Geleceği kurmak: Küresel iklim hareketinde yeni dalga aktivizm

İstanbul Politikalar Merkezi'nden hekim ve akademisyen Ümit Şahin’le 68’den bugüne üç kuşak aktivizmi, toplumsal hareketlerin kırılma noktalarını ve bugün çocukların örgütlediği “yeni dalga” iklim hareketini konuştuk.

19 Şubat 2020 17:00

İlk olarak, iklim adaleti konusunda sizin “yeni dalga aktivizm” olarak adlandırdığınız şeyin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl dönüştüğünü konuşmak isterim. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti? Hareketler birbirini nasıl etkiledi?

Aslında her şey 1968’de başladı. İlginç bir tesadüf, Greta da grevine 2018’de, 68’in 50. yılında başladı. 68’de iklim değişikliğinin bu kadar ciddi bir sorun olduğu henüz bilinmiyordu. İklim değişikliği bilim çevrelerinde bilinmesine karşın, kamuoyuna mal olmuş bir sorun değildi, buna daha 20 yıl vardı.

"Her şeyin 68’de başlaması"ndan kastım, bunun ağırlıklı olarak bir gençlik hareketi olması, düzene tabandan karşı çıkan, değiştirmeye çalışan, ama bunu eski model örgütlü parti kurumlarıyla yapmayan, parlamenter mücadeleyle ya da devrimci bir parti stratejisiyle sınırlı tutmayan yeni bir tür devrim anlayışının o zaman ortaya çıkması. Bu kuşağın ilk çocuğu, 70’lerin başlarında ortaya çıkan Yeşil Hareket'tir. Bugün geri dönüp baktığımızda, o zamanki tepkinin daha çok muhafazakârlığa, savaşa ve nükleer silahlanmaya karşı olduğunu görürüz. Ağırlıklı olarak kurulu düzenin muhafazakâr yapısına karşı bir ayaklanmaydı 68. Ama sürdürülebilirlik kavramı da o dönem doğmuştur. Bilim insanları tarafından dile getirilen “İleride yaşayacağımız bir dünya olmayacak” söylemini politikaya uyarlayan da 68 Kuşağı ve Yeşil Hareket’tir. Aradaki fark şu; o dönem bilim çevrelerinin öne sürdüğü üç temel kaygı vardı. Birincisi, kirliliğin yayılmasıydı. Bu konu Rachel Carson’un 1962’de yayımlanan Sessiz Bahar kitabıyla popüler hale gelmişti. Kimyasal ve radyoaktif kirliliğin çok yayıldığı ve artık başa çıkamayacağımız bir düzeye geleceği uyarısı yapılıyordu. İkincisi, kaynakların tükenmesiydi. Başta su, toprak gibi doğal varlıkların, ama petrol, madenler gibi endüstriyel uygarlığı mümkün kılan temel kaynakların hızla tükeniyor olmasından da bahsediliyordu. (Büyümenin Sınırları Raporu). Üçüncüsü de nüfus artışının ciddi boyutlara varmasıydı. Dünya nüfusu 1960’larda 3 milyarı aşmıştı ve bu artışın, kaynakların tükenmesini ve kirlenmeyi hızlandırdığı düşünülüyordu. Bu üçgende eksik olan şey, henüz iklim değişikliğinin bugünkü kadar hızlanmamış olmasıydı. İklim değişikliği gözle görülür hale gelmediği için, insanın ağırlıklı olarak biyosferi tehdit ettiği düşünülüyordu. Biyosferi tehdit etmek derken, su, toprak, türlerin yokoluşu, doğal yaşam alanlarının ortadan kalkması, ormansızlaşma gibi insanın ekosistem üzerindeki baskısından bahsediliyordu. Ekosistem üzerindeki baskı, ekolojik denge söylemini, ekolojik denge de ekolojizm düşüncesini doğurdu.

Ancak 1988’den sonra insan faaliyetlerinin sadece biyosfer üzerinde değil, aynı zamanda atmosfer ve okyanuslar üzerinde de etkili olduğu anlaşıldı. Bu, tarihte ilk defa ortaya çıkan bir durumdu ve kavramak kolay olmadı. Ben hâlâ yeterince kavranamadığını düşünüyorum. Dünyadaki bilim insanlarının çoğu, insanın biyosfer ve canlı yaşam üzerindeki etkisini göz önünde bulunduruyor. Aşırı avlanma, kirlilik, habitatların yok edilmesi gibi. Bunlar hakikaten çok önemli baskılar, fakat tarihte bunlar hep vardı ve son dönemde hızlandı. Oysa insan tarafından atmosferin ve okyanusun kimyasal bileşimini değiştirecek düzeyde bir baskının da olduğu, iklim değişikliği kavrandıktan sonra anlaşıldı. İşte bu, geri dönülmez olan gelişmeydi.

Kirliliği, nükleer silahlanmayı durdurabilirsiniz, filtreleyerek fabrika atıklarını kısmen zararsız hale getirebilirsiniz, kaynak kullanımını sınırlayabilirsiniz. 1970’lerin çevrecilik anlayışıyla bunlar mümkündür. Bugün karşı karşıya olduğumuz durum ise, atmosferin ve hidrosferin bileşiminin değişmesi – bu da geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru gidilmesi demek. İnsan, hiçbir zaman karbondioksit seviyesinin bu kadar yüksek olduğu bir atmosferde yaşamadı. Homo sapiens tarihine, hatta Homo sapiens’in atalarının tarihine bakarsanız, en fazla 3-4 milyon yıl geriye gidebilirsiniz. Karbondioksit miktarı bugünkü seviyesine (415 ppm) en son 3.5 milyon yıl önce çıkmıştı. Bu, görülmemiş bir seviye. İnsanlık, şu an sadece canlı ekosistemini değil, bütün yeryüzü sistemini bozuyor. Yeryüzü sisteminin bütün büyük mekanizmalarını tahrip ediyor. Bu anlaşıldıktan sonra hareketler de değişti., Başa dönersek, ben mevcut hareketlerin tamamı gibi, bugün çocukların öncülüğünde örgütlenen hareketin de 68’in mirası olduğunu düşünüyorum.  

Ulus Baker’in 1994’te yayımlanan Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme’de önemli bir tespiti olmuştu. Baker, eski Aydınlanma retoriğinin “olgusal” olarak iflas ettiğini belirtirken, “barışın güçsüz, kırık dökük kurumları” olarak addedilen ekoloji, feminizm ve halk hareketlerinin zayıflığının nedenlerini, bu fikirleri ayakta tutan düşüncelerin zayıflığında değil, 68 sonrası sahneye çıkan global oluşumların / neoliberalizmin gereğinden fazla güçlenmesinde ve bunun zorunlu sonuçlarında aranması gerektiğini vurguluyordu.

Ekolojik krizi çocukların ele almış olmasını nasıl yorumluyorsunuz? 68’de halk hareketleri, mevcut iktidarı aşındırmıştı. Bugün de büyük güçlerin, devletlerin küresel çapta itibar kaybettiği bir dönemdeyiz. Size göre ahlaki çöküş mü çocukları harekete geçirdi, matematiksel olarak iklim krizinin artık görmezden gelinemeyecek bir hal alması, kritik eşiğin aşıldığının aşikâr olması mı?  

Bence temel neden ikincisiydi; insanın artık yeryüzünün sistemini, temel mekanizmasını bozacak, hatta neredeyse dünyayı yok edecek kozmik bir güce, bir meteora, hatta asteroide dönüşmüş olması nedeniyle konu fazlasıyla görünür hale geldi. İklim değişikliği ile ilgili bilimsel kaynaklara bakarsanız, aslında ısınmanın 1980’den sonra hızlandığını görürsünüz. Isınma her ne kadar 18. Yüzyıldan itibaren sanayi devrimi ile atmosferde karbondioksit birikmesi sonucunda başladıysa da, birikmenin büyük kısmı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti ve durumun “ısınmaya” dönüşmesi, büyük ölçüde 1980’den sonra oldu. Küresel ısınma ile ilgili veriler, somut olarak 1988’de iklimbilimci James Hansen tarafından açıklandı. İnsanlar, konuyu bu dönemde yavaş yavaş anlamaya başladı. Şimdi aradan otuz sene geçti, bu da demektir ki, toplumsal “gecikme” otuz sene. 1988’de James Hansen konuştu, 2018’de Greta sahneye çıktı. Bu gecikme, belki de doğal bir gecikmedir. Fakat bunun esas büyük nedeni, toplumsal uyanışın yavaşlığı değil, karbondioksit artışının neden olduğu ısınmanın sonuçlarının son yıllarda çığırından çıkmasıdır. Örneğin, 2005’te Katrina kasırgası olduğu zaman çok büyük gürültü koparmıştı. Böyle bir şey ilk defa yaşanıyordu. Bugün, her sene Katrina büyüklüğünde felaketler yaşanıyor. Geçen yıl Kaliforniya’daki yangın büyük bir olay olmuştu, bu yıl Avustralya’nın neredeyse tamamı yandı. Dikkat ederseniz Greta’nın eylemine başlaması da İsveç’te durdurulamayan orman yangınlarından sonra olmuştu. İsveç’te ormanların yanması beklenmedik bir şeydi. Bu olayın kendisi de, net bir şekilde, etkilerin artık tartışılmaz hale gelmesiyle alakalı. 2020 yılındayız, artık yeni bir onyıl başladı. Avustralya’da yaşananlar sadece bir fragman. Önümüzdeki onyılda, buna benzer çok büyük felaketler göreceğiz.

Aktivizme geri dönecek olursam; “barışın güçsüz, kırık dökük kurumları” dediğimiz kurumlara dair şunu söyleyebilirim; bence toplumsal anlamda da politik anlamda da değişen bir şey yok. Fakat bu hareketlerin söyleminin alımlanması değişti. Çünkü durum çığırından çıktı. Bu durum, önceleri bir avuç ekolojistin ve çevrecinin felaket tellallığı yapması, insanlara korku salması olarak algılanırken, bugün herhangi birine sorduğumuzda, rahatlıkla çok tuhaf şeyler olduğunu söyleyebiliyor. Kışın ortasında 15-20 derecelik sıcaklıklar görüyoruz, insanlar iklim krizini artık kendi hayatında deneyimlemeye ve büyük felaketleri her gün üst üste görmeye başladı. Bir felaketin üzerinden beş sene geçtiğinde, pek çok kişi hatırlamaz; unutur, zaten unutmak istersiniz. Ama şu an afetler unutamayacağımız kadar sıklaştı ve boyutları büyüdü. Dolayısıyla temel mesele, bu hareketlerin güçlü hale gelmesinden ziyade, hareketlerin söylediği şeylerin görünür hale gelmesi. 1988 ile 2018 arasındaki, toplumsal uyanıştaki otuz yıllık gecikmeden bahsetmiştim, o aradaki otuz yıl içinde aslında çok fazla şey oldu. Yeşillerin, çevrecilerin, ekolojistlerin, Sosyal Forum hareketlerinin ve antikapitalist hareketlerin bu konuyu ele alması ciddi bir öncü hareket oluşturdu. Fakat bu öncü hareket dönemi 2018’de kapandı ve hareket küresel düzeyde kitleselleşti. Ben arada ciddi bir kırılma olduğunu düşünüyorum.  

1968 - 1988 - 2018... Birincisinde 20, ikincisinde 30 yıl arayla, iki kırılmadan, iki ayrı aktivizm dalgasından bahsediyoruz. Bu süreçte konunun “kriz” seviyesine gelmesi ve daha geniş kitlelerce algılanmasını sağlayan majör gelişmeler neler oldu?

1968-1988 arası iklim değişikliğinden ziyade ekolojik krizden bahsedilen bir dönem. 88’den sonra Yeşiller ve ekolojistler tarafından iklim krizinden bahsedilmeye başlandı. 1988’de James Hansen konuştu, aynı yıl Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) kuruldu ve 1990’da ilk raporunu yayınladı. 1992’de Çerçeve Sözleşme imzalandı. 1988, 1990, 1992, bu üç dört yıl içinde çok hızlı bir şekilde iklim değişikliği meselesi gündeme geldi. Yine hareket üzerinden bakarsanız, sokakta olanlar, bu konuyu konuşanlar, hükümetleri harekete geçmeye zorlayanlar Yeşiller ve ekolojistlerdi. Bir de elbette bu konuyu ciddiye alan bilim insanları. O dönemden sonra ilk defa ciddi şekilde bu konunun gündeme gelmesi 2009’da Kopenhag’da oldu. Bu ilginçtir aslında, Kopenhag’da ilk defa, o zamana kadar pek de ortalıkta olmayan çevreciler devreye girdi. Çevreci tanımını çok geniş tutup Yeşiller’i de içine dahil edebilirsiniz fakat çevre kirliliği, toprak, tarım, gıda gibi konularla uğraşan daha klasik, ana akım çevrecilerin meseleyi fark etmeleri de bu Kopehhag dönemine tekabül ediyor. Sierra Club’a ya da Türkiye’deki Tema Vakfı’na da bakarsak bu ilginin oluşmasının o tarihlere denk geldiğini görebiliriz. Peki neden böyle oldu? Çünkü Kopenhag çok büyük bir telaş yarattı. 2009’da artık felaketler görünür hale gelmeye başlamıştı ve Kopenhag son şanstı. Buradan yeni bir anlaşma çıkması beklentisi vardı fakat Kopenhag çöktü. Zirvede hiçbir başarı sağlanamadı ve bunun üzerine hareket dağıldı. O dönem hareketi bir nebze toparlayan 350.org’un dışında, ciddi anlamda bir yeniden toparlanma ancak Paris Anlaşması’yla oldu. O andan itibaren de felaketlerin hızlanması, her yılın yeni sıcaklık rekorları kırması, mevsimlerin tamamen kayması gibi pek çok görünür mesele nedeniyle ve elbette Paris Anlaşması’nın bir umut yaratması sayesinde daha geniş kesimler konuyla ilgilenmeye başladı.

Ama esas kırılma, bence Greta’nın ortaya çıkışıdır. Greta aslında çocukların iklim aktivizmine girmelerinin ilk örneği değil. Önceki yıllarda bunun pek çok örneği var. 2014’te New York’ta yapılan Halkların İklim Yürüyüşünde (People's Climate March) çocuklar var, Kızılderili çocuklar var, Asya’daki çocuklar var. Çocuklar zaten bu işin içindeydi. Fakat Greta’nın çıkışı bir tür Kritik Kütlenin aşılmasını sağladı. Greta’nın tanınmasında onun dilinin, söyleminin –belki sendromunun sayesinde–  farklı ve yeni olmasının, daha doğrudan, yüzümüze vurarak konuşmasının da etkisi oldu. Greta, bizim 80’lerde 90’larda hatta 2000’lerde geleceğini söylediğimiz “gelecek” kuşağın temsilcisiydi. Bizler, 2000 yılında gelecek kuşakların nasıl bir dünyada yaşayacağını konuşurken Greta yoktu, henüz doğmamıştı. Greta gelecek kuşak olarak doğdu ve ortaya çıktı. Şu anda Greta ve onun yaşındaki çocuklar aslında Yeşil Hareketin “gelecek kuşak” dediği çocuklar. Gelecek kuşaklar geldi. Geldikleri için yeni bir hareket doğdu. Bu dönemi “yeni dalga” olarak adlandırmamın sebebi de bu.

Ölçümlere göre, kaydedilen en sıcak dört yıl, geride bıraktığımız dört yıl idi. 2019, özellikle Temmuz ayı, hava olayları açısından 300’den fazla rekor kırdı. 2020’lerde, sizin söyleşinin başında “Bu yalnızca bir fragman” dediğiniz, aşırı hava olayları ile karşılaşacağımız yeni bir on yıl var önümüzde.

Bugün, iklim krizi konusunda hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak yapılması gerekenler hakkında çokça tevatür var. Krizin arşa çıktığı 2020 itibarıyla, “Ne yapmalı?” sorusuna verilebilecek yanıtlar on sene önceki yanıtlarla aynı mı sizce? Bu yeni dönemde, yapılması gerekenlerle ilgili öncelikler değişiyor mu ya da değişecek mi?

Önce şunu söyleyeyim; bu yeni kuşağın gelmesi birtakım reaksiyonel tepkilere sebep oldu. Önemli ama gözden kaçtığını düşündüğüm örneklerden bir tanesi, bizim de bir biçimde içinde bulunduğumuz, “öncüler” olarak bahsettiğimiz eski kuşağın kendilerini gölgede kalmış hissetmeleridir. Ben çevremde bunu hissediyorum. Bu insanlar şunu söylüyorlar; “Bu çocuklar iyi, hoş da, biz zaten bu mücadeleyi yıllardır veriyoruz”. Bu bir tür kendini koruma refleksi. Öncelikle, insanların şunu fark etmesi lazım; “konunun sahibi” geldi! Bu felaketten en çok etkilenecek olan yeni kuşak, gelmiş bulunuyor. Yetişkinler için çok zor bir durum olsa da, öncelikle bunu hazmetmeleri gerekiyor. Bu sorunu çözecek olan kuşak, bu kuşak. Biz her ne kadar öncülük yapmış olsak da, bu sorunu çözemedik, çuvalladık. Bizim, çuvalladığımızı kabul edip asıl mücadeleyi yürütecek olan yeni kuşağa destek olmamız ve onlarla beraber mücadele etmemiz gerekiyor. Bizim yapmamız gereken, onlara kendi doğrularımızı aktarmaya çalışmak değil, zamanın ruhuna göre hareket etmek, mücadeleyi kolektif bir hale getirmek. Dünyada milyonlarca çocuğun okul grevine çıkması, dışarıdan bir destek ya da yönlendirme ile değil, ancak o kuşağın kendi iç dinamiği ile olabilecek bir şey. Bizim kuşağın oradaki etkisi ancak arka planda olabilir. Bunu iyi anlamak gerekiyor.

Bilimsel raporlar biz ne yaparsak yapalım artık iklim değişikliğini ve olumsuz etkilerini durduramayacağımızı, 1.5 derece şansını kaybettiğimizi söylüyor. Böyle bir ortamda, kıyamet sonrasına mı hazırlanacağız?

Bunun yanı sıra, uyum / adaptasyon politikalarına ne kadar hakimiz, bu konularla ilgili kamusal anlamda bir çalışma yapılıyor mu? Bireysel olarak bizim yapabileceklerimiz nelerdir? 

Yapılan ikinci hata, ısınmayı 1.5 derecede sınırlama şansının kaybedilmiş olmasından yola çıkılarak, iklim değişikliğini sınırlamak için geç kalındığını söyleyerek ısınmayı durdurmak yerine yeni bir dünya kurmak ile uğraşalım düşüncesine atlamak. İklim kriziyle ilgili önemli işler yaptığı ve ciddi bir mücadele yürüttüğü kuşku götürmemekle birlikte bunu ekoloji hareketi de yapıyor. Bir anlamda “kaçış” olarak adlandırılabilecek bir şey bu. Kırsala dönüş gibi hareketlerin, sorunu zor ve çözülemez gibi gören, asıl mücadeleden ziyade, sonrayı planlamaya yönelen bir tarafı var. Bu benim eskiden beri eleştirdiğim bir konu. Sorun şu ki, iklim değişikliğini durdurmadığınız bir dünyaya uyum sağlayamazsınız. Mitigasyon olmadan adaptasyon olmaz. Uyum sağlayamayacağınız ve yeni bir şey de yaratamayacağınız için, istediğiniz kadar onarın, istediğiniz kadar eko komünler kurun, ya da ekolojik yaşam biçimleri üretin, iklim değişikliğini durdurmadığınız takdirde bu türden gelecek modellerinin işe yarayacağı bir dünya da kalmayacak. Dolayısıyla, mücadelenin umutsuz görünen kısmının üstünden atlayıp geleceği kurmak gibi bir hataya düşmemek gerekiyor. Yapılabilecekler konusuna gelince; ben her bireyin bireysel olarak yapabileceği dört şey olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, Greta’nın da söylediği gibi, konuyu öğretmek ve anlatmak. Bu çok önemli. Herkes biliyormuş gibi görünüyor ama konunun boyutunu ve ciddiyetini aslında çoğu insan bilmiyor. Dünyanın en zor bilimsel problemi de değil bu, anlaması oldukça basit. Dolayısıyla iyi öğrenmek ve çevrenizdekilere anlatmak, yapılması gereken en önemli şeylerden biri.

İkincisi, sokağa çıkmak. Bu sadece bir pankart taşımak da olabilir, insanları sokağa örgütlemek, motive etmek de. Hem hükümetler hem de mevcut sistem üzerinde baskı oluşturmak gerekiyor. Öncülerin de yaptığı büyük ölçüde buydu. Öncülerin yaptığı iki şeyden birincisi, mevcut bilimsel bilgiyi yaygınlaştırmaları, ikincisi de sokağa çıkmalarıdır. Bu sayede bugünkü uyanış mümkün oldu.

Üçüncüsü, bireysel karbon ayak izinizi azaltmak. Bu çaba, her ne kadar toplumsal dönüşüm olmadan faydasız gibi görünse de, vicdani ve ahlaki bir sorumluluktur. Kendi yaşam biçimimizi değiştirmeden, daha az karbon emisyonuna sebep olan, daha ekolojik ve doğaya uyumlu bir yaşam biçimine geçmeden, ya da en azından bunu denemeden, bu yönde bir niyet kurmadan mücadele edemeyiz.

Mevcut ekoloji hareketi, iklim değişikliğini durdurma konusunda siyasi mücadelenin üzerinden atlayarak, bireysel ve kolektif bir mücadele içine girme eğiliminde. Topluluk kurma, toplulukları dönüştürme gibi mikro ve yerel işlere odaklanıyorlar. Düşman, mücadele edilemeyecek kadar büyük göründüğü için yerele ve mikroya kaymak yani. Ekoloji hareketinin yerelleşmesinin nedenlerinden biri de bu.


17 Ocak 2020'de Avustralya Konsolosluğu önünde yapılan "Evimiz Yanıyor" eyleminden. Fotoğraf: Beyza Karakozak.

İklim krizinden en çok etkilenenler genellikle yoksul ülkeler. İklim mücadelesinin bir anlamda sınıf mücadelesi haline geldiği bir dönemde, mevcut ekoloji hareketine iklim mücadelesinin siyasi bir mücadele olduğunu hatırlatmak gerekiyor belki de. Bunun üzerinden atlamamızın mümkün olmadığını…

Elbette. Şunu da eklemek isterim; ikinci maddede bahsettiğim sokağa çıkmak, aslında siyasi bir mücadele, iklim adaleti mücadelesi. Sokağa çıkmak sadece bilimsel gerçekleri duyurmak amacını taşımıyor, bu konunun yarattığı sınıfsal ve toplumsal boyutu da sürekli dile getirmek anlamına geliyor.

Üçüncü maddede eleştirdiğim şey ise aslında şu; hiçbir siyasi mücadele vermeden yahut çevresini örgütlemekle uğraşmayıp, sadece kendi dar alanında, kendi evinde ekolojik ayak izini düşürmeye çalışan bir kesim var. Bu, büyük ölçüde bir tüketici hareketi aslında. Bir tüketimi dönüştürme hareketi. Bu çaba, kendi içinde, o insanlar ve aileleri için değerli olabilir, ama mücadeleyi bununla sınırlamak, iklim değişikliği açısından herhangi bir şeyi değiştirmeyeceği gibi, mücadeleye de bir katkı sunamaz. Dolayısıyla birazdan dördüncüsünü de ifade edeceğim bu dört ayağın bir araya gelmesi gerekiyor.

Dördüncüsü, biraz önce eleştirdiğim; geleceği kurmak meselesi. Geleceği kurmanın pek çok yolu var. Geleceği kurmak, örnekler oluşturmak ve olması gerekeni göstermek anlamına geliyor. Sadece bunu yapmakla yetindikleri için eleştirdiğim ekoloji topluluklarının eko köylerde, komünlerde yaptığı da böyle bir şey. Bu durum kendi içinde son derece değerli olsa da, toplumsal ve siyasi mücadele ile bir araya gelebildiği ölçüde anlamlı oluyor. Bu sadece eko köylerle, organik tarımla vs. sınırlı da değil; aynı zamanda yeni bir ekonomi modeli –mesela türetim ekonomisi gibi, şirketlerin yerine kooperatiflerin ya da toplulukların geçtiği ekonomik modeller kurmak gibi– geliştirmek ve bu yeni modelleri denemeye başlamak anlamına geliyor. Bunların olabildiğini insanlara göstermek ve siyasi mücadeleyi güçlendirmek gerekiyor. Eğer iklim değişikliği ile mücadele ediyorsanız, bahsettiğim bu dört sacayağının eksiksiz olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu ağırlıklı olarak iklim hareketi için söylüyorum. Ayrıca bir de bilim insanları, akademisyenler, kamu çalışanları, bürokratlar, politika yapıcılar var. Onların sorumlulukları elbette ayrı. Benim bu saydıklarım, bizim birey olarak iklim hareketinin içindeki sorumluluklarımız.
Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) Türkiye'nin Beşiktaş deklarasyonu.

İklim krizi, bir yönüyle, vahametinden dolayı da olabilir, insanların iştahla takip ettiği bir konu olamayabiliyor. Negatif bir algısı var; kaçışçılık (escapism) da çok yaygın. Kaçma olayını, sermaye ve erk sahipleri de gayet güzel kullanıyor. Gelgelelim, iklim hareketinin içinde olmayan fakat kendisi için ya da çocukları, torunları için endişelenen “kaygılı” yurttaşlar da var. Sıradan bir insan iklim mücadelesine nasıl dahil edilebilir? Neyin ucundan nasıl tutabilirler?

Bu escapism konusunun da eko-anksiyete dedikleri, kötü haber duymak istemeyenlerin de doğrudan iklim değişikliği ile ya da ekolojik krizle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bu ilişkilendirme bana tuhaf geliyor. Dünyada bu tür mücadeleler zaten hep benzer bir kötü haber dalgasıyla birlikte gider. Üçüncü dünya savaşını beklediğimiz zamanları hatırlıyorum: Nükleer silahlanmaya karşı mücadele eden kuşak, 70’lerde ve 80’lerde her an yeni bir dünya savaşının çıkmasından ve dünyanın nükleer silahlarla yok edilmesinden endişe duyuyorlardı. Onlar da çok iyi haberlerle yaşamıyorlardı. Her gün nükleer savaş tehlikesi ihtimaline dair haberlerle güne başlanıyordu. Yaşadığımız dönemde yeni olan, iletişim imkânlarının artması nedeniyle bu haberlerin artık her an her yerde gözümüzün önünde olması. Bununla birlikte, oyalama olanakları da epey arttı. Bugün artık dizi seyretmek bir seçenek ya da kişisel gelişim, meditasyon gibi tüketim nesnesine dönüşmüş oyalama araçlarının da kitleselleşmesi ve ticarileşmesi söz konusu. Moral bozucu görünen şey, kişisel olarak tatmin ya da mutluluk veren ya da vaat eden bu oyalama bolluğu içerisinde insanları siyaset yapmaya çağırmamız olabilir. İklim krizi konusunun özellikle moral bozucu olduğunu düşünmüyorum; savaş tehlikesinden ya da toplumsal eşitsizliklerden, açlıktan ölen insanlardan, yok olan türlerden daha moral bozucu değil. Moral bozucu olan, bir bütün olarak gidişat. Modern toplumun bir özelliği bu. Kötü haberler eksponansiyel şekilde, giderek hızlanarak artıyor.

Sıradan bir insan için nereden başlanabileceği sorusuna çok kişisel bir yanıt vereceğim. Benim kendi deneyimim; ancak sokağa çıkarak başlanabildiği yönünde. Bu işin okulunu bitirip dört sene doktora yapmanız gerekmiyor. Bu iş, bulduğunuz ilk eyleme, mitinge, kampanyaya ya da gösteriye katılmakla –ille de sokakta olması gerekmiyor elbette– bir toplantıya veya kampanyaya katılmakla ya da çevrenizdekileri örgütlemekle ile başlar. Meseleyi fazlasıyla entelektüalize etmek de hareketten kopuşu kolaylaştırabiliyor. Birinci maddede bahsettiğim gibi, elbette bilmek ve anlatmak gerekiyor ama, eyleme geçmek, harekete geçmek hepsinden daha önemli. Aktivizmin en önemli işlevi, harekete geçmekten çok insanlara örnek olmaktır. Siz sokağa çıktığınızda, elinize bir pankart aldığınızda, diğer insanları da bunu yapmaya çağırırsınız, çevrenizdekilere örnek olursunuz, motive edersiniz ve harekete geçirirsiniz. O adımı attığınız anda zaten bütün yaşam biçiminizi değiştirmeyi düşünmeye başlarsınız. Bindiğiniz uçağı ya da arabanızı sorgulamaya başlarsınız. Sokağa çıkarak, aynı zamanda, kendi yaşam biçiminizi değiştirmek zorunda olduğunuzu hissedersiniz. Bir yandan iklim adaletini örgütlerken, diğer yanda cipinize atlayıp bir yerlere gidemezsiniz. Aktivizm, yavaş yavaş sizi dönüştürmeye başlar. Domino taşı gibi gider... Yeter ki bir noktada kaçmayın! İnsanın, kendini kaçıştan korumanın bir yolunu bulması gerekiyor.  

Londra, Ekim 2019. Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) eyleminden. Fotoğraf: Crispin Hughes

İklim krizinin ve iklim adaletinin farklı disiplinlerle birlikte içselleştirilmesi, konunun anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayabilir. Sizin bu disiplinler arası yaklaşım ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? İstanbul Politikalar Merkezi’nde (IPM) iklim meselesini farklı disiplinlerle birlikte nasıl ele alıyorsunuz?

Konuşmamızın bir bölümünde kuşak reaksiyonerliğinden bahsetmiştim, onun bir benzeri akademide de var.  Eski bilim anlayışının tek disiplinci, determinist yapısı iklim bilimini ya da iklim değişikliğini anlamaya yetmiyor. Hatta yetmediği gibi, birçok yanlış anlamalara da neden oluyor. Bugün bu konuyu kendi alanları gibi gören bazı doğa bilimciler ve mühendisler, konuyu yalnızca kendilerinin bilebileceği algısına sahip olabiliyorlar. Hepsi değil tabii ki, ama bir kısmı böyle düşünüyor. “Bu bizim alanımızdı, ne oldu şimdi?” diye soruyorlar. Bu da bir tür reaksiyoner tavır. Fakat tam tersine, bu konu hiçbir zaman onların alanı olmadı. İklim değişikliği ve krizi, atmosfer bilimlerinden ekonomiye, sosyolojiden psikolojiye, felsefeden doğa düşüncesine, bunların tümünü kavramayı gerektiren çok disiplinli bir meseledir. Bugün dünyada akademiye baktığımızda da –sadece iklim meselesiyle sınırlı değil– genel anlamda çevre ve ekoloji meselesine çok disiplinli bir yaklaşım var. Bu meseleler, eski tek disiplinli anlayışlara sığmıyor, onlar tamamen aşıldı ve geride kaldı. Dolayısıyla, hepimizin, bireylerin de bu konuyu anlaması için –her şeyin temeli fizik olsa da– fizik kitabı bitirmeleri gerekmiyor. Siyasete de sosyolojiye de biyolojiye de başka pek çok pratiğe de hakim olmak gerekiyor.  

İstanbul Politikalar Merkezi (IPM), böyle bir yapıda. Oradaki amacımız, iklim çalışmalarını mümkün olduğu kadar farklı disiplinlerle ve farklı boyutlarda ele alacak işler yapmak. Bunlar genellikle araştırma projeleri olsa da bizim hedefimiz temel bilim araştırmaları ya da teknoloji geliştirme çalışmaları değil, politika geliştirme odaklı araştırmalar. Hem politika geliştirmek hem de politika yapıcıları etkileyecek öneriler oluşturmaya yönelik birtakım analizler ve değerlendirmeler yapmak ve raporlar yayınlamak. IPM’de iklimle ilgili çalışmalar 2012’den beri devam ediyor. Bu ekibin içinde sosyologlar da var, ekonomistler de var, fizikçiler de var, benim gibi hekimler de var. Hem sosyal bilimlerin hem de doğa bilimlerinin çok farklı disiplinlerinden gelen insanlar. Bu tür merkezlerin sayısının artması ve bu işin tek disiplinli kürsülerden çıkması gerekiyor. İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü bunun iyi bir örneğidir. Bu enstitü de çok disiplinli bir anlayışa sahip. İnsanların da iklim konusuna böyle yaklaşmaları gerektiğine inanıyorum. Özellikle sosyal bilimler alanından gelen ve rakamlarla çok haşır neşir olmayan insanlarda bir çekingenlik oluyor; konunun çok bilimsel olduğu, rakama, matematiğe ve formüle dayandığı, ciddi şekilde fizik kimya bilmek gerektiği intibaı doğuyor. Halbuki iklim krizi hem çok disiplinli yapısı nedeniyle hem de aslında olan biten çok basit olduğundan, kavranması zor bir konu değil. Olan biten, sadece atmosferdeki karbondioksitin artmasıyla, karbondioksitin artması da fosil yakıtların yakılmasıyla açıklanabilecek kadar basit. Bu kadar basit bir şeyi anlamak biraz zaman alıyor! Bir yandan da işin bu kadar basit olduğunu bilmek, korkmadan bu konuda harekete geçmek için iyi bir çıkış noktası olabilir belki.

 

ÜMİT ŞAHİN

Ümit Şahin İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörüdür. Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde Küresel İklim Değişikliği ve Çevre Politikaları dersini veren Şahin, ayrıca Mercator-İPM Burs Programı İklim Değişikliği jüri üyesidir.
Açık Radyo’da Ömer Madra ile birlikte “Açık Yeşil” adlı radyo programını hazırlayıp sunmakta, Yeşil Gazete’de ekoloji editörlüğü ve yazarlık yapmaktadır. Yeşil Düşünce Derneği’nin proje danışmanlarındandır. 1990’ların başından bu yana yeşil politikanın, iklim, ekoloji ve çevre hareketlerinin, nükleer karşıtı mücadelenin ve insan hakları hareketinin içindedir. 90′lı yıllarda Nükleer Karşıtı Platform içinde çalışmış, 1996′da haftalık nükleer karşıtı gazete Akkuyu Postası’nı çıkartmıştır. 2003 yılında halen yayın yönetmenliğini yürüttüğü yeşil politika ve özgürlükçü düşünce dergisi Üç Ekoloji’yi kurmuştur.
Çevre İçin Hekimler Derneği’nin kurucularından olan Şahin, 2002-2006 yılları arasında derneğin başkanlığını yapmıştır. 2007’de Türkiye Yeşilleri tarafından yürütülen “Türkiye Kyoto’yu İmzala!” kampanyasının koordinatörlüğünü yürütmüştür. 2010-2012 arasında kurucuları arasında yer aldığı Yeşiller Partisi’nin eşsözcülüğü görevinde bulunmuştur.
Ömer Madra ile yaptığı söyleşilerden oluşan “Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi” adlı kitap 2007 yılında Agora Kitaplığı tarafından yayımlanmıştır. Yeni İnsan Yayınları’ndan 2012’de çıkan “Yeşil Ekonomi” adlı kitabın editörlüğünü Ahmet Atıl Aşıcı ile birlikte yapmıştır. Yeni İnsan Yayınları tarafından yayımlanan Ivan Illich Kitaplığı dizisinin editörlüğünü yapmaktadır. Editörlüğünü, eş yazarlığını ve bölüm yazarlığını yaptığı çevre sağlığı, yeşil politika ve insan hakları ile ilgili çeşitli popüler ve akademik kitapları ve makaleleri bulunmaktadır. Ayrıca 2008-2013 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Çevre Haberciliği” dersini vermiştir.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden 1991 yılında mezun olan Ümit Şahin, 2000 yılında halk sağlığı konusunda doktora derecesini almış ve çevre sağlığı üzerine çalışmıştır.