Ümit Ünal ile uzun bir aradan sonra yayımlanan kitabı Bana Göre Kıyamet ekseninde, hikâye anlatıcılığında onu nelerin etkilediğini ve nefes alma alanlarını konuştuk...
29 Mart 2018 13:57
Halit Refiğ'in 1986 yapımı filmi Teyzem'in senaryosunu yazarak sinema hafızamızda önemli bir yer edinen Ümit Ünal, 2003 yılında Yabancı Dilde En İyi Film dalında Türkiye'nin Oscar adayı seçilen ilk filmi 9'un ardından yönettiği filmler ile de kendi seyircisini oluşturmaya başladı. Yabancısı olduğu bir taşra kasabasında, sevgisiz evliliğinin içinde kendine ikinci bir gerçeklik kuran ve bu "fantezi hayatın" kırılmaya başlamasıyla içinde kaybolduğu sırlarla baş etmeye çalışan Neslihan'ın hikâyesine odaklanan yedinci uzun metraj filmi Sofra Sırları, geçen Eylül ayında Adana Film Festivali’nde ilk gösterimini yaptı. 1993 yılında yayımlanan ilk kitabı Amerikan Güzeli ile edebiyatta da hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi yakalayan Ünal, yeni romanı Bana Göre Kıyamet'te bilindik anlatı tekniklerinin dışına çıkarak, konuşkan bir kafanın içinde durmadan konuşan insanların sesinden bir bileşim yaratmayı başarıyor. Bu bileşimin içinde kıyamet de var, bize tanıdık olmayana, "yabancı"ya duyulan endişe de, cinsiyetlere atanan rollerin karmaşası da. Dahası, yanıbaşımızda yaşayan vampirler de. Yönetmen, senarist ve yazar Ümit Ünal ile uzun bir aradan sonra yayımlanan romanı Bana Göre Kıyamet ekseninde, hikâye anlatıcılığında onu nelerin etkilediğini ve nefes alma alanlarını konuştuk.
Bana Göre Kıyamet yaklaşık 15 yıl aradan sonra çıkardığınız ilk roman. Bu kadar aradan sonra nasıl çıktı bir roman fikri?
Evet, en son 2001'de Kuyruk romanım yayımlandı. Ondan beri Işık Gölge Oyunları adlı uzun söyleşi çıktı ama roman ya da hikâye yayımlamadım; film işleri ağırlıklı olarak öne çıktı. Ama her zaman farklı disiplinlerde bir şeyler yapmaya da devam ettim. Çiziyorum, yazıyorum, senaryo yazıyorum, bazısını çekiyorum, bazısını çekemiyorum uzun süre bekliyor. Bu kitabı da aslında 2014’te “Memleket” adıyla bir senaryo olarak yazmıştım. Sonra birkaç yapımcıyla konuştum ve hemen yapamayacağımı anladım, roman biçiminde yazarsam ne olur diye ufak ufak denemelere giriştim. Roman 2014'te başladı diyebilirim.
“Memleket”ten romana dönüştürürken karakterlerde ya da hikâyede büyük değişiklikler oldu mu?
Hikâye hemen hemen aynıydı, fakat sinema dilinden edebiyata dönüştürürken elbette bambaşka bir dünya kurman lazım. Sinemada bazen tek bir diyalog, bir manzara ya da bakış çok fazla şey anlatırken edebiyatta onun temellerini kurman, uzun uzun anlatman gerekiyor. Kitapta bir sevişme sahnesi var mesela, o bölüm için farklı bir kurgu tekniğine dayalı, alışılmadık bir sinemasal anlatım düşünmüştüm. O sahneyi edebiyatta nasıl gerçekleştirebilirim sorusuyla yola çıktığımda, yeni anlatım biçimleri bulmam gerektiğini anladım. Kitabın bütününde karakterleri çok daha detaylı işlemem ve yeni karakterler de icat etmem gerekiyordu, senaryoda üç diyalogla geçen bir karakterin bütün hikâyesini anlatmam gerekiyordu. Senaryoda kurduğum dünyayı edebî dile çevirebilmek ve yeniden kurmak için çok uğraştım.
Hikâyelerinizi ele alış biçiminizde, bir karakter ya da bir olay örgüsü üzerinden topluma dair hep bir aynalama hâli var. Fakat bu kitapta asıl olarak bize tanıdık olmayana, bir “yabancıya” karşı oluşturulan korkunun dönüştüğü bir dışlama hâliyle karşılaşıyoruz. Bu bir yandan da alışıldık bir toplumsal baskı gibi değil, daha içeriden ifade edilebilecek bir şey, bir his olarak kendini gösteriyor. Sizi bu duyguyu anlatmaya sürükleyen şey neydi?
Özellikle göçmenlik durumu diyebilirim. Türkiye yıllar içerisinde çok büyük sayıda göçmen aldı. Zaten yerleşik olan ırkçı ve yabancı düşmanı bir damar var ülkede; o, yıllar içerisinde tamamıyla göçmenlere yöneltildi. Biliyorsunuz, birçok şehirde gösteriler oldu, insanların evleri yakıldı, kavgalar çıkarıldı. Bütün bu trajediyi tam tersi bir dünyayla birlikte ele alıp, popüler kültürün içerisinden televizyon yıldızı bir kadın karakterle, onun dünyasıyla karşı karşıya getirmek, zıtlıklar üzerinden bir şey anlatmak fikri hoşuma gitti.
Kitabın ana karakteri Bahar, televizyonda çok ünlü bir oyuncuyken attığı bir imza, muhalif bir tavrı sebebiyle sektörden bir anda dışlanmaya başlıyor. Günümüzde yaşadığımız süreçlerin bu karakteri oluşturmanızda bir etkisi oldu mu?
Bu ayrıntı senaryoyu romana dönüştürürken ortaya çıktı. Senaryoda “Ortadoğu ve Balkanlar'da çok meşhur” bir dizinin başrol oyuncusu geçici bir varoluşsal, sanatsal bir kriz yaşıyor, bir gece çok sarhoş olup aniden “memleketine” gidiyordu. Romanı yazarken kişisel bunalımdan daha güçlü bir itici güç olması gerektiğini düşündüm. Günümüzde bir sürü insan muhalif bir tavır gösterdiği için işini kaybediyor. Bahar'ı çok derinlikli olmasa da bir tür politik bilince sahip bir karakter olarak kurgulamak da, romanın hikâye kurgusunda işe yaradı.
Kitabın başlarında toplumsal bir baskının içerisinde kendi istediği hayatı kurmaya çalışan bir kadının hikâyesine odaklanacağımızı düşünürken Maya karakterinin ortaya çıkışıyla bir aşk romanı okuduğumuzu görüyoruz. İlişki anlatımına da farklı bir yerden bakan vampir figürünü, üstelik insan kanı içemiyor oluşu gibi alıştığımız vampir temsilinin ötesinde bir vampir karakterini yaratma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu öyküyü en başından beri bir aşk hikâyesi olarak kurgulamıştım. Vampir temsili olarak da, bu kadar tanıdık bir şeyi kullanırken farklı bir bakış açısı bulmam gerektiğini düşündüm. Vampir hikâyesi türünde yapılmış, yazılmış binlerce şey var. Yıllar önce Anne Rice’ın Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) kitabından Neil Jordan’ın uyarladığı filmi izledim, romanını da okumuştum ve çok etkilenmiştim. O zamana kadar anlatılan vampir figürü her şeyi yapabilen, çok güçlü, düşman karakterlerdi. Ama Anne Rice’ın anlattığı vampirler kendilerine ne olduğunu bilmeyen, her şeyden, hatta insanlardan da çok korkan vampirlerdi ve o hikâyenin vampirlerin gözünden anlatılıyor olması onu çok daha güçlü kılmıştı benim için. Ben de romanda bu bakış açısına “kıyamet” boyutu katmaya çalıştım. İnsanoğlu doğayı, dünyayı ve en başta kendini de bozduğu için artık insan kanı vampirlere zararlı geliyor. Benim vampirlerim artık kan içemiyorlar, güçsüz düşmüş, insanlardan daha zavallı bir hâle gelmişler.
Kitaptaki çizimler de size ait. Hikâyeyi desene aktarma sürecinden söz eder misiniz?
Kitap illüstrasyonları normalde bir karakteri ya da sahneyi tasvir eder. Bu kitapta biraz farklı. Desenler doğrudan hikâyeyle bağlı değil. Yazarken bir yandan bir şeyler çizmeye başlamıştım, bunlar kitaptan sahneler değil ama aslında kitabın duygusunu, atmosferini bir şekilde aktaran desenler. Normalde akrilik veya sulu boya ile çalışıyorum, kâğıt üstünde biten resimler yapıyorum fakat bu kitap için dijital kolajlar yaptım. Buradaki desenler boya ile oluşturulmuş bir altyapıya dijital ortamda eklemeler yaptığım kolajlar.
“Mahlukat Bahçesi” adını verdiğiniz serinizde her bir resmin altında küçük notlar yer alıyordu. Kitapta yer alan çizimlerde dipnotlar olmasa da hikâyeye dair ortak hislerde buluşabiliyoruz. Zaman içerisinde başka yazarlarla da çizimlerinizle ortak çalışmalar yaptınız. Çizmeye başladığınızda sizin için belirleyici olan bir his ya da duygu durumu var mı?
“Mahlukat Bahçesi” bir proje olarak başlamamıştı. Serra Yılmaz’a doğum günü için fil kafalı bir adam çizip hediye ettim ve çok beğenip bunu devam ettirmem için beni cesaretlendirdi. Sonra birdenbire her gün çizmeye başladım. Sokakta duyduğum sözleri not alarak altına eklediğim desenler serisi oluşmaya başladı zamanla. Hem kişisel hayatımın, hem de ülkenin çok zor bir döneminde, kendime bir tür nefes alanı açmama yardımcı oldu o desenler. Mehmet Yaşin’le birlikte çalışmaya başlamamız onun “Mahlukat Bahçesi” serisinden iki deseni çok sevip onlardan esinlenerek şiir yazmasıyla başladı. Sonra ona, “Ben senin şiirlerine özel bir şeyler çizeyim” diye önerdim. Yaklaşık bir buçuk yıl süren karşılıklı çalıştığımız bir sürecin ardından Abuk kitabında yer alan çizimler çıktı ortaya. Hasan Ali Toptaş’ın Gecenin Gecesi kitabında çizimlerimin yer alması ise yayınevinin fikriydi, çok daha çabuk gelişen bir işti.
İlk gösterimini geçen eylül ayında Adana Film Festivali’nde yapan filminiz Sofra Sırları’ndan da söz etmek istiyorum. Ana karakter Neslihan’ın (Demet Evgar) kendini inandırdığı, gerçek olmayan bir dünyası var ve bir gün bir şekilde kendi kendine kurduğu dünyanın gerçek olmadığını görüp bir yıkım yaşıyor. Bu yıkım sonrası oluşan dönüşüm hâlini bu şekilde anlatmaya nasıl karar verdiniz?
90’larda Barış Pirhasan, bundan çok güzel bir film çıkabilir diyerek Roald Dahl’ın bir hikâyesini okumamı tavsiye etmişti. O hikâyede kadın kocasını donmuş kuzu buduyla öldürür. Neslihan gibi kocasını çok seven biriyken kocası ondan ayrılmak istediğinde ona yemek yapar ve tartıştıkları bir anda kuzu budunu adamın kafasına indirip kocasını öldürür. Sonra da cinayet aletini aramak için gelen polislere o kuzu budunu pişirip yedirir ve hikâye biter. Bu hikâye beni çok etkilemişti. Bir dönem İngiltere’de yaşıyordum, orada yemek programları Türkiye’den çok önce popüler olmuştu ve programa katılan insanlar birer star hâline geliyorlardı zamanla. Londra’da yaşayan, kendisini oradaki bir star aşçı ile özdeşleştiren bir Türk kadını hayal etmiştim. Senaryonun ilk hâli 2004-2005 döneminde çıktı, İngiltere’de bir yapımcıyla anlaşmıştım ve orada filmi yapmaya çalışmıştım fakat bütçe sebebiyle olamadı. Yıllar içinde rafa kaldırdığım bir projeye dönüşmüştü ardından senaryoyu Türkiye’ye uyarlamaya karar verdim ve o esnada da orijinal hikâyenin haklarını almak istedim, ama kapalı olduğu için alamadık. O yüzden ben de ondan esinlenerek yepyeni bir hikâye şeklinde yazdım ve yıkım sonrası ortaya çıkan dönüşüm hâli de bu şekilde kendini gösterdi.
Çektiğiniz filmler ve yazdığınız romanlar üzerinden, hayallerle gerçeğin çok iç içe girdiği ve belirsizleştiği hikâye kurgularının sizin anlatım tarzınızı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Mekân ve uzamın farklılaştığı ya da hep başka perspektiflerden dinlediğimiz hikâyelerde ana mesele hep bir kadın karakter üzerinden ilerliyor. Bunu seçmenizin belirli bir sebebi var mı?
İlk işim Teyzem’den beri kadınların dünyasına kendimi bir şekilde yakın hissediyorum. Ama bir yandan da aslında birçok yönetmenin, yazarın aksine “bir kadın hikâyesi anlatıyorum” diyerek anlatmıyorum. Yazdığım karaktere mümkün olduğunca “içeriden” bakarak onun aracılığıyla kendi dertlerimi ve acılarımı da anlatıyorum. Aslında her yazar bir şekilde kendini yazıyor ve kendine benzeyen şeyler yaratıyorsun. Kişiliğinin tuhaf, kendine bile itiraf etmediğin taraflarını yazdığın irili ufaklı karakterlere yansıtıyorsun. Bana Göre Kıyamet’teki Bahar da benim, Sofra Sırları’ndaki Neslihan da; ama aynı zamanda romandaki yaşlı eczacı da benim, kahveci çırağı Kamil de.
Son olarak, üzerinde çalıştığınız ve yakın zamanda gerçekleşecek bir projeniz var mı?
En yakın ve kesin olan “proje” nisan ayında açılacak olan sergim: “Kuşlar, yüzler ve diğer şeyler.” Son iki yıldır biriken yeni işlerimi kapsıyor, Istanbul Concept adlı galeride, 5 Nisan'da açılacak, ay sonuna kadar sürecek. Onun dışında iki uzun metraj projesi için yapımcılarla görüşüyorum. Şu an ikisinden de bahsetmek için erken, hangisi gerçekleşir, bakalım...