Hayat Hanım’ın sıkıntıları

"Hayat Hanım, Türkiye’nin son dönemi hafızalardan silinmesin diye tarihe bir not düşmeye çalışırken karakterler iyiden iyiye silikleşmiş, bireysel psikolojiler önemsizleşmiş, özgül ağırlıklar ortadan kalkmış."

09 Aralık 2021 19:30

Ahmet Altan’ın son romanı Hayat Hanım’ın arka kapak yazısı bir hayli iddialı: Hayat Hanım’ın şimdiden edebiyat tarihinin unutulmaz karakterlerinden biri olduğu, romanın Avrupalı eleştirmenlerin büyük övgüsünü topladığı ve çeşitli ödüller aldığı ifade ediliyor. Kitap yayıncılığı ister istemez ticari bir başarı hedeflediği için, birçok eserin arka kapak yazılarında böyle iddialı metinlerle karşılaşabiliyoruz. Bunlar adı üstünde, “tanıtım” metinleri. Ama tanıtım faslını geçersek, Hayat Hanım iyi bir romandan beklenen özelliklerin çoğuna sahip değil. Belli başlı birkaç handikap yüzünden...

Karikatürleştirme

Ahmet Altan’ın absürd gerekçelerle hapsedildiği cezaevi koşullarında yazdığı Hayat Hanım’ın hemen her bölümünde Türkiye’nin siyasi atmosferine eleştiriler yöneltiliyor. Bunların çoğu haklı eleştiriler. Son on yılda gazeteciler yazdıkları nedeniyle hapse atıldılar, akademisyenler bildiri imzaladıkları için üniversiteden atıldılar. Hukuksuzluk norm haline geldi. Pahalılık aldı yürüdü. Bunların hepsi “doğru”. Gelgelelim, siyasi eleştirinin doğruluğu romanı estetik açıdan başarılı yapmaya yetmiyor.

Hayat Hanım, Türkiye’nin son dönemi hafızalardan silinmesin diye tarihe bir not düşmeye çalışırken karakterler iyiden iyiye silikleşmiş, bireysel psikolojiler önemsizleşmiş, özgül ağırlıklar ortadan kalkmış. Kendi kelimeleriyle konuşması gerektiğinde “Edebiyatı sevmeyen birine âşık olamam” gibi basmakalıp laflar eden Fazıl, “Tarih bize insanlarda hep böyle bir niyet olduğunu ama yeterli irade olmadığını gösteriyor” diye sessizce vaaz veren Emir, “Peki o kadar kitap okudun, söyle bakalım hayat nedir? Sırrı nedir? Amacı nedir?” gibi alelusul sorularla “sevimli görünen” Hayat Hanım, kendilerine ait kişilikleri olmayan, adeta ellerine tutuşturulmuş kâğıtlara yazılı cümleleri okuyan ve romanın siyasi eleştirisi altında teker teker “ezilen” karikatürler. Yeni zengin AKP’li müteahhit tipi olarak romanda yer alan Yakup ise bir karikatür bile denemeyecek kadar kaba çizgilerle resmedilmiş: Kötülük yapmak üzere anlatıya monte edildiği için, Sıla’ya kaba saba davranan, zenginliğiyle övünen bir gerçek hayat enstantanesi o.

Türk edebiyatında benzer bir örnek Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sidir. Yakup Kadri de mütareke İstanbulu’nun panoramasını sunmaya çalışırken karakterlerini düpedüz karikatürize etmiş, “milli dava”yı cinsel yönelimle eşleştirip, olayı İstanbul’a eşcinselliğin ecnebiler tarafından taşınmış bir hastalık olduğunu söylemeye kadar vardırmıştır. Burada eleştirinin haklılığı ya da haksızlığından ziyade, bir “dava ya da siyasi atmosfer” romanı yazmaya çalışırken edebiyatın sınırlarından çıkıp politik ahlakçılığa savrulmanın tehlikesine dikkat çekmek isterim (birkaç yıl önce Ayhan Geçgin de Balyoz davasını konu eden Bir Dava’yla aynı tuzağa düşmüştü).

Kadın ruhundan ve bedeninden anlamak

Bir edebiyatçı olarak Ahmet Altan’ın başından beri kadın ruhundan ve bedeninden iyi anlamak gibi bir iddiası –ya da fantezisi– var. Romanlarında bazen kurmaca karakterlerin, bazen de “tarafsız” anlatıcıların ağzından, kadınların iç dünyasına ve bedenlerine herkesten daha vâkıf olunduğunu gösteren cümleler dökülüveriyor. Hayat Hanım da bu örüntüyü sürdürüyor.

Romanın düşkün fakat “çapkın delikanlısı” Fazıl’ın kadınlarla ve cinsellikle ilgili görüşlerini yerli yersiz dinliyoruz. Fazıl’ın bütün kadınları kapsayan “özcü” bir kadınlık tanımı var ve buna uygun olarak kadınların hepsinin içinde bir büyücü olduğunu tespit ediyor: “Bütün kadınların içinde bir büyücü olduğu geçti aklımdan; ben gördüğümü anlamazken, onlar görmediklerini biliyorlar, sırlarını çözüyorlar ve bunu hemen söylemiyorlardı.” (s. 213) Yine Fazıl, erkek öğrencilerin fanteziler kurduğu üniversite hocası Nermin Hanım’ın “bu fantezileri erişilmez bir uzaklıktan kışkırtmaktan” hoşlandığını fark ediyor. Fazıl bunları söyleyip geçerken, Nermin Hanım’ın bu izlenimi nasıl verdiği anlatılmıyor. “Bir bilen olarak” Fazıl’ın cinsellikle ilgili sezgilerine güvenmemiz isteniyor.

Fazıl’ın cinsellikle ve sevişmeyle ilgili anlatımları yer yer içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Örneğin Hayat Hanım’la seviştikten bir süre sonra bir aydınlanma ânı yaşıyor: “O patikayı oluşturan taşlardan birinin, ona karşı olan isimlendiremediğim duygular kalabalığının içinde yer alan şiddetli bir kızgınlığın da cinsel isteğe dönmesi olduğunu bugün anlıyorum.” (s. 151) Burada cinsel isteğe dönüşen şiddetli kızgınlık “öldürme arzusu”. Ama Fazıl’ın Hayat Hanım’ı niçin öldürmek istediği ve bu öldürme isteğinin bir cinsel arzuya nasıl dönüştüğü belli değil. Hayat Hanım’da istekleri ve arzuları doğuran ruhsal ihtiyaçlar, itkiler ve eğilimler uzun boylu sergilenmiyor.

Birlikte olduğu kadınlara yönelik hemen her duygusu şehvete dönüşen Fazıl, çikolata yedikleri sırada Sıla’ya cinsel bir iştah duymaya başlıyor: “… Çikolata parçasını sırayla ısırıp yemek… bu muhteşem mahremiyet bana gizli bir sevişme gibi gelmiş, aniden onu çırılçıplak görmüşüm gibi heyecanlanmıştım. Ona karşı büyük bir arzu, bütün kasıklarımı yakan bir istek…” (s. 81)

Bir karakterin şehvetli olması kendi başına anormal bir durum değil elbette ama Fazıl’ın şehveti sahici bir arzudan ziyade, geniş laflarla makyajlanmış bir gösteriş tınısı yapıyor. “Şehvet” bildirimleri hemen bir mitolojik göndermeyle makyajlanıyor; Hayat Hanım’ın yataktaki performansı Hesiodos’un tanrıçası Hekate’ye benzetiliyor. Ama bu göndermeler Fazıl’ın “kadın ruhu ve bedeninden anlama” iddiasının ucuzluğunu örtmeye yetmiyor.

Fazıl’ın bir yandan Hayat Hanım’la, diğer yandan Sıla’yla sürdürdüğü duygusal ve cinsel ilişki derinleştirilseydi, bir ménage à trois senaryosuna ve yoğunluğuna evrilebilir miydi? Sıla’nın ya da Hayat Hanım’ın Fazıl’a yönelik duygularına onların ruh dünyasına nüfuz ederek, içlerinden geçeni okuyarak tanıklık edebilseydik belki mümkün olabilirdi. Ama Hayat Hanım’da sadece Fazıl’ın arzuları ve duyguları hakkında fikir edinebiliyoruz. Kadınlar Fazıl’ın arzularına, gerilimlerine ve buhranlarına renk katmak için onun hayatına giriyorlar. Böyle olunca Hayat Hanım’ın ne bakımdan unutulmaz bir kadın olduğunu bilemiyoruz; sadece Fazıl’ın anlattıklarından bir tahmin yürütebiliyoruz.

Herhalde Fazıl üniversitede edebiyat okuduğu için, Hayat Hanım’da Henry James’ten Flaubert’e, Tolstoy’dan Borges’e, birçok edebiyatçıya yapılmış göndermeler var. Ama romanın bu yazarlardan dişe dokunur bir ders çıkartabildiğini söylemek zor.

Hayat Hanım, Sıla, Fazıl arasındaki ilişki üstüne düşünürken Stendhal’in Kızıl ile Kara’sı aklıma geldi. Stendhal; Madam de Renal, Mathilde ve Julien Sorel’le bir üçlü ilişki kurgulamaya giriştiğinde, kadın ruhu ve bedeni hakkında yorumlar yapan bir dış sesi konuşturmak yerine, üç karakteri 1830 Fransası’nda bütün bir aristokrasinin ikiyüzlülüğü ve çözülüşüne paralel olarak ilerleyen bir aşk ve ihanet hikâyesine oturtmayı başarmıştı. Üç karakterin tutkuları Kızıl ile Kara’nın sonunda öyle bir yoğunluk derecesine ulaşır ki, Madam de Renal’i bir ihtiras ânında silahla yaraladığı için idam edilen Sorel’in kesik başını Mathilde bir mağaraya taşır; Madam de Renal üç gün sonra üzüntüsünden ölür ve karakterlerin tutkuları ve duygusal enerjileri erken bir ölümün simgelediği kayıpta buluşur. Mutluluk ve hayal gücünün bağdaştırılamazlığını simgeleyen Julien Sorel, bir marangozun (simgesel olarak İsa’nın) oğludur ve güçlü karaktere sahip iki kadınla ilişkisi yüzünden toplum tarafından çarmıha gerilir.

Hayat Hanım’ın üçlüsü ise birbirleriyle hasbelkader karşılaşan ve romanın sonunda, aralarında kayda değer bir duygusal ya da düşünsel bağ kuramadan kendi yollarına giden üç karikatür olmaktan öteye geçmiyorlar. Hayat Hanım bütün bu handikaplarıyla başarısız bir roman olduğu gibi, Ahmet Altan romanlarının –örneğin bir İsyan Günlerinde Aşk’ın– epey gerisinde.