Yıl 2017’ydi ve Orwell’in 1948 yılında yazdığı 1984, listelerin zirvesindeydi. Aynı nehirde iki kere yıkanmak mümkün, eskiye geri dönmek olası değildi...
13 Temmuz 2017 13:56
“Parti sloganında ne deniyordu: ‘Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.’”1
2017’nin ilk günleri, tuhaf sayılacak bir olayla tarihe geçti: Kitap satışlarının tavan yaptığı yılın bu en önemli günlerinde, dünya devi Amazon’un çok satan kitaplar listesinin zirvesinde yeni bir kitap değil, 1949’ta yayımlanmış bir klasik, George Orwell’in 1984’ü yer almaktaydı. Aynı günlerde, Oxford Sözlüğü, yılın kelimesinin ‘post-gerçek’ olduğunu açıklıyor; yeni seçilmiş ABD başkanının başdanışmanı ise doğru olmadığı bilinen birtakım iddialarında ısrar ederken bunları ‘alternatif gerçekler’ adıyla sunuyordu. 1984’ün yayıncısı Penguin, başkanlık seçimlerinin ardından acilen yeni bir baskı yapıldığını duyurdu.2 Gerçekliğin zemini hafif hafif kayarak kurmacanın tezahürüne yer hazırlamış, Orwell’in gelecek tasvirinde yer alan yenisöylem ve çiftdüşün gibi pratikler -siyaset arenasında evvelden beri sömürülse de bu defa inkâr edilemeyecek denli baskın ve belirgin olarak- reel yaşama yansımıştı şimdi. Yıl 2017’ydi ve Orwell’in 1948’de yazdığı 1984, listelerin zirvesindeydi. Aynı nehirde iki kere yıkanmak mümkün, geçmişe geri dönmek olası değildi, gelgelelim bir nehir gibi çağlayarak ileriye doğru aktığına inandığımız zaman, belki de durgun bir su birikintisinden ibaretti.
Orwell, 1984’te bir kâbusu resmetmişti; her hareketin gözetlendiği, her adımın denetlendiği ve propagandadan farkı kalmayan hakikatin müphem bir zemine yerleşerek yitip gittiği bir kâbusu... Roman, Winston Smith’in gizlice edindiği defteri açarak ilk aykırı3 eylemini gerçekleştirişi ve herkesi her an gözetleyen tele-ekranın onu seçemeyeceği bir noktaya sığışıp günce tutmaya koyuluşuyla açılıyordu. Yazmak, hele de zihinden geçenleri öylece, olduğu gibi sayfalara akıtmak, kuşkusuz ki ne düşüneceğinize dahi karar veren bir aygıta göre sapkın ve cezaya tabi bir eylemdi; Winston içinse direnişin ilk adımı, hatta ta kendisiydi. Winston, 1984 yılında olduğunu her anımsadığında “gerçekten 1984 yılındaysak eğer” diyerek şerh düşüyor; sözcükleri, kavramları tekeli altına alıp onlarla gönlünce oynadığı gibi kronolojiye de hükmeden bir diktada, kendi hakikatinden koparılmış vaziyette yaşadığını anımsama ihtiyacı duyuyordu. Gerçeklik, sürekli sorgulanıyordu ama daimi bir karanlık hâkimdi.
“Batan bir gemideyseniz batan gemileri düşünürsünüz.”4
Yıl, 1959. On dokuzuna henüz basmış Baldur Haase alelade bir Doğu Almanya vatandaşıydı ve “kötü bir şey yapmamış olmasına karşın”5 tutuklandı: Suçu, Batı Almanya’da yaşayan bir dostunun vasıtasıyla George Orwell’in 1984’ünü temin etmek, temin ettiği bu yasaklı kitabı başkalarına ödünç vermek ve bu vesileyle vatana ihanetti. Haase, üç yıl üç aylık hapis cezasından sonra şartlı salıverilecek ve Doğu Almanya’nın çöküşüne değin Devlet Güvenlik Bakanlığı Stasi tarafından takip edilecekti. Komünizmi kötülediği öne sürülen yasaklı bir kitabı evinde bulundurduğu ve onu övdüğü için tutuklanmıştı Haase; Doğu Almanya yıkıldıktan sonra kendisini ele verenin ablasının eşi olduğunu öğrenecek ve Stasi’nin Büyük Birader’den farksız biçimde her an, her yerde ensesinde olduğunu yeniden fark edecekti. Öte yandan Stasi’nin haberdar olmadığı, polisin aramada bulamadığı bir şey vardı: O da, tıpkı Winston Smith gibi, ondan ilhamla bir günce tutmuş ve güncesini, yine tıpkı onun gibi bir tahta parçasının altına, bahçesinde bir yere gizlemişti. Güncesi, sonradan yazdıklarına bakılırsa 1984’ü bulundurmaktan çok daha vahim suçlar içeriyor, örneğin Walter Ulbricht’i Büyük Birader olarak tasvir ettiği karikatürlerden devlet politikalarıyla dalga geçtiği notlara varana değin giydiği hükmü ağırlaştıracak diğer düşünce suçları kapsamında kayıtlar barındırıyordu. Haase’nin güncesi kimsenin eline geçmedi ve bu genç adam, Saksonya’daki Waldheim Cezaevi’nde yattığı süre boyunca Doğu Alman propaganda broşürlerinin basımına yönelik matbaa işlerinde görev aldı.6 Sonraları yazdığı kitapta da anlatacağı üzere Haase, Batı Almanya’yı lanetleyen bu propaganda mekanizmasında yer almaya mecbur kalacak, kendisinin de tıpkı Winston Smith gibi “sağaltılıp” sadık bir Doğu Alman vatandaşına dönüştürüldüğünden ve gençliğinin yitiminin hesabını bir türlü göremediğinden bahsedecekti.7
Orwell’den ilham alan tek Doğu Alman vatandaşı Haase değildi; Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi metinleri bulundurmaktan hapis yatmış başkaları da vardı.8 Gelgelelim bunlardan en ilgi çekici olanı, Orwell hayranlığı yüzünden asla hüküm giymeyecek olan biriydi; bu şahıs, gelmiş geçmiş en dehşetli istihbarat, takip ve işkence mekanizmalarını yönetmiş Stasi’nin uzun yıllar başında bulunan Erich Mielke’ydi. Mielke, anlatılanlara bakılırsa kendine, tıpkı 1984’teki gibi 101 Numaralı Oda olarak anılacak bir ofis yaratmak istemiş, odası bakanlık binasının ikinci katında olduğu için de bu isteğini birinci katın adını Mezanin olarak değiştirerek elde etmişti.9 101 Numaralı Oda, Orwell’in romanında Sevgi Bakanlığı’nın işkence odasıydı ve burada işkence görenler, en derin korkuları ne ise ona maruz bırakılmaktaydı. Bir korku imparatorluğunun inşasında oynadığı muazzam rol düşünüldüğünde, Mielke’nin, kurmacadan ilhamla yarattığı 101 Numaralı Oda’sında neler döndüğüne kafa yormak pek de cazip değil; ancak 1984’ün hem direnişçiye hem de işkenceciye ilham kaynağı olduğu aşikâr. Asıl 101 Numaralı Oda’nın ise, bir süreliğine bizzat İstihbarat Bakanlığı için çalışan ve BBC’nin Hindistan’a yönelik yayınladığı propaganda metinlerini yazan Orwell’in, radyo binasında sıkıcı mı sıkıcı toplantılara katıldığı konferans salonunun adı olduğunu belirtmek gerek. Orwell, 1942 yılında kendi güncesine, “Propagandanın her türlüsü yalandır, gerçekler söylendiğinde bile,” diye not düşecek, Doğu Bloğu ve Sovyet Rusya’nın antikomünist propaganda malzemesi olarak damgalayarak yasakladığı 1984 -Amerikan Kütüphaneler Birliği’nce de sosyalizm propagandası yaptığı iddialarıyla gündeme gelmiştir- aradan onca yıl geçtikten sonra, bir gayrimenkul milyarderinin ABD başkanlığı vesilesiyle yeniden büyük ilgi görecekti... Tüm bu çelişkiler baş döndürücü; zamanın alaycılığı can yakıcıydı.
“Her eserin, sonsuz sayıda çeşitlemesi yazılabilir muhtemelen.”10
Orwell’in 1984’ünde, romanları şablonlar uygulayan makineler yazıyordu. 1994 yılında Peter Huber, 1984’ten ilhamla Orwell’in İntikamı’nı yazdı. Aslında kitabın büyük kısmını Orwell (ya da bir makine) yazmış, Huber, Orwell’in 1984’ü de dahil olmak üzere kitapları, makaleleri, mektupları, BBC programları ve Michael Shelden imzalı resmi biyografisinin taranıp yüklendiği veri tabanının yardımıyla yazılmış satırları elden geçirmişti. Kitabın bir kısmı, Orwell’in kendi cümlelerinin kesilip yapıştırılmasıyla kotarılmış ve ‘alternatif’ bir 1984 ortaya çıkmıştı. Huber, Orwell’in fena halde yanıldığı, teknolojiyi şeytani bir çerçevede yansıttığı kanısındaydı ve onun metninde merkezi dikta, tele-ekranlar sayesinde çökertiliyordu, zira Parti neyin peşinde olursa olsun, tele-ekranlar “bilgiyi dağıtarak ve yansıtarak hafıza yaratacak, ortak hafızayı inşa edecekti.”11 Doksanlı yıllardan atılan bu retrospektif bakışın ne denli sağlıklı olduğu tartışmaya açık, fakat Huber’in girişimi cüretiyle takdire, savunduğu tez ile ilgiye şayandı yine de. Günümüzden geriye bakılacak olduğunda ise Huber’in, Orwell’in yanıldığını söylerken fazlaca kati konuştuğu söylenebilirdi; öyle ki o, Büyük Birader’in teknoloji karşısında muhakkak yıpranacağına inanmış, teknolojinin bütün kötülüklerle savaşabileceğini sanmıştı. Oysa çağın gerçekleri, şimdilik Orwell’i haklı çıkarmış gibi görünüyordu, zira Büyük Birader hâlâ afiyette ve hâlâ her yerdeydi; herkes, ama herkes mercek altında, kayıtlara tabiydi. Baskın iktidar mekanizmalarının yöntemleri bir yana, kendi rızamızla dahil olduğumuz ağlar hakkımızda her türlü veriyi kaydediyor, saklıyor ve pazarlıyordu. Akıllı telefonlara bağımlı, onlara hizmet eden serf’lerdik şimdi daha ziyade; yeni bağlar kurup özgürleşmektense kendimizle ilgili tüm istihbaratı ilgililere gönüllü olarak sunan ve “makine” için çalışan serf’ler. Gelecek, distopik metinlerde okuduğumuz türden dehşetlere ya da akla hayale sığmayacak kabuslara gebe olabilirdi; kırklarda yazılmış bir distopya metninin herhangi bir güncel edebiyat eserinden daha çok rağbet görmesi, belki de ufukta olana dair bir emareydi; belki de bunların hepsi, bir tür hezeyandan ibaretti, bilinmezdi... Her hâlükârda günümüzün gerçekliğinde teknolojiyi iktidardan azade düşünmek pek mümkün değildi ve çağın, iyimserliğe zemin sağladığı söylenemezdi.
“Tüm gücüyle metne hakim olmaya uğraştı, halbuki kelimeler onu çoktan ele geçirmiş ve okumaya başlamıştı bile.”12
Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, sitenin aylık kullanıcı sayısının ayda iki milyara ulaştığını açıkladı geçen hafta; gezegen nüfusunun neredeyse üçte biri, bu ağa mensup artık demek ki. Zuckerberg’in teknoloji devlerini temsilen tanıdığımız yüzlerden en sevimlisi olduğu söylenebilir; Huber’in romanı Orwell’in İntikamı’nı da yeniden gündeme getiren yine kendisi, onu da belirtmek gerek; Zuckerberg, kitabı, internetin toplumu nasıl geliştireceğine yönelik bir metin olarak niteleyip kitap kulübüne önermiş. Zuckerberg’in Facebook ofisinden paylaştığı fotoğrafta bilgisayarının webcam’inin üzerinin bantlı olduğunun seçilmesi ise ya temkini asla elden bırakmadığına ya da Büyük Birader’in orada bir yerde, seyir halinde olduğuna dair bir işaret olsa gerek.
Alternatif gerçeklerin huzurundayız şimdi... İki artı iki beş mi ederdi?