“Filozof-Şair” hapishanesine kapatılmak

13 Mart 1915. Melih Cevdet Anday doğdu. Tam 100 yıl önce bugün. İşte biz de onu daha iyi anlamak adına sizi, Anday'ın dünyasının derinliklerine inen bu satırlara davet ediyoruz

13 Mart 2015 13:30

 

Bir yazar belli bir niteliği ile geniş bir çevrede “ün” kazanınca, edebiyatçı üzerine konuşabilmek için önce o “ün” halesini parçalamak gerekiyor. Öyle ki “ün”ü sağlayan nitelikler bir süre sonra birer klişeye dönüşüp o yazarın yapıtlarının farklı bağlamlarda ele alınmasına da, bazı metinlerin görmezden gelinmesine de neden oluyor.  Örneğin Sait Faik’in “insan sevgisi”nin yazarı kabul edilmesi, Oğuz Atay’ın yalnızca “tutunamayan” olarak tanınması, Yaşar Kemal’ın “Çukurova’nın destancısı” sayılması hep bu klişenin içinde kalmayı ve dahası artık onların metinlerine bakmadan da onlara dair konuşmayı imkânlı hale getiriyor. Türkiye’de “ün” talihsizliğini, hem bazı metinlerinin gölgede kalması hem de belli klişeler öne çıkarılarak ele alınması bağlamında en yoğun biçimde yaşayanlardan biri de Melih Cevdet Anday.

“Garip’in Şairi”, “Aydınlanmacı Denemeci”, “Filozof Şair”

Edebiyat tarihlerine, onunla yapılan söyleşilere, onun hakkındaki yazılara bakılırsa Anday’ı, her şeyden önce Garip’in üç şairinden biri olarak anmak gerekiyor. Bu noktada onun Kolları Bağlı Odysseus’un, Güneşte’nin, Raziye’nin ya da İçerdekiler’in yazarı olması, Garip’in üç şairinden biri olmasının yanında ihmal edilebilir bir bilgi gibi görülüyor. Oysa Raziye romanının da, İçeridekiler oyununun da Türk edebiyatında önemli kabul edilmiş aynı türdeki metinlerden daha kıymetsiz olduğu söylenemez. Anday’ın şair olarak “ün”ünün öteki türlerdeki yapıtlarını gölgede bırakması bir yana, şiirleri bağlamında belli bir niteliğin öne çıkarılması özellikle 1962’den sonraki şiirlerinin hızla geçilmesine neden oluyor. Sürekli Garip şairi olarak görülmesi gibi, 1962’den sonraki şiiri söz konusu olduğunda da Anday, “filozof-şair” nitelemesinin içine hapsediliyor.

Şimdiye kadar Anday’ın“filozof şair” adlandırması gerekçelendirilmedi ama bir başka Anday klişesi olan “Aydınlanmacı denemeci” etiketi için hazır gerekçeler vardı. Özellikle Cumhuriyet’teki köşe yazıları ve bu yazılardan oluşan deneme kitapları, “Aydınlanmacı” Anday imgesinin yerleşmesine ve bir süre sonra sorgulanmadan tekrarlanmasına neden oldu. Anday’ın başta Osmanlı olmak üzere “bilimsellik” eksikliği nedeniyle geçmişin bilgisine sırt dönen tavrı, onun (Türkiye’deki anlaşılma biçimiyle) “Aydınlanmacı” kimliğini tescil etmek için yeterli sayıldı. Denemelerine bakıldığında yersiz bir tescil de değildi bu. Anday “bizim klasiğimiz olmadığı”nı, “dilimizin arılaşması gerektiği”ni, “Osmanlıca öğrenmenin faydasız olduğu”nu, “bilimin rehberliğine inanma”yı dile getiriyor, “kendi” kültürümüzde takip edilecek bir özellik bulmakta zorlandığını söylemekten çekinmiyordu.

Işığın Altında

Anday’ın denemelerinde Türkiye’de kullanıldığı anlamıyla “Aydınlanmacı” yazar imgesi için birtakım haklı gerekçeler olsa bile, onun şiirlerine, romanlarına ve oyunlarına bakıldığında bu “Aydınlanmacı” kimliğin farklılaştığı yerler olduğunun dikkat çekmesi de beklenebilirdi. Bugüne kadar Orhan Koçak dışında kimsenin ilgisini çekmese de, genel kanının aksine tek bir Anday yoktu aslında. Bazı “uzak” çelişkilerin farkında olan, bu çelişkilerin üzerini örtmektense onları da ışığın altına çekmekte beis görmeyen ve bu yüzden de karşıt iki hal arasında salınmaktan rahatsızlık duymayan bir Anday’dan söz edilebilirdi. Orhan Koçak Defter dergisi için yaptığı söyleşide Anday’ın bu “parçalı” yanına dikkat çekerek “ilk bakışta üç ayrı Melih Cevdet Anday”ın varlığından söz ediyordu. Koçak’ın ilk sorusu, Cumhuriyet gazetesinde “okurlarıyla konuşan; onları aydınlatmak isteyen, bilgi veren […] Aydınlanmacı Anday” ile “ilerlemenin içindeki durmayı gören […] ne inanan, ne inanmayan; ne ileriye ne geriye bakan; maddenin sesini bulmak için kendi öznel, kişisel sesini, kişisel tavrını feda eden” Anday’ın nasıl olup da bir bütünlük kurduğuna dairdir. Anday’ın soruya verdiği cevap ilginçtir. Çünkü Orhan Koçak’ın işaret ettiği birbirine karşıt görünen niteliklere dair konuşmak yerine yalnızca tür açısından bir cevap vermekle yetinir Anday: “Beni üçe bölmüşsünüz; oyunlarımı, romanlarımı da göz önüne alırsanız dörde, beşe de bölebilirdiniz. Edebiyat türlerinden yalnızca birini değil, birkaçını deneyen her ozanın, yazarın başına gelir bu”.[i] Koçak’ın sözünü ettiği farklılık, Anday’ın yapıtlarına bakıldığında görülebilir niteliktedir oysa. Çünkü Anday, hükmedilecek doğa anlayışının, tarihin “zorunluluğu”nun ve ilerlemeci mantığın karşıtı sayılabilecek şiirlerin şairidir. Yalnızca bu şiirlerin değil, uygarlığın ulaşılması gereken amaç olduğuna inanmasına rağmen onun insanda açtığı yaraların ifşa edildiği Raziye’nin ve tarihi öğrenmenin gerekliliğini sürekli vurgulamasına rağmen tarihin insanlar için gereksiz olduğuna işaret edilen Ölümsüzler’in de yazarıdır. Koçak’ın söylediği gibi, birden çok Anday vardır. Her ne kadar bugüne kadar daha çok “Aydınlanmacı” kimliği ile sahiplenilse de, aslında Anday’ı Türk edebiyatında farklı bir konuma getiren de onun belli bir fikrin yılmaz savunucu olması ve iddiasını sürekli doğrulamaya çalışması değil, onu yeniden sorgulaması, iddiasının yarattığı ışığın körlüğüne kapılmayıp karanlıkta kalan noktanın da peşine düşebilmesidir.

Dolayısıyla Anday’ı, Garip dönemini merkeze almadan, mevcut  “Aydınlanmacı” etiketini sorgulamaya açarak ve hapsedildiği “filozof-şair” nitelemesinden kurtularak değerlendirmek mümkün. Hatta böyle bir değerlendirme Anday’ın Türk edebiyatındaki farklı ve ayırıcı yerini açığa çıkarabilmek için daha uygun bir yaklaşıma imkân sağlıyor.

Garip’ten Kurtulamamak

15 Eylül 1937 tarihinde Varlık’ın orta sayfasındaki şiirle başlayan Garip tarzının, Orhan Veli’nin 1951’deki ölümüne ya da Oktay Rifat’ın 1956’deki Perçemli Sokak’ına ve Melih Cevdet’in 1962 tarihli Kolları Bağlı Odysseus’una kadar bir biçimde devam ettiğine inanılsa da, bu tarz 1945 yılına gelindiğinde üç şair tarafından farklı nedenlerle terk edilmiştir. Anday, kendi terk sürecini 1948 tarihli “Tohum” şiirine dayandırsa da, Orhan Veli bu tarihten önce Garip’in 1945’teki ikinci basımına yazdığı önsözde arkadaşlarıyla yolunun ayrıldığını dile getirmiştir. Dolayısıyla Garip tarzı şiirin 1937 ile 1945 gibi hayli kısa süreli hareket olarak kaldığını söylemek mümkündür.[ii] Buna rağmen Anday’ın her şeyden önce bir Garip şairi olarak anılmasının nedeni—Garip’in Türkçe şiir açısından taşıdığı tarihsel önem bir yana—Anday’ın 1962’den sonraki şiirini eleştirel olarak değerlendirmenin pek de kolay olmaması[iii]ve eleştirmenlerin kendilerini daha güvenli ya da daha iyi kavrayabildikleri bir yere çekme tercihlerinin sonucu gibi görünmektedir. Bunun sonucunda Anday, Garip’in üç şairinden biri olarak anılmaktan kurtulamamakta, edebiyat tarihindeki muhkem mevkiini bu dönemine borçlu görünmektedir. Oysa Anday’ın Türkçe şiirdeki asıl varlığı, “toplumcu” olarak değerlendirilen Garip sonrası şiirleri bir yana bırakılırsa, asıl olarak Kolları Bağlı Odysseus’tan sonrasına dayanmaktadır ve bu varlığın onun Garip şairi olmasıyla doğrudan bir ilişkisi kurulamaz. Hatta bu varlığının Garip şiirinden “kurtulması” sayesinde mümkün olduğu bile söylenebilir.  

“Filozof-Şair” Etiketinin Başlangıcı

Melih Cevdet Anday’ın 1962’nin Aralık ayında ilanı yayımlanan ve 1963’ün ilk günlerinde piyasada olan Kolları Bağlı Odysseus’u yayımlandığında yaşanan şaşkınlık, Oktay Rifat’ın 1956’da Perçemli Sokak’ı yayımlandığındaki kadar şiddetli olmamıştır. 1954 ve özellikle 1956 yılından itibaren Türkçe şiir İkinci Yeni şokunu yaşamaktadır. Bu şoka Oktay Rifat’ın tepkisi, 1956 yılında Perçemli Sokak’ı yayımlayarak—tıpkı Garip’te olduğu gibi—kendine öncü bir konum atfetmek olur. Oysa Melih Cevdet Anday, “toplumcu” olarak değerlendirilen Garip sonrası şiirlerinden oluşan Yanyana kitabını 1956 yılında yayımladıktan sonra, suskunluk dönemine girmiş sonraki kitabına öncülük edecek birkaç şiir dışında hiçbir şey yayımlamamıştır. 1962’nin sonunda yayımladığı Kolları Bağlı Odysseus, onun Garip döneminden de “toplumcu” döneminden de hiçbir iz taşımadığı gibi, Türkçe şiir geleneğinde yeri olmayan biçimde mitolojiyi ve daha önemlisi henüz baştacı edilmemiş metinlerarasılığı kullanmasıyla da aykırı bir özellik taşır. Dahası, Türkiye’de okurun şiir türünü “ses” (en bariz biçimiyle “ahenk”)üzerinden ayrıştırmaya alışkın olmasına rağmen, Anday yalnızca şiirin “ses”iyle ilgilenmeyip mitolojik hikâyeleri bir “mesele” üzerinden yeniden yazmaktadır. Odysseus’un bilinen hikâyesinde doğayla mücadele etmenin yerine Anday, hikâyenin can alıcı yerini değiştirerek modern insanın kendiyle mücadele ettiği fikrini koymaktadır. Okurun böyle bir şiire hazır olmadığını düşünüyor olmalıdır ki kitap yayımlanır yayımlanmaz kitaba dair Yeditepe dergisinde bir açıklama yayımlar.[iv] Bu açıklamada Anday hem kitabın meselesinin insanla doğa ilişkisini sorgulamak olduğunu, hem de bu kitabı yazarken yararlandığı kaynakları belirtir. Şiirin bu tür meselelerle ilgilenmesiyle pek sık karşılaşılmadığı için Anday’ın özellikle Güneşte’den sonra daha sık dile getirilecek “filozof-şair” etiketi de baş vermek üzeredir. Kaynaklarını açıklaması ise “metinlerarasılık” gibi Türk edebiyatında ancak 1980’lerdetartışılmaya başlanacak bir anlayış açısından değil de, “tükenmişlik” ve örtülü biçimde hırsızlık açısından değerlendirilecektir. Kitabın ardından yayımlanan bir yazıda, Anday’ın bu açıklama ile artık özgün olamadığını itiraf ettiği ama “yararlandığı” tüm kaynakları saymadığı suçlaması yapılacaktır.[v] Hem “filozof şair” etiketi hem de bu “özgünlüğü kaybetme” suçlaması, Anday’ın öncü konumunu, aykırılığını, o dönemin edebiyat kurumunun uzağında şekillenen şiir anlayışını göstermesinin yanı sıra Türkçe edebiyatın belli bir dönemdeki düzeyini, durumunu de ele verir.

Güneşte Ayıklananlar         

Kolları Bağlı Odysseus’un ardından, pek çok olumsuz eleştiriye rağmen, Anday ne metinlerarasılığı kullanmaktan ne de şiirini bir “mesele” üzerinden kurmaktan vazgeçti. Hatta sonraki kitapları Göçebe Denizin Üstünde (1970), Teknenin Ölümü (1975) ve Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ta (1981) şiir dilini de meselelerini de daha koyulaştırdı ve nihayet Tanıdık Dünya’nın (1984) ardından Güneşte(1989)ile şiirsel söylemin sınırlarını ihlal ederek Türkiyeli okurun hiç alışık olmadığı bir şiir yazdı. Güneşte’de yer alan “Herhangi bir sözcüğün işitimsel imgesini, anlıkta ona karşılık düşen kavramla buluşmadan yakalamak ve anlamak bir tansıktır, bütün tansıklar gibi de şiire eşdeğerlidir”[vi] diyerek teoriye ait sayılan bir dili şiire taşımayı denedi. Anday’ın bu denemesi, onun “anlaşılmasının zorluğu”nu örtmek için geliştirilmişe benzeyen “filozof-şair” etiketine neden oldu.  Kuşkusuz bu etiketin oluşmasında Anday’ın kendi sözlerinin de etkisi vardı. 1979 yılında bir söyleşide şunları söylüyordu: “Bizim ozanlarımız da filozof olmak zorundadırlar, bir çeşit filozof-ozan; çünkü felsefe yok bizde, ozanı değil sadece, evreni, dünyanın görünümünü anlatacak, nereye yöneldiğimizi, neyi yaşadığınızı yorumlayacak çok yanlı düşün çalışmaları yok. Bu görev de ozana, yazara düşüyor sanıyorum”.[vii] Ancak yazılarında, söyleşilerinde şiirle felsefe yapılamayacağını, bu iki söylemin farklı olduğunu söyleyen de Anday’dır. Üstelik 1987’de başka bir söyleşide şunları da söyleyecektir: “Şairin bunca çoğalması toplumumuzun geri kalmışlığını gösterir. Çünkü uygarlığın en önemli göstergesi düzyazıdır. Düzyazı bizde çok geç başlamıştır; çünkü o, bilim, felsefe ve mantık gerektirir”.[viii] Anday’ın bu sözlerinden birini tercih etmek, onun niyetine bağlı kalmaktan daha çok onu değerlendirenin bakışını yansıtır. Dahası, bu “filozof-şair” etiketi onun denemeci kimliğiyle ortaya çıkan “Aydınlanmacı” imgesiyle de uyum içinde kalmakta ve Anday’ı bir “bütünlük” içinde düşünmeyi kolaylaştırmaktadır. Oysa Anday’ın tüm şiir kitaplarında onun “Aydınlanmacı” imgesine pek de uymayan karşıtlıklar bulmak mümkündür. Şiirlerindeki doğa düşüncesi de, zaman tasarımı da “ilerlemeci” mantığın kabul edemeyeceği nitelik taşır. Yalnızca şiirleri değil, romanları ve oyunları da açık biçimde benzer aykırılıklar taşır. Anday’ın “Aydınlanmacı” kimliğine atfedilen özelliklerle karşıtlık oluşturan düşünme biçiminin en açık görüleceği yapıt ise Raziye romanıdır. 

Uygarla Yabanıl Arasında

1975’te Cumhuriyet’te tefrika edilen Raziye, bir yandan Cumhuriyet modernleşmesinin sorunlara getirdiği çözümleri paylaşır görünür diğer yandan da bu çözümleri tartışmaya açık hale getirir. Bu nedenle de Raziye, Anday’ın Türkiye’ye özgü “Aydınlanmacı” kabul edilen imgesi açısından hayli aykırı ve şaşırtıcıdır.

Temelde üç kişi ve köylüler arasında geçen romanda Anday, Dayı karakteriyle Türkiye açısından “tipik” bir Aydınlanmacı kimliği anlatırken Raziye karakterini kültüre ait olandan iz taşımayan (veya taşımak istemeyen) doğal halin temsilci olarak gösterir. Dayı, tüm yaşamını köylüleri eğitmeye adamıştır. Onlara zorla da olsa Mozart dinlettiği gibi, domuz çiftliği kurmalarını da emreder. Dayı karakterinin aksine onun evlatlık kızı Raziye ise, Dayı’nın tüm çabalarına rağmen hiçbir kültürel değerle donatılamamıştır ve her açıdan “yabanıl” sayılabilecek konumdadır. Dayı ile Raziye’nin arasında ise siyasi nedenlerle kaçak yaşamı sürdürmek zorunda kalan genç devrimci Yeğen vardır. Yeğen’in Dayı ve Raziye arasındaki ikircikli tutumu, Dayı’nın “Aydınlanmacı” konumunu tartışmaya açık hale getirir. Romanın bir yerinde Dayı, Yeğen’e meselelere bakış konusunda “en azından ikimiz biriz”[ix] dese de Yeğen’in bu kaçaklık sürecinde yaşadığı deneyim, Dayı’nın fikirlerinin doğrulanmasına değil Raziye’nin varlığından dolayı bu fikirlerin aşındırılmasına hizmet eder. Dolayısıyla Anday, Dayı’nın fikirlerinin bir kez daha doğrulandığı bir ortam yerine bu fikirlerin tartışmaya açıldığı bir ortam yaratmayı tercih eder. “Çağdaş uygarlık süreci”ne varmak için yapılanlar (ya da yapılması gerekenler) kadar, uygarlığın karşıtı olarak görülen “yabanıl”da aynı oranda temsil edilir.Uygarlık ve onun karşıtı arasında kalan Yeğen, Raziye yoluyla “yabanıl”ı deneyimler ve tavrı da onu eğitmek değil,onun varlığını ve kıymetini kabul etmektir.

            Anday’ın “karşıt görüş”e yer açma tavrının izleriyle onun başka yapıtlarında da karşılaşılır. Bunun çarpıcı bir örneği Ölümsüzler oyunundadır. Bu oyunda Anday,“uygarlık seviyesi”ne ulaşmanın araçlarından biri kabul edilen tarihi bilmek ya da bir tarihe sahip olmak fikrinin aksine tarihin faydasını sorgulamaya açar. Oyunun bir yerinde Sezar’la Başhekim arasında şu konuşma geçer:
“—— Yeni deliler, deliliğin tarihinden yararlanabiliyorlar mı?
—— Deliler tarihi deliler için değildir Sezar.

——Tarih de öyle…insanlar için değil”.[x]

Kesinliğin Uzağında

Özellikle 1962’den sonra, yani Garip tarzını terk etmesinden çok sonra Anday, denemelerinde net biçimde ifade ettiği fikri, kurmaca dünyada karşıtlıklara işaret ederek tartışmayı tercih eder. Böylece “kesinlik” yerini sorulara bırakmakta, dışarıda bırakılanın temsil edilmesine imkân verilmektedir. Doğrusu, Türkiye açısından pek sık rastlanan bir tavır değildir bu. Dolayısıyla bu niteliğin farkına varılması, Anday’ın Türkçe edebiyattaki farklı yerini ve ayırıcı özelliğini anlamakta bir anahtar işlevi görebilir. Onun bu tavrına neredeyse dikkat edilmemesi, Anday’ın hep “Garip şairi”, “filozof-şair” ya da “Aydınlanmacı denemeci” olarak görülmesi ise ona dair değil ama kültürümüzün nasıl şekillendiğine dair önemli bir ipucu sunar.


[i] “Melih Cevdet’le Söyleşi”, Defter 10 (Haziran-Ekim 1989), 81.
[ii]Hem bu konunun hem de şiir tarihi hakkında verilen bilgilerin ayrıntısı için bkz. Yalçın Armağan, İmkânsız Özerklik, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
[iii]Kolları Bağlı Odysseus’un yayımlanmasının ardından Memet Fuat’ın 28 Şubat 1963 tarihli Yön’de yayımlanan yazısındaki sözleri bu iddiayı gerekçelendirmek için yeterlidir: “Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yanyana açık, anlamını kolay ileten, tadına kolay varılan, okurun rahatını kaçırmayan kitaplardı. Geçerken uğranılabilecek kitaplar. Şiir okuru olmayanların da bir şeyler alabileceği, gündelik mantığın çok ötesine düşmeyen kitaplar. Oysa Kolları Bağlı Odysseus bambaşka bir anlayışla yazılmış. Kapalı, anlamını kolay iletmeyen, tadına güç varılan, okurun rahatını kaçıran bir kitap”. Memet Fuat, Kitap Eleştirileri, İstanbul: Adam Yayınları, 2002, 38.
[iv] Bu açıklama ilk kez Yeditepe dergisinin 16-31 tarihli 79. sayısında yayımlanır. Anday, “Kitaba Ek”, Sözcükler içinde, Haz. Sevengül Sönmez, İstanbul: Everest Yayınları, 2008, 172-74.
[v]“Bir aktarmalar kitabı diyeceğim Kolları Bağlı Odisseus sanat evrenimize kişisel bir yenilik getirmediği gibi özgün bir anlatıma da varamamıştır. [....] Sayın Anday, bu gereksiz açıklamasında, gereksiz kitabı için yararlandığı kişileri yazarken nedense içtenlikten uzaklaşmış biraz. Eliot, Homeros, Ezra Pound, Baudelaire, Davud (Mezmur), Wal[lace] Stevens, Aiskhlos, Şeyh Galip demiş de, etkisi açık olan günümüz bazı Türk ozanlarının adını saymayı unutmuş. Örneğin: E. Cansever, Dağlarca, Uyar, Eloğlu gibi”  Oben Güney, “Kolları Bağlı Anday”, Dönem 7 (Nisan 1964), 1-8.
[vi]Anday, “Sözler ve İşler”, Sözcükler içinde, s. 596.
[vii]Anday, Dakika Atlamadan: Söyleşiler, İstanbul: Everest Yayınları, 2015, 160.
[viii]Anday, Dakika Atlamadan: Söyleşiler, İstanbul: Everest Yayınları, 2015, 301.
[ix]Anday, Raziye, Eleştirel basım, Haz. Sevengül Sönmez, İstanbul: Everest Yayınları, 2011, 118.
[x]Anday, Ölümsüzler ya da Bir Cinayet Söylencesi, İstanbul: Adam Yayınları, 1987, 312.