Güvenilmez ve tekinsiz olanı gotiğin imkânlarıyla görünür kılan Flannery O’Connor’ın roman ve öyküleri, aklın ve inancın kozlarını paylaştığı bir zemine evsahipliği yapar çoğunlukla...
14 Eylül 2017 13:58
“20. yüzyılda ölümünün ardından edebî şöhreti Flannery O’Connor -ve bir istisna olarak Sylvia Plath dışında- kadar hızlı ve dramatik bir şekilde artan bir yazar daha yoktur. O’Connor’ın eserleri 1964’ten bu yana edebî kanonun bir parçasıdır” der Joyce Carol Oates. Kaderin tuhaflığı Flannery O’Connor’ın edebî şöhretini bildiği yoldan etkilemiş olsa da Oates’ın da altını çizdiği üzere yapıtları, ölümünden sonra çağdaş Amerikan edebiyatının önemli bir parçası olma özelliğini koruyarak, okurlarına yeni düşünme alanları açar, edebiyat hazzını tekinsiz bir yolla tecrübe ettirir.
Flannery O’Connor, kendi düşünce dünyasını ifade edecek en verimli olanaklara sahip olması sebebiyle edebî bir tür olarak gotiği tercih eder yapıtlarında. Doğduğu, büyüdüğü coğrafyanın özgün dünyasını anlatacak en zengin anlatım dilini bulma çabası da gotiğin hayal gücü ve biçim olanaklarıyla üzerine bir şeyler söyleyebileceğimiz okuma ve düşünme deneyimlerine dönüşür.
Bir tür olarak gotiğin, yaratıcı okuma edimi sağlayıp sağlamayacağı hususunda uzun zaman süregelen edebî horgörü, türün özellikle kötülüğün incelenmesi ve yabancı/ yabancılaşma olgusuna yorum getirebilmesiyle ilgili büyüleyici bir güce sahip olduğunun anlaşılmasıyla yerini, edebî anlamda giderek söylem gücünü kuvvetlendiren bir ilgiye bıraktı. Özellikle ABD’nin güney eyaletlerinde yetişmiş yazarlar bu türün olanaklarını kullanarak önemli meseleleri görünür hâle getiren metinler kaleme aldılar. Tennessee Williams, William Faulkner, Truman Capote ve Shirley Jackson bu yazarlardan sadece birkaçı. Flannery O’Connor da, lupus hastalığına yakalandıktan sonra yerleştiği aile çiftliğinde tüm zamanını yazmaya ayırarak, düşünce ve eylem dünyasını şekillendiren Güneyli yaşam/ düşünce pratikleri üzerine hikâye ve romanlarını yazmaya başladı. Kötülük kavramını bir nedensellik çemberi içinde sınırlamayan, bulduğu yarıklardan sızan zaafların, fanteziyi gerçek kılan habis eylemlerin, neyin kötü, neyin tekinsiz, neyin kabul edilemez olduğunun keskin renklerle altını çizmeyen metinler tasarladı. Bu metinler yaşadığımız dünyanın gerilimini işaretleyen, aşina olunan, tanıdık çatışmaların da edebî bir versiyonu aynı zamanda.
Flannery O’Connor’ın 1960 yılında yayımlanan Zorbaların Elinde adlı romanı, izleğine inanç meselesini koyan ve bu anlamda Amerikan edebiyatı içerisinde kendisine önemli bir yol çizen yapıtlarından birisi. Bu romanda olduğu kadar öykülerinde de aynı izleği bir problem hâline getirerek toplumsal reflekslerin altında yatan en gizli kapaklı, en hasıraltı edilmiş itkileri okura yakınlaştıran, bu itkilerin şifresini kıran bir pusulayı takip eder O’Connor.
Romanın ana karakteri olan Francis Marion Tarwater 14 yaşında bir yetimdir ve büyük dayısı ihtiyar Tarwater ile birlikte ormanın içinde bir evde yaşar. İhtiyar Tarwater, genç Francis Marion Tarwater’ı ailesinin geçirdiği kazadan sonra yanına alır. Onu hem yetiştirir hem de yazgısı ile ilgili önemli bir misyonu taşıdığına dair hayata hazırlamaya çalışır. İhtiyar Tarwater’ın yetişkin bir yeğeni daha vardır. Onlardan uzakta yaşayan ve öğretmen olan Rayber adında genç bir adamdır bu. İhtiyarın, genç Francis Marion ile ilgili çılgınca bir kehaneti vardır. Onun peygamber olduğuna ve İsa’nın açtığı yolda yürüyerek yaşam ekmeğinin peşinde bir ömür geçirmesi gerektiğine dair şaşmaz bir inanca sahiptir. İlerleyen bölümlerde yaşlı Tarwater’ın ölümü üzerine Francis’in, genç dayısı Rayber’ın yanına gitmesiyle metin, gotiğin baskın/ karanlık dilinin yarattığı atmosferle, gerilimli bir karşı koymanın/ çatışmanın ritmini kazanmaya başlar.
Francis Marion Tarwater, dayısı Tarwater’ın onun peygamber olduğuna dair inancını sahiplenir. Ve yapması gereken şeyi gerçekleştirmek üzere küçük dayısı Rayber’ın yanına gider. Rayber karakteri, inanç üzerinden sınanan karakterlerin dünyasına tanık olmak, onların iç dünyasının matematiğini anlamak açısından ufuk açıcı bir malzeme verir okura. Zira Rayber bir öğretmen. Dahası o da ihtiyar Tarwater tarafından seçilmiş kişi olduğuna inandırılan ve bu doğrultuda eğitilen bir karakter. Ancak Rayber, ihtiyarla (ölümünden sonra dahi) hiç tamamlanamayan bir erken hesaplaşmadan geçer. Ve onun yanından ayrılır. Kendi özerkliğini korumaya çabalayarak öğretmen olur. Ancak bu, tam olarak bir çözüm getirmez. Tarwater’ın kehanetini ne tasdik edebilir ne de onu reddedebilir. Tam bu noktada kötülüğün, “ruhsal bir işkence”ye dönüşerek karşımıza çıktığına tanık oluruz. Rayber, yeğenini dayısının deliliğinden kurtarmayı dener ancak başarılı olamaz. Metin, gotik türün olanakları ile bu kez, manevi olanla dünyevi olanın amansız mücadelesinin gerilimini, saklandığı yerden ortaya çıkarır. Ancak bu mücadele, bir iman meselesinden çok sapkınlığın göstereni olarak okurun karşısındadır. Rayber’ın zihinsel olarak sınırlamaları olan Bishop adında küçük bir oğlu vardır. İhtiyar Tarwater’ın Francis’e müjdelediği ise bu küçük oğlanı vaftiz etmesidir. Rayber’ın bundan sonra amacı, hem Francis’in ruhunu bu peygamberlik hezeyanından kurtarmak, onun diğer çocuklar gibi yetişmesini mümkün kılmak hem de oğlu Bishop’ı bu genç oğlanın kör inancının kurbanı olmaktan korumaya çalışmaktır. Elbette Rayber’ın, yeğeni olan bu çocuğu kurtarmak istemesindeki tek sebep, bu çocuğa şefkat gösterip onun gerçeğin rehberliğinde bir hayatı olması için mücadele etmek değildir. Rayber’ın Francis Marion’un karanlığına duyduğu arzu, kendisiyle kurduğu ilişkiyle açıklanabilir. “Kendisinin, tam da fanatiklerin ve delilerin yoğrulduğu hamurdan olduğunu ve kaderinin gidişatını âdeta kendi iradesiyle, azmiyle çevirdiğini biliyordu. Delilikle boşluk arasındaki o daracık çizgide dimdik duruyordu; dengesini yitirme vakti gelince de niyeti boşluğa doğru sendelemek, dolayısıyla kendi seçtiği tarafa düşmekti.” (s. 105) Dolayısıyla çocuğu kurtardığında Rayber, kendisi için de bir şey yapmış olacaktır. Bu hem bir kurtuluş hem de yıkım kararıdır onun için.
Öte yandan, büyük dayısı Tarwater’ın kendisine yüklediği bu büyük anlamla ne yapacağını, hayatı nasıl yaşayacağını bilemeyen genç Francis Marion, Rayber’ın telkinlerine karşı kör inancını korumakta kararlıdır. Dayısına ihtiyaç duyması fikrinden hoşlanmaz, bu aczini Rayber’a diklenerek, onu küçümseyerek kontrol etmeye çalışır. Peygamber olduğuna, özel/ seçilmiş olduğuna duyduğu inanç, yüksek bir motivasyon sağlamaktadır Francis Marion’a. Bu hâliyle genç Tarwater, arkaik bir dünya anlayışının köhne tasviri gibidir. O, zamanın içinde bir anlamda tutsak kalmıştır. Takıntılı bir biçimde, kendi kendisini kutsayan meczup dayısının (ihtiyar Tarwater) uzantısıdır artık.
Flannery O’Connor, Katolik eğitimden geçmiş bir yazar. Bu inancın kültürel ve gündelik yaşam pratiklerinin yaşadığı coğrafyayla biçimlenmiş hâli, anlatılarının da en önemli harcı. Zorbaların Elinde, vaftiz/ yeniden doğma düşüncesini bir anlamda metnin problematiği olarak odak noktasına koyar. Belki gerçekten sözlük anlamıyla ilk günahı silmenin eylemsel olarak imkânsızlığını görünür hâle getirir. Rayber’ın kurduğu “yeniden doğamazsın” cümlesiyle, bu Hristiyanlık ütopyasının mümkün olmadığını söylemeye çalışır. Rayber’ın, dayısı ihtiyar Tarwater’la ve yeğeni Francis Marion’la arasındaki çatışmanın sınırı da tam bu cümle olur. Nitekim çocuğun, Bishop’ı vaftiz etme saplantısı felaketle sonuçlanır. Ve kehanet bir “ikili delilik” olarak metnin gerilimini, tekinsizliğini güçlendirmeye devam eder.
O’Connor, ihtiyar bir dayının Hristiyan mitolojisi etrafında mayalanan deliliğini, himayesi altındaki çocuklara/ yeğenlere miras bırakma takıntısıyla sadece dar görüşlü bir dünya anlayışının yansımalarını göstermeye çalışmaz. Diğer yandan, çocuk dediğimiz, eylemleri öngörülemez tekinsizliğin de neleri yapmaya muktedir olabileceğinin altını çizmeye çalışır. “Ateşte Bir Çember”1 adlı öyküsünde de yine Hristiyan tevekkülünü, çalışkanlığını temsil eden Bayan Cope adlı arazi sahibi bir karakter vardır karşımızda. O’Connor, Bayan Cope’un “bereketli çayırlar, kerestelik ağaçlarla dolup taşan tepeler”den oluşan arazisinde, uzun zaman önce yanında çalışmış bir ailenin üç küçük oğlunun, ani ve uzun misafirlikleri sonunda oynadıkları tehdit edici oyunla yaklaşmakta olan felaketin remizlerini tekinsiz bir ritimle gösterir okura. “Irmak”2 adlı öyküsünde de benzer bir durum söz konusudur. Kendini bakıcısına Bevel olarak tanıtan Harry adlı dört yaşındaki bir çocuğun, ailesinin rızası dışında bakıcısı tarafından ırmakta vaftiz edilişini anlatır. Ama törenden önce Bevel/ Harry, ünü eyaleti aşmış rahiple ve “yaşam ırmağı” ile karşılaşacak olmanın büyüsüne kapılmış bir yabancıdır. Ve bakıcısı bayan Connin’in küçük oğulları için bu şehirli yabancının dersinin verilmesi gerekmektedir. Böylelikle öykü, pek çok şeyin ihlal edildiği bir şifacı yanılsamasına giden yolu çizer kendisine.
Flannery O’Connor’ın roman ve öyküleri, aklın ve inancın kozlarını paylaştığı bir zemine evsahipliği yapar çoğunlukla. Francis Marion Tarwater ve Rayber tam da bu karşılaşmanın temsil ettiği iki karakter olarak karşımıza çıkar. İhtiyar Tarwater ise, “Irmak” öyküsündeki rahip Bevel gibi bu karşılaşmayı bir şekilde dengeleyen unsur olarak oradadır. Ne demiştik, Rayber, dayısı Tarwater ile aynı deliliğin hamurundan geldiğinin farkındadır demiştik. Ancak başka hiçbir meziyeti olmasına fırsat verilmemiş, kendi potansiyelinin sınırlarını deneyimlememiş olan küçük yeğen Francis Marion’un elinde, bu deliliğin ona sağladığı ayrıcalıktan başka bir şey yoktur. Ve bu saplantı, kötücül bir güç olarak onun da sonunu hazırlayan bir tahribatın göstergesi olur.
Flannery O’Connor, dönemdaşı yazar Shirley Jackson gibi, güvenilmez, tekinsiz ve tehdit edici olanı gotiğin imkânlarıyla görünür kılmaya çalışır. Bizi diğerine karşı yabancı kılan, öteki korkusuna karşı hoyrat yapan şeyin çok yakınımızda beklemekte olduğunu söylemeye, bizi uyarmaya çalışır. Onun metinlerini bu kadar tanıdık, bu kadar bildik kılan da belki bizi, bize ait olan korkularla aynı ipte yürütmesi ve bu sayede dehşet duygusunu yaratabiliyor olmasından kaynaklanır.