular.
Bir mektubun “imzalayan”ı, bir sözleşmenin “altta imzası bulunan”ı, bir afişin “tasarlayan”ı bulunmasına rağmen, bu metinlerin bir “yazar”ı olmadığını düşünen Foucault, “yazar” kavramını; var olmanın, dolaşımda olan metnin ve toplumdaki söylem üretim biçimlerinin bir işlevi olarak görür. Yani “edebî” olanın yalnızca yazarın ismini taşıyan metin olduğu, her edebî metnin de bir yazara sahip olma zorunluluğuna sahip olduğu bir yazı dünyasında, bir metnin değerinin de anlamının da yazarının ismi ile bağlantılı olarak görüldüğünü tespit eder ve bu durumu eleştirir. Kendini tekrar eden “metinde kimin konuştuğu” soruları yankılanmaya devam etse de, söylemin ve metnin kuruluşu ile birlikte dolaşımının yani “yazarın işlevi”nin asıl olduğunun unutulmaması gerektiğinin altını çizerek.
Bu açıdan baktığımızda, Ferrante’nin “yazar işlevi”nin medya ve genel okur kitlesi tarafından çarpıtıldığını da ileri sürebilir miyiz? İçinde yaşadığımız (post)modern çağda, yazarın kendi iradesine karşın, “yazar işlevi”nin yazarın kurduğu metinden ziyade yaşamında aranması nasıl ele alınabilir? Bu soruya cevap verebilmek için Ferrante’nin “anonim” bir yazar olarak varlığı ve çağdaş edebiyattaki yeri meselesine tekrar dönelim. Meghan O’Rourke’un Guardian’da yazdığı makalede belirttiği ve Ferrante’nin de Paris Review’daki söyleşisinde atıfta bulunduğu gibi, “okurun, yazdığı kitaptan kendini radikal bir biçimde ayıran bir yazar ile ilişkisi, kurmaca bir karakter ile kurduğumuz ilişkiye benzer. Onu tanıdığımızı sanırız ama aslında tanıdığımız onun cümleleri, zihninin kıvrımları ve hayal gücünün izleğidir.”v Söyleşinin devamında bu durumun basit ama kendisi için çok önemli bir yanı olduğunu söyleyen Ferrante, yazarın metnin dışında var olan özel bir birey olduğunu söyler ve eseri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorsak, yazarın bireysel kimliğine dönüp onun “sıradan” yaşantısının detaylarını öğrenmemiz gerektiği inancının hâlâ “doğal olarak” görülmesinden yakınır.
Ferrante; yazarından ayırdığımızda metnin hayal ettiğimizin ötesinde anlamlar barındırdığını keşfedeceğimizi söylerken, metnin onu yazan kişiye sahip olduğunu, yazarı bulmak için aslında dönüp yine metnin kendisine bakmamız gerektiğini, yazarın “orada” olduğunu belirtir. Ayrıca yazarın anonim olma hâlinin de hikâyenin, yani kurmacanın bir parçası olabileceğini imler. Metnin dışında “namevcut” olan yazarın, ister istemez metnin içinde yer alacağını ve bu kimliğin de kitap ekleri ya da dergilerde görünen yazar kimliklerinden çok daha sahici olabileceğini hatırlatır bizlere.
“Napoli Romanları”na bu açıdan yaklaşırsak; Lila’nın ortadan yok olmasının, varlığını hiçe dönüştürmesinin, Bilge Karasu’nun deyişiyle “hiçolum”unun ve öte yanda Lenu’nun (Elena Greco) ise kendini “yazarak” var kılmasının, bir açıdan metnin “gölge yazarı” Lila’nın “gölge varlığı” olarak metni yazıya dökmesinin anlamını daha iyi anlayabiliriz, sanıyorum.