20. yüzyıl başlarında İstanbul'un fuhuş piyasasına yönelik saldırıların çoğu özgül olarak Beyoğlu'na yöneltilmiştir
05 Nisan 2018 16:32
Mekânlar yalnızca var olmakla kalmaz, aynı zamanda anlam ifade ederler. Sosyal pratiklerle anlam kazanır ve karşılığında hem bu pratiklere hem de pratiklerin aktörlerine anlam kazandırırlar. Mekânlar fikir, değer, arzu ve hatıraları akla getirir ve hatta simgeler. Uzam tarafsızdır, mekânlar ise asla tarafsız olmazlar. Doğu ve batı, kuzey ve güney, merkez ve kenar, şehir içi ve banliyö, yolun şu veya bu tarafı, Atina ve Sparta, Mekke ve Vatikan, Paris ve Berlin; mekânlar, kavram ve ilkelerin somutlaşmış hâlidir ve bu itibarla sevginin ve nefretin, nostaljinin ve korkunun, kahramanlığın ve tarifsiz dehşetin odağı olabilirler. Aynı zamanda derin toplumsal ve siyasî etkileri olan söylemler için kelime dağarcığı sağlayabilirler.
İstanbul’un Pera ya da Beyoğlu bölgesi de aynen böyle bir yerdir. Bölgenin iki ismi arasındaki gerilim bile —biri bölgenin gayrimüslim ve Frenk tarihini akla getiren Rumca, diğeriyse geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi milliyetçileri tarafından (icad edilmiş değilse de) teşvik edilen Türkçe adı— buranın dikkat çekici bir biçimde anlamla yüklü bir yer olduğunu düşündürmektedir.
Bu semtin coğrafî tanımı da zaman içerisinde değişmiştir. Bugün “Beyoğlu” denildiğinde genel olarak bitişiğindeki pek çok ara sokakla birlikte Tünel’den Galatasaray’a, oradan da Taksim’e uzanan İstiklâl Caddesi akla gelir. Ancak 20’nci yüzyılın başlarında Beyoğlu resmî olarak kuzeydoğudaki Nişantaşı ve Şişli ile güneybatıdaki Galata ve Kasımpaşa gibi mahalleleri de içermekteydi. Ben burada tutarlı olmak için herhangi bir çaba sarf etmeyeceğim, zira her hâlükârda Beyoğlu her zaman bir ruh hâli, gerçekten ziyade muhayyel bir yer olmuştur.
Beyoğlu’nun coğrafyası ne kadar değişken olmuşsa, sosyal dokusu da o kadar değişken olmuştur. Aslında, son iki yüzyıl içinde Beyoğlu birçok kez yeniden doğmuştur, denilebilir. Örneğin, 1838 tarihli Ticaret Antlaşması ile İngiliz mallarına kapılar açılmış, bu malların çoğu da Beyoğlu’ndaki dükkânlarda satışa sunulmuştur. 1856 Islahat Fermanı ile, dinleri ne olursa olsun tüm Osmanlılara vatandaşlık hakları verilmiş, bu da büyük ölçüde gayrimüslimlerin yaşadığı semte canlılık getirmiştir. 1853 ilâ 1856 yılları arasında gerçekleşen Kırım Savaşı nedeniyle İstanbul’a çok sayıda Fransız ve İngiliz askeri gelmiş, Beyoğlu bu süre zarfında bu kesimlerin tercih ettikleri eğlence merkezi olmuştur. Esasında bu savaş, Beyoğlu’nun fuhuş da dâhil olmak üzere şehrin alışveriş ve eğlence merkezi konumunu sağlamlaştıran bir dönüm noktasıdır. 1870 yılındaki büyük yangın, semtin büyük kısmının tahrip olmasına neden ve bugünkü mimarî morfolojisini kazandıracak şekilde, kâgir olarak yeniden inşa edilmesine vesile olmuştur. 1917 Bolşevik Devrimi çok yoğun bir Rus mülteci akınına sebep olmuş, bu mültecilerin birçoğu Beyoğlu’na yerleşerek eğlence sektöründe, özellikle de fuhuş alanında belirleyici bir rol oynamıştır. Bohem entelektüeller bu dönemsel tenasühlere sık sık hüzün ve özlemle bakmışlardır; örneğin Ahmed Rasim, 1922 yılında yayımlanan Fuhş-ı Atîk adlı eserinde gençlik yıllarından hatırladığı fuhuşun artık tarihe karışmış olmasından yakınır.
Ana caddedeki şık butikler ve gösterişli elçiliklerle ara sokaklardaki köhne barlar, genelevler ve striptiz kulüpleri uzun süre rahatsızca da olsa bir arada varlıklarını sürdürmüştür. Ancak, semtin en önemli yanının burada gerçekleştirilen çeşitli işlerden ziyade bunların simgeledikleri olduğu savunulabilir. Örneğin, 1908 yılında Meşrutiyet’in ilanı, hemen ardından gelen Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’yla yükselen milliyetçilik döneminde Beyoğlu, gösterişçi tüketim, züppelik ve özellikle de vatan hainliğiyle eşanlamlı hâle gelmiştir, çünki buradaki işletmelerin birçoğu gayrimüslimlere ait olduğu gibi, sattıkları malların çoğu da, şimdi Osmanlı İmparatorluğu ile savaş hâlinde bulunan ülkelerin ta kendisinden ithal ediliyordu. Bunun sonucunda, yerli malı tüketimini teşvik eden kampanyalar özellikle Beyoğlu’ndaki mağazaları ve müşterileri odağına almıştır. Ve 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde Menderes hükümetinin kışkırttığı, yabancı düşmanlığı kaynaklı toplu saldırıda talan edilerek neredeyse yok olma noktasına getirilen, yine Beyoğlu olmuştur.
Semtteki milliyetçi saldırıların bir diğer boyutu da fuhuşla ilgilidir, ve burada odaklandığım nokta işte budur. Özellikle 20'nci yüzyılın başlarında Beyoğlu’ndaki fuhuşa yöneltilen sözde ahlakçı suçlamaları gözden geçirerek bunların etnik boyutunu aydınlatmaya, ve böylelikle söz konusu dönemde cinselliğin Türk milliyetçiliğinde oynadığı role dikkat çekmeye çalışıyorum.
Beyoğlu ile Galata ve Tarlabaşı gibi komşu semtlerde fuhuş hakkında çok şey yazılıp çizilmiştir. Bunların arasında Ahmed Rasim, Refik Ahmed Sevengil, Fikret Adil ve Sermet Muhtar Alus gibi yazarların birinci elden anıları; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Selâhaddin Enis, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve daha birçoklarının romanları; herhalde aralarında en tanınmışları Mark Twain, Ernest Hemingway ve Agatha Christie olan, bir süre Beyoğlu’nda ikamet etmiş sayısız Batılı gezginin anlatıları; ve her ikisi de 1922 yılında yayımlanmış olan, Pathfinder Survey of Constantinople başlıklı, Amerikalı bir ekibin yürüttüğü sosyolojik çalışma ile Dersaaadet Polis Mektebi müdürü olan Mehmed Galib’in Fâhişeler Hayatı ve Redâ’et-i Ahlâkiye isimli kitabı anılmaya değer. Daha yakın zamanda Zafer Toprak ile Rıfat Bali, kısıtlı da olsa bazı birincil kaynakları esas alan çalışmalar yayınladı. [Not: Bu makale yazılalı dokuz yıl geçmiş. O günden bu yana Müge Telci Özbek, Seçil Yılmaz, Çiğdem Oğuz gibi değerli araştırmacılar bir hayli mesafe kat ettiler.] Ergun Hiçyılmaz, Giovanni Scognamillo, Jak Deleon ve diğerlerinin yazdığı yığınla nostaljik kitap ise, gerçi eğlenceli olmakla birlikte, eleştirel olmayan yaklaşımları ve kaynakları rastgele kullanmaları nedeniyle akademik değerden yoksundur.
İster öznel izlenimlere dayansınlar, ister kurgusal yahut toplumbilimsel olsunlar, 20'nci yüzyılın başlarında İstanbul’da fuhuşla ilgili yazılanların çoğunda açık seçik öne çıkan taraf, fuhuş sektöründeki çeşitliliktir. Genelev işletenlerden tutun da muhabbet tellâllerine, kadın-erkek seks işçilerine kadar, fuhuş sektöründe yer alan kişiler çok farklı etnik ve dinî kökenlere sahiptiler.
Pathfinder Survey isimli araştırmanın bulgularından birkaç örnek vereyim. Bu çalışmaya göre, ikisi tam Beyoğlu’nda, biriyse hemen yakındaki Galata’da bulunan başlıca üç “fuhuş bölgesi” vardı. Merkezi Beyoğlu’ndaki Abanoz Sokağı olan birinci bölgede %63’ü Rumlara, %32’si Ermenilere ve %5’i Yahudilere ait olan 59 genelev bulunmaktaydı. Keza Beyoğlu’nda, Ziba Sokağı çevresinde yer alan ikinci bölgede ise %57’si Rumlara ve %43’ü Ermenilere ait olan 23 genelev vardı. Boyutları Beyoğlu’ndakilerden hayli büyük olan Galata’daki bölgede 77 genelev bulunmakta olup, bunların %37’si Rumlara, %8’i Ermenilere ve %55’i Yahudilere aitti. Beyoğlu ve Galata’daki genelevlerin hiçbiri Müslümanlara ait değildi. Buna karşılık, Kasımpaşa, Üsküdar ve Kadıköy gibi yerlerde de fuhuşun yoğun olduğu daha küçük birkaç bölge vardı. Üsküdar’daki 10 genelevin tamamı ile Kadıköy’deki 6 genelevin 5’i Müslümanlara aitti.
Rıfat Bali, bazı Yahudi kaynaklarına dayanarak 19'uncu yüzyıl sonlarıyla 20'nci yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki uluslararası kadın ticaretinin büyük ölçüde Doğu Avrupalı Yahudilerin elinde olduğunu göstermiştir. 1915 yılında bu gerekçe ile tutuklanarak sınır dışı edilen 168 kişinin %60’ı Rus, %14’ü Romen ve %6’sı Avusturyalı idi.
Fahişelerin kendisine gelince, şehrin tamamını kapsayan 1922 yılı resmî rakamları, genelevlerde vesikalı olarak çalışan fahişe sayısının 2100’ün üzerinde olduğunu göstermektedir. Çalıştıkları yerler tespit edilebilen fahişelerin yaklaşık %45’i Beyoğlu’nda, %37’si ise Galata’da üslenmiş olup, bunlar toplamın kabaca %82’sine tekabül etmektedir. Pathfinder Survey ekibi Beyoğlu ve Galata bölgelerinde 159 genelevi ziyaret etmiş ve fahişelerin %58’inin Rum, %14’ünün Ermeni, %19’unun Yahudi ve %6’sının da yabancı (Rus) olduğunu tesbit etmiştir.
Resmî rakamlara göre, vesikalı olan fahişelerin tümünün yaklaşık %36’sı Müslüman, %33’ü Rum, %9’u Ermeni, %6’sı Yahudi ve geri kalanı Yunanistan, Avusturya, Romanya, İtalya, Fransa, Bulgaristan ve başka ülkelerden gelen yabancılardan oluşmaktaydı. Ayrıca, neredeyse 1000 kadar kadının kayıtsız olarak fahişelik yaptığı polisçe bilinmekte ve çok daha fazlasının da en azından zaman zaman fahişe olarak çalıştığından şüphelenilmekteydi. Sağlık Müdürlüğü’ne göre, şehrin tamamındaki toplam sayı, 4000 ilâ 4500 fahişe civarında olmalıydı. Müslümanların %59’una karşılık, gayrimüslim fahişelerin tahminen %92’sinin kayıtsız olduğu düşünüldüğünde, gayrimüslim fahişelerin oranının daha da yüksek olması gerektiği açıktır. Bunlar Beyoğlu ve komşu bölgelerde yoğunlaşmıştı.
Safahat düşkünü birçok Osmanlı’nın anılarında, 20'nci yüzyılın başlarında Beyoğlu bölgesinde mantar gibi türeyen genelev, bar ve café chantant’lar hakkında bolca ayrıntı mevcuttur. Kasımpaşa’daki genelevler en fakirlere, Şişli’deki randevu evleriyse en zengin müşterilere hizmet veriyordu. Fakat asıl hareket Beyoğlu’ndaydı. Fuhuş, kumar, uyuşturucu, hafif Batı müziği, dans, tiyatro ve sinemalar bölgeyi bazılarının gözünde Osmanlı toplumunda yanlış giden, bozulan her şeyin tam da vücut bulmuş hâli olarak görülmesini sağlayacak şekilde bir araya gelmişti.
Bu noktayı özellikle çarpıcı bir örnekle açıklamaya çalışayım. İbnülhakkı Mehmed Tahir, 1912 ilâ 1915 yılları arasında, kimisi birden fazla baskı yapan beş kitap yayımlamıştır, ki bunlar örtünme ve hayâ, hafifmeşreplik, ahlaksızlık gibi cinsiyet boyutları hayli ağır basan meseleleri ele alan eserlerdir. Üstelik eleştirilerinin büyük bir bölümü özellikle Beyoğlu üzerinde yoğunlaşmıştır. Örneğin, Müteehhil ve Gayr-ı Müteehhillere: Sefâlethâneler başlığıyla 1912’de yayımlanan kitabında, Müslüman, çalışkan, kendini genç eşine ve çocuğuna adamış, namuslu ve ahlaklı bir genç adamın günün birinde işyerindeki arkadaşlarının peşine düşerek hayatında ilk defa Beyoğlu’na gidişi anlatılır. Bu tek ziyaret, genç adamı ve sevdiklerini mahvetmeye yeter de artar bile. Genç adam sarhoş olur, hızla ve karşı konulamaz bir şekilde Beyoğlu’nun habis yeraltı dünyasının girdabına çekilir. Bu kâbusun sonrasını genç şöyle anlatmaktadır:
O gece benimle hemdem olan kadın benim öyle âlemlerin bigânesi olduğumu hâl ve vaz’ımdan keşf ederek bana san’at-ı mezmûmesindeki olanca mahâretini ibrâz külfetini ihtiyâr etmiş. Evet, öyle yaparak beni kendisine celb ü cezb etmiş. Hem de nasıl! Bana zevcemi unutturacak derecede. Bu Fransız kızı, yâhud kadını benim gibi her işini tanzîm etmiş olan bir adamın akl ü fikrine, hesâb ü kitâbına bir anda hâkim oluverdi. İlk zamanlarda kendisine verdiğim paraları kabûl etmiyor, beni para için sevmediğini beyân ediyor, verdiklerimi yerlere savurarak kendisini tahkir etdiğimi söyleyip böyle yapacaksam bir daha görüşmemekliğimizi ricâ eyliyordu. Bir sefâlethânedeki bir kadın beni bu derecelerde sevsin ha. Ben de hayatımda ilk defa olarak bu kadar şirin, bu kadar fedâkâr, bu kadar mahâret-i zevciyyeye mâlik bir kadına müsâdef olayım!? İşte bu hallerde şübhesiz bir hikmet vardı. Şübhesiz Cenâb-ı Hak benim de benim âilemin de mes’ud yaşamasını istemiyordu. Benim ne kabahatim vardı. Kalemde işim ile meşgul oluyordum. Arkadaşlarım beni hem de âdetâ cebren diyebileceğim bir sûretde o sefâlethâneye götürdüler. Ben oradan firâr arzûsunda idim. Bırakmadılar. Ömrümde ağzıma koymadığım rakıyı orada bana içirdiler. Sonra o mâr-ı helâhil-nisâr vücûduma sarılarak beni hem ma’nen hem de maddeten imhâ eylediler. Bugün rûhum evvelâ zevcemin hâl-i felâket ü sefâletini, sâniyen kerîmemin bin dürlü mahrûmiyetler içinde ma’sumâne süründüğünü düşünüyor, sâlisen o mel’un kadının etvâr ve evzâındaki te’sîrâtı tahattur ediyorum. Fakat zevce ve kerîmemden mahrûm kaldığım gibi o karıdan da mahrûmum. (15–16)
Hem de bunların hepsi Beyoğlu’na tek bir ziyaretten sonra... Müdavimlerin başına neler geleceğini artık siz tahmin edin!
Bu hikâyedeki fahişenin Fransız olduğu dikkatinizden kaçmamıştır. Aslında, en azından resmî rakamlardan tespit edilebildiği kadarıyla, Fransız kadınların İstanbul fuhuş piyasasında kayda değer bir mevcudiyeti yoktu; dolayısıyla buradaki fahişenin kimliği büyük olasılıkla Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey ile Râkım Efendi isimli 1875 tarihli ünlü romanından ilhamla seçilmiş olmalıdır. Hatırlanacağı gibi, romanın kötü adamı Felâtun Bey tüm servetini Beyoğlu’nda bir Fransız fahişe için harcıyordu. Gerçekçilik konusu bir yana buradaki en ilgi çekici nokta, bir nasihatname niteliğindeki bu trajik hikâyenin bağlamıdır. Kitap, 1453 yılında İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmed zamanındaki Türkler ile yazarın kendi zamanındaki Türklerin çok farklı olduğu ifadesiyle açılıyor. Çağdaşı olan Türklerin ataları, amelleri ve sözleri birbiriyle tutarlı, eylemleri kahramanca ve her zaman âdil olan, sarsılmaz bir ahlaka ve sağlıklı bedenlere sahip insanlardı yazara göre. İmparatorluğun ilk iki yüzyılı boyunca Türkler yüksek bir ahlak düzeyi tutturmuş, çok geniş topraklar fethedebilmelerini sağlayan da esasen bu olmuştur. Ancak ahlak geriledikçe imparatorluğun talihi de gerilemiştir. Ve bunun tüm sorumlusu Avrupalılardır. Eski zamanlarda, diye yazıyor İbnülhakkı, “daha Avrupa ile ihtilâtımız yok idi. O vakitlerde daha Avrupa sefâlethânelerinin fazla-ı hamûlesi olan sefîleler buraya berây-ı ticâret akın etmeye başlamamışlar idi.” (5) Bu kitabı yazmaktaki amacı, “muhterem vatandaşlarıma bir hidmet ifâ idebilmek için o sefâlethânelerin nasıl gırdâb-ı felâket olduklarını göstermektir.” (7) Genç adamla Fransız fahişenin trajik hikâyesi, işte bu fikirlerin ifadesidir.
Yukarıda belirttiğim üzere, İbnülhakkı’nın tonu belki biraz aşırıydı ama bu kitap kesinlikle emsalsiz değildi. Örneğin, Mustafa Remzi’nin 1926’da yayımlanan Öldüren Dans isimli eserinde, bekâr erkeklerle kadınları bir araya getiren Batı tarzı dansın şüphesiz felakete yol açacağı savunulmaktadır: “Cazbandın zıplatıcı ve delirtici gürültüleri arasında edilen dans öyle bir şeydir ki muhakkak bir genç kızı fâhişe yapar, bir erkeği katil, deli veyâhud en ufak ma’nasıyla sersem eder.” (2) Yazar, iddialarını kanıtlamak için iki örnek verir. İlki, Galatasarayı’nda bir barda çalışan, olasılıkla Rum kökenli Sophia isimli bir kıza âşık olan Salâhaddin isimli genç bir zabıta memuruyla ilgilidir. Kızın başka erkeklerle dans edişini seyretmeyi kaldıramayan genç adam intihar eder. Merak eden olur diye söyleyeyim, diğer örnek daha korkunçtur, önce bir cinayet işlenir, sonra da hikâye yine intiharla sona erer.
Fakat bu kadar dramatik olmayan vak’alarda bile, sanki tüm Beyoğlu, Türk gençliğinin iyiliğine ve namusuna kasdetmek üzere anlaşmış gibidir: “Dans bitiyor” diyor yazar, “beraberce bir pasta yemek için bir pastahâneye giriyorlar. Oradan çıkıyorlar sinemaya, sinemadan bir bara, bardan çıkınca vaktin ilerlemesinden dolayı bir otele gidiyorlar, ve tabii otelde evvelce koklanmamış bir gonce olan genç kız sabahleyin güneş doğarken, açılmış bir gül oluyor.” (5)
Mustafa Galib de aynı şekilde, “tiyatrolar ve sinemaların muhitimiz zihniyetinin hazmedemeyeceği derecede açık film ve mevzuları ve bunların zaten müsta’id-i işti’al bâkir dimağlar üzerinde ika edegeldikleri bâhı ve hissiyâtı tutuşturucu te’sirât”ı (7) suçlamaktadır. Peki, İstanbul’un sinema ve tiyatroları neredeydi? Yine, Beyoğlu’nda. “Bu netice-i vahimden memleketin mukadderât-ı emn ü âsâyişi sûret-i münifede müteessir olmakla beraber bilhassa İstanbul ahâli-i Müslimesi bir gayyâ-yı musîbete doğru yuvarlanıp gidiyor. [...] Türklüğün âtîsine aid ümidlerimiz gün geçtikçe daha müzmin bir şekilde tebellür ediyor. Henüz sinn-i rüşde gelen gençlerde bile fuhşa karşı ibrâz olunan inhimâk-i şedîd bütün mütefekkirlerimizi bu mes’ele ile lâyık olduğu derecede meşgul etmelidir.” (7)
Yani genelev sahipleri ve fahişeler gayrimüslimdi, fakat işin gerçek kurbanları Türklerdi bu yazarlara göre. Üsküdar ve Kadıköy’dekiler gibi, Müslümanların işlettiği fuhuş bölgelerinden neredeyse hiç bahsedilmiyordu; tartışmaların odağı sadece ve sadece Beyoğlu idi. Oysa, her ne kadar Üsküdar ve Kadıköy’deki genelevlerin sayıca çok daha az olduğu doğru ise de, buradaki fahişeler ile müşterileri neredeyse yalnızca Müslüman Türklerden oluşuyordu. Öte yandan Beyoğlu ve Galata bütün etnik ve dinî topluluklara ve de yabancılara hizmet vermekteydi. Tabii “maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” idi. Milliyetçilerin Beyoğlu merkezli fuhuş piyasasına odaklanmasının gerekçesi kamu sağlığı değil, siyasî sermaye edinme arzusuydu. Bu durumda, Beyoğlu’nda geçen Cumhuriyet dönemi Türkçe romanlara ilişkin yakın geçmişte yayınlanmış olan bir araştırmaya göre, romanlardaki 34 gayrimüslim kişiden 13’ünün genelev sahibi, 3’ünün de fahişe olması şaşırtıcı değildir! Üstelik erken Cumhuriyet dönemi romanlarının neredeyse tamamında Beyoğlu’nun işlevi tam özümsenmemiş batılılaşma, ulusun aşağılanması, ahlaksızlık, çöküş, ve hem fiziksel hem de ruhsal hastalıklar için bir ortam/bağlam sağlamak olmuştur. Bunlar arasında herhalde en önemlisi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ilk defa 1928’de yayımlanan, İstanbul’un I. Dünya Savaşı sonrasında işgal ordularıyla işbirliği yapmasına dair bir taşlama niteliğindeki Sodom ve Gomore’sidir. Bu işbirliğinin cinsel ilişki biçiminde temsil edilmesi ve Beyoğlu ile Şişli’yi odağına alması kayda değer. Kitabın başlığı ise herhalde herhangi bir yorum gerektirmemektedir.
Özetle, 2.0'nci yüzyıl başlarında İstanbul’un fuhuş piyasasına yönelik saldırıların çoğu özgül olarak Beyoğlu’na yöneltilmiştir ve yazılanların çoğu, Osmanlıcılığın yeni serpilmekte olan Türk milliyetçiliğiyle hızla ikame edildiği bir dönemde gayrimüslimlerin ve yabancıların etkilerine, hatta açıkcası varlıklarına yöneltilmiş bir saldırıdır. Zamanım kalmadığından Türk milliyetçiliğinde ve daha genel olarak milliyetçilikte cinselliğin rolü hakkında bu durumdan ne gibi dersler çıkarılabileceğine girmeyeceğim. Bu ikincisini ele alan birkaç kitap mevcuttur; özellikle George Mosse’un Nationalism and Sexuality (1985) ile Sander Gilman’ın Difference and Pathology (1985) isimli kitapları, Andrew Parker, Mary Russo, Doris Sommer ve Patricia Yaeger’ın hazırladığı Nationalisms and Sexualities (1992) başlıklı derleme ilk akla gelenlerdir. Türkiye özeline gelince, şunu söylemekle yetineceğim: Cinsellik, Halil Berktay’ın (yerli ve millî cepheye intisab etmeden önceki yıllarda) Taraf gazetesinde titizlikle kaydettiği üzere, bugün hâlâ Türk milliyetçiliğinde belirleyici bir rol oynamaya devam etmektedir.