"Brunel’e göre televizyonda ya da sosyal medyada gördüğümüz doğal afet görüntülerine şaşırıyor, üzülüyoruz, oysa şaşırmamalı, çünkü binlerce yıllık doğal yaşam alanlarının can çekişmesinin son aşamasını yaşamakta bugün insanlık."
09 Aralık 2021 16:00
Bugünlerde Batılı ülkelerdeki iklim araştırmacıları “ekolojik yas” adı verilen bir kavramla yakından ilgileniyor. Kavramı bulan halk sağlığı doktoru Kanadalı Ashlee Cunsolo “solastalji” diye bir terimi de anıyor bununla birlikte. Solastalji etrafınızda sizin için önem taşıyan bir ekosistemin, doğal alanların veya yaşayan canlıların yol yapımı, orman tahribatı veya başka sebeplerden dolayı ortadan kaybolmasından doğan stres ve keder olarak tanımlanıyor. Latince solacium ve Yunanca -algia kelimelerinden türetilmiş. Avustralyalı felsefeci Glenn Albrecht ilk kez 2003 yılında Montreal’deki bir sağlık konferansında bu terimi kullanıyor. Albrecht’e göre kişinin yaşadığı çevrede yapılan istilacı değişiklikler bir tür varoluşsal acıya tekabül ediyor. Yaşadığınız yerde teselli bulamama veya tersine bir nostalji de denebilir, yani kendi evinizde sıla hasreti çekmek gibi.
Tüm dünyada yaşanan bu durumu İstanbul’da ne büyük bir hızla yaşadığımızı düşünüyorum ben de. Elbette uzun yıllardır süregeliyor bu ve sadece iklim değişikliği değil, vahşi kentleşmeyle de bağlantılı. Son kırk beş yılda inanılmaz değişmiş bu şehirde yaşamanın ruhlarımızda yarattığı ne tür sarsıntılar var, kim bilir… Altı yedi yaşlarında, Caddebostan’da otururken annemle plaj sepetlerimizle sokakta yürüdüğümüz ve denize girdiğimiz günleri, annemin topuklu, hasır sandaletlerinin yürürken çıkardığı sesi hatırlıyorum. Caddebostan sahildeki asfalt yol şu anda bir marketin bulunduğu yerde biter ve deniz başlardı. Bazen de denizden çıktıktan sonra buradan Plaj Yolu Sokağı’na kadar keyif olsun diye at arabasına binerdik. Sadece Caddebostan değil, Suadiye, Moda, Florya gibi birçok semtteki plajlarını kaybetti İstanbul. Deniz benim İstanbulumun bir parçasıyken, şimdi yalnızca vapurla giderken baktığım bir manzara, küçükken denizden çıkmayan birinin “varolmayan ülkesi”. Sevdiğiniz ve size aidiyet duygusu veren bir yerin yok olması ve bu yok oluşun geri döndürülemezliğinin farkına varmak acı bir deneyim şüphesiz. Benim yaşadığım yas ekmeğini topraktan ve denizden çıkaranların kayıplarıyla karşılaştırılamaz elbette, yaslarımız da derece derece.
Camille Brunel. İki kitabı ve kedisiyle.
Günümüzde ekolojiyi dert edinmiş aktivizmin bizzat içinde yer alan yazarlar da var. Bunlardan biri de otuzlarındaki Fransız yazar Camille Brunel. Brunel’e göre televizyonda ya da sosyal medyada gördüğümüz doğal afet görüntülerine şaşırıyor, üzülüyoruz, oysa şaşırmamalı, çünkü binlerce yıllık doğal yaşam alanlarının can çekişmesinin son aşamasını yaşamakta bugün insanlık. Fransa’da hayvan barınaklarının koşullarının iyileştirilmesi de dahil birçok gösteride ve kampanyada rol oynayan Brunel çevreci bir anne-babanın çocuğu olarak 1986’da doğdu. 2012’ye kadar kendi deyimiyle “duygusal çevreci” olduğunu, bu tarihten sonra ise hayvan haklarının felsefi ve politik temellere dayanarak da savunulabileceğinin farkına vardığını söylüyor. Edebiyat öğretmenliği ve sinema eleştirmenliği yapan Brunel vegan ve aktivist olduktan sonra yazdığı ilk romanı La Guérilla des animaux ile L’Obs ve Magazine littéraire dergileri de dahil olmak üzere birçok edebiyat mecrasının dikkatini çekti ve 2019’da Fransa’daki Société des gens de lettres’den (Edebiyatçılar Cemiyeti) ilk roman ödülünü aldı.
Brunel’in bir tür otobiyografi de olan, fantastik roman kategorisindeki ikinci romanı Les Métamorphoses’daki (Dönüşümler) kadın karakter Isis ve kedisi Dinah Brunel’in hayatını yansıtıyor. Türcülük karşıtlığı ve animalizm savunusu yapan romanın ana karakteri gey bir kadın.
Ovidius’un birçok yazara ilham vermiş, ünlü epik şiiri Dönüşümler’le aynı adı taşıyan kitapta tanrıların değil, insanların hayvana dönüşmesi söz konusu. Brunel’in dönüşümleriyle Ovidius’unkilerin benzerliğiyse her ikisinde de belli bir ölçüsüzlük sonucu tanrıların veya insanların cezalandırılması. Bu ölçüsüzlük Brunel’e göre insanlığın her şeyi bilme iddiası, her şeyi kontrol etmeye çalışması ve her şeyi açıklayabildiğini düşünmesi.
Kitap Isis’in evinin verandasında başlıyor, turnaların göç mevsimi çoktan geçmiş olmasına rağmen, bir metre yetmiş santimetre uzunluğunda, egzotik bir turnayı şaşkınlıkla izliyor kahramanımız. Daha sonra Isis uzun uzun kedisinin karakterini, huyunu, neleri yapmayı sevdiğini anlatıyor, bu da yazarın inandığı animalist felsefeye göre her hayvanın duyarlı bir varlık, canlı bir birey olduğunu ortaya koyuyor. Kedisini çantasıyla gittiği her yere taşıyan Isis bir akşam büyükannesinin evinde akrabalarıyla buluşuyor. Aile yemeğinde konu elbette hayvan haklarına, ekolojiye ve tabii ki Isis’in veganlığına geliyor. Bir tartışmadır başlıyor; Isis, Camille Brunel’in bir önceki kitabındaki ana karakteri Isaac gibi, insanlığa karşı öfkeli. Bu hıncını kitabın başında ailenin bir araya geldiği yemekte görüyoruz. Elbette henüz salgın başlamamış ve insanın hayvanla olan bağı alışageldiğimiz şekliyle tartışılıyor, öte yandan şehirlerde birden ortaya çıkan vahşi hayvanlardan bahsediliyor.
Sofradan kalktıktan sonra herkes kendi köşesine çekildiğinde, Isis’in internetten okuduğu, Rusya’da ve başka yerlerde insanların hayvanlara dönüşmüş olabileceğiyle ilgili haberi herkes şakaya vuruyor. Isis bir gün kedisini veterinere götürdüğünde, veteriner son zamanlarda kliniğe daha önce hiç karşılaşmadığı hayvanların getirildiğinden bahsediyor. Kartezyen mantıkla anlaşılamayan bu garipliklere ne bilim insanları ne politikacılar ne de sanatçılar bir açıklama getirebiliyor.
Bundan sonra türlü türlü, adını daha önce duymadığımız bir hayvana dönüşmüş insanların hikâyeleriyle karşılaşıyoruz. Zamanla insanlar, yani henüz “dönüşmemiş” olanlar varolan hayvanları öldürmemeye mümkün olduğunca çaba gösteriyor, zira içlerinden biri en yakınları veya arkadaşları çıkabilir.
Isis’in ailesinde de kayıplar olmaya başlıyor; babasının dönüşüm sahnesi çok duygusal ve Isis burada ilk kez ağlıyor. Brunel’in verdiği ilginç bir ayrıntı da, dönüşüm gerçekleşmeden hemen önce insanlarda cinsel arzunun yükselmesi. Kitapta Brunel dönüşümü anbean yaşatıyor bize; önce derinin, sonra kemiklerin ve en son da gözlerin değişmesi. Buradaki geçiş de ilginç, çünkü hayvana dönüşmeden birkaç saniye önce insan olarak bakan gözler birdenbire hayvanın gözleriyle bakmaya başlıyor.
Brunel kitapta türcülük karşıtı görüşlerini Isis’in ağzından aktarıyor okura:
“İnandığım tek şey hayvanlara özen göstermemiz; ister piton ister uğur böceği ister yaban domuzu olsun, ihtiyaçları aynı, iç dünyaları, acı çekme kapasiteleri aynı. Bu durum onlar hakkındaki yasalarla olan ilişkimizi –ve şeylerin evrildiği ritmi– gözden geçirme fırsatı olabilir hepimiz için.”
Hâlâ insan kalabilmiş olanlar için şehirden uzak bir yerde, gynaeceum adı verilen, yalnızca kadınlara ait bir sığınak olduğunu öğreniyoruz. Isis Hintli sevgilisi Shravanti ve iki küçük yeğeniyle birlikte bu sığınağa ulaşma mücadelesi veriyor. Yolculuk boyunca arabada oldukları bir sırada Isis’in dönüşümüne tanık oluyoruz. Kendi ağzından hikâyeyi anlatan Isis bir jenete dönüştükten sonra da sevgilisini ve kedisini anlatmaya devam ediyor. Böylece kitabın son iki bölümü bir hayvanın sesinden anlatılıyor. Hayvan olduktan sonra kurtların ve kartalların avı olabileceğini fark eden Isis, “Yağmur ağaçta kalmamıza izin vermiyor, peşimizi bırakmayan kurt sürüsüyle büyük bir mağaranın ağzına kadar geliyoruz” diyor. Hayvana dönüşen Isis’i kedisi Dinah da takip ediyor ve birlikte yol alırlarken Isis’in kedisi hakkındaki şu sözlerini okuyoruz: “Hâlâ onun en yakınıyım, organlarımdaki değişim bana duyduğu sevgiye engel değil.” Kedi için kitabın ana karakterlerinden biri denebilir, zira kitabın başından sonuna dek Dinah’yla birlikteyiz.
Shravanti ve Isis’in yeğenlerinin sürpriz sonunu kitaptaki anlatıcı sesten dinliyoruz. Distopik bir kurguyla ilerleyen romanın sonunda bundan yine de bir umut çıkarıyor Brunel. İnsanlar koşulların iyiye doğru gitmesinden ümidi kesse de, yazara göre bunun iyi bir tarafı da var: Sokak hayvanlarına kötülük yapılmıyor bundan böyle, insanlar avlanmıyor. Şehirler cangıllara dönüşüyor.
Epilogdan sonra, her romanda karşılaşmadığımız, “Devam eden satırlar” diye yazarın fikirlerini aktardığı, kısa ama yoğun bir bölüm var. Brunel, insanın bilinç dediğimiz şeyin tekeline sahip olmadığını, etrafımızdaki başka organizmalarda da başka türlü “bireylik”ler olduğunu ve hayvanlarla olan ilişkimizi radikal olarak değiştirmeden biyoçeşitliliği canlandırabileceğimizi sanmanın nafile olduğunu yazıyor.
Hayvanları “hissedebilir varlıklar” olarak kabul eden ülkelerin sayısının arttığına tanık olduğumuz bugünlerde aslında felsefi anlamda canlı cansız karşıtlığının olmayışının en eski çağlara kadar dayandığını görüyoruz. Doğacı Sokrates öncesi filozofları düşünüyorum ben de. Bu “şair filozofların” doğayı açıklama şekillerini, yıllardır sayfalarını açmadığım Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi’nden okuyorum tekrar. Presokratikler bütün varolanların temelini oluşturan bir arché, bir ana madde olduğunu ileri sürmüşlerdi. Her şeyin kendisinden türediği ve yine kendisine döndüğü bir ilk madde. Tektanrılı dinlerin insanı ayrıcalıklı bir yere koymasını ve Rönesans’la yeniden sarsılmaya başlayan insan-hayvan karşıtlığını düşünüyorum. Günümüzde ise hukuken hayvanların “hissedebilir varlıklar” olmaları gerektiğini savunan düşünürler onların sadece canlı varlıklar değil, acı duyan ve zevk alan varlıklar da olduğunu vurguluyor. Hayvanlarda öznel tecrübelere sahip bir ‘ben’in varlığından söz ederken, onların ihlal edilemez haklara sahip olduklarını hatırlatıyorlar bize.
•
KAYNAKÇA:
Camille Brunel, Les Métamorphoses, Alma éditeur, Paris, 2020.
Sue Donaldson, Will Kymlicka, Zoopolis: Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı, çev. Mine Yıldırım, KÜY, 2016.
Christine Bini, "Les Métamorphoses : Darwinisme inversé et littéraire", La Regle du Jeu, 22 Eylül 2020
"Les métamorphoses libérer le monde", podcast