Yazarın iradesi, kahramanın tesadüfü, okurun talihi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Şahin’in analizi öyle bir boyuta varır ki bu romanın neredeyse içinde yaşadığımız şu süper modernlik, aşırı modernlik, hatta zıvanadan çıkmış modernlik çağına damgasını vuran sanal gerçeklik üzerine erken bir kehanet olduğunu sezdirir bize.

17 Şubat 2020 16:39

Seval Şahin’in, İletişim Yayınlarından çıkan kitabının adı Talih, Tesadüf, İrade: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler. Bu başlıkla istediğiniz gibi oynayabilirsiniz aslında. Her defasında denklemi farklı farklı kurmanız mümkün: Kahramanın İradesi, Yazarın Tesadüfü, Okurun Talihi; Okurun İradesi, Kahramanın Tesadüfü, Yazarın Talihi; Yazarın İradesi, Okurun Tesadüfü, Kahramanın Talihi. Elbette her defasında anlam değişecektir. Öyle ki bu denklemin içindeki her bir terimin sırasını değiştirdiğinizde de anlamda yeni bükülmeler, yeni olasılıklar belirir. İşte Seval Şahin, Tanpınar’ın romanlarına bakarken, son derece zekice sorular etrafında örerek tüm bu farklı olasılıkları kapsamayı beceren bir mekanik üzerine kurabilmiş metnini.

Tanpınar Beş Şehir’de, İstanbul’u, kentin manzarasına adeta bir gerdanlığın mücevherleri gibi dizilen irili ufaklı camiler etrafında anlatır. Onları şu çok çarpıcı ifade ile tariflerken, belki de tüm Osmanlı mimarisini özetleyiverir:

“Çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbideler”[1]

İşte Şahin de Tanpınar romanlarını (kitaptaki sırası ile Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü), adeta bu camiler gibi bir âhenk içinde art arda dizerken, edebiyat teorisinin, bilhassa kurgu üzerine düşünmenin araçlarını kullanarak, bu metinleri ‘birer çıplak vücut’ gibi görmeyi başarıyor. Süslerinden arındırarak, ama onlara bir röntgen cihazı ile değil, sadece bu düzeyden bakarak: Birer çıplak vücut gibi. Şahin, Tanpınar romanlarını, mahremiyetlerini incitmeden soyuyor ve onların şimdi çıplak kalmış gövdesini biz okurlar için analiz ediyor.

Ancak bu analizin son bir tarihsel ve sosyolojik bakışla toparlanması; romanların öylece üryan bırakılmamaları, yeniden giydirilmeleri ve çıplak hallerinden edinilen bilgi ile, neden tam o dönemde, neden tam da bunları giydiklerinin düşünülmesi de gerekirdi bana kalırsa. Fakat benimki bir sosyoloğun bakışı. Kaldı ki Tanpınar romanlarını çıplak olarak görmek de az şey değil elbette. Böylece zaten, sizi bu romanlara çeken muazzam bir güç olarak sezdiğiniz bir olgu, bir edebiyat analistinin kaleminden çıkarak kanıtlarına da kavuşmuş oluyor: Bunlar hem öyle güzel, öyle girift ve oylumlu; ama hem de öyle tanımsız, öyle belirsiz, öyle hudutsuz metinler ki… Tam da bu nedenle, çok isabetli bir alıntıyla açıyor kitabını Şahin: “Bütünlük insanın vehmidir.”

* * *

İlk bölüm Mahur Beste üzerine ve Şahin asıl odağını, romanın sonunda yazarın kahramanına, Tanpınar’ın Behçet Bey’e yazdığı mektup üzerine kuruyor. Yazmak işi, kurgu ve hakikat ya da taklit ve gerçeklik, bütün ve parça ve elbette zaman ve hafıza meselesi bu mektup üzerinden incelikle ele alınmakta. Tanpınar’ın bütünsel zaman anlayışının nasıl olup da böyle parçalı bir metnin içinde temsil edilebildiğini orkestralama fikri ile açıklıyor Şahin. Ancak bu çekirdekte yoğunlaşma hali, bütünlük ideali esasen imkânsız olduğundan Behçet Bey’in nasıl bir ferde değil de birer fetiş olarak sevdiği nesneler misali bir sembole dönüştüğünü de ortaya koyuyor. Kuşkusuz tüm bunlar, yazarın hakikati yansıtma iddiasına, bu iddiasındaki imkânsızlığı ve yersizliği fark etmesine (zira Şahin’in de dediği gibi, Tanpınar’a göre “hayat sanatı taklit eder, ancak nesneleşmiş bir taklittir bu”; s. 17) ve sonunda yazar ile kahramanı ve okuru arasında, ele alınan mektuba doğrudan yansıyan bir çekişmeye kadar varıyor.

Elbette ki mektupta açıkça gözüken ve Şahin’in ustalıkla analiz ettiği şekilde bu anlatı, aynı zamanda Behçet Bey’in belleğine doğru yapılan bir yolculuk: Bir hayli tuhaf, kavgalı gürültülü, parçalı bir yolculuk. Şahin’in şahane tanımıyla, bu yolculuk boyunca Behçet Bey “uyku ile uyanıklık arasındaki durumu nedeniyle bir mahmur nesne” haline geliyor (s. 21). Ve bu yolculuğun terimlerinin ve girinti çıkıntılarının gayet farkında bir yazar olarak Tanpınar, modern edebiyatımızın erken dönemlerindeki yazarların (ha bire büyümek isteseler, ha bire bir şeyler öğretmeye soyunsalar da kurtulamadıkları) çocukluklarını çoktan üzerinden atmış, büyümekle kalmayıp filozof da olmuş bir ses halini alıyor[2]: Şimdi okura hayatın metafizik anlamı üzerine dersler vermekte olan, yeri gelince onu azarlamaktan çekinmeyen bir ses bu. Öyleyse yazar büyüse de kahraman ve hatta okur çocuk kalıyor[3].

Zaten oyun, tiyatro, taklit (ve kuşkusuz modernleşme serüvenimizle bağlanabilecek) başka biri olma hevesi de Tanpınar romanlarında defalarca karşımıza çıkıyor. Şahin bu temayı en şümullü şekilde Sahnenin Dışındakiler’i ele aldığı bölümde deşmekte. Bu bağlamda gene hatıralar etrafında bellek ve zaman meselesini bir kez daha ele alıyor, gene kahramanların çocukluğu ve yetişkinliği meselesini sorunsallaştırıyor. Fakat bu bölümde Şahin’in en önemli buluşu, Sabiha’nın ne derece merkezde durduğuna yaptığı vurgu ile, Tanpınar romanlarını hemen hiç denenmemiş bir tema ile, toplumsal cinsiyet boyutuyla ele almaya yaklaşması. Fakat açıkçası bu imkânı ıskalıyor. Ancak Tanpınar üzerine yepyeni sorular sorulabileceğini maharetle gösteriyor ve romanları yeni sorular eşliğinde tekrar tekrar okuma isteği uyandırmayı başarıyor.

Kuşkusuz Şahin’in Tanpınar romanları üzerinden ustalıkla işlediği bellek, zaman, çocukluk üzerine tüm bu mülahaza, ortaya attığı tüm problematiklerle birlikte aynı zamanda modernite ve tarihyazımı üzerine bir tartışmaya evrilmeye son derece müsait hale gelmekte. Zira masalın ya da rüyanın yekpâre zamanı peşinde iken, modernin deneyimi, zamanı ve elbette anlatıyı parçalayan dişlisine çarpan ve kesinlikle bunun iliklerine kadar farkında olan bir yazar Tanpınar. Ve tüm bu taklit meselesi, roman ya da hayat kişisi değil de sembole dönüşme meselesi elbette sadece sanata ilişkin değil, kendi olmaya ilişkin bir problematiğe de bağlanmakta. İşte Seval Şahin bu meseleleri adıyla sanıyla ve aralarındaki bağlantılarla birlikte başarıyla ortaya koymayı başarıyor. Ancak bunları milletimize, mazimize ve tarihimizin nasıl yazıldığına (belleğimize) ilişkin devasa tartışmayla, dolayısıyla (yazarla okur ve kahraman arasındakine benzer) şu meşhur çekişme alanıyla bağlamayı ıskalıyor. Tam da bu nedenle Tanpınar’ın, bilhassa Mahur Beste ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde açığa çıkan ironisini, hak ettiği ölçüde deşmeyi de pas geçmiş oluyor.

Oysa Şahin’in de Huzur üzerine bölümde işaret ettiği ve kuşkusuz Mahur Beste’de görüldüğü üzere Tanpınar (aynen tarihçiler gibi) ölüleri seven bir yazardır esasen. Bu merakı Tanpınar’ı bir tarihçiye olduğu kadar bir sosyoloğa da yaklaştırır: Sürekli eski medeniyetin ölmüşleriyle meşgulken, modernizmin sorunlarıyla da uğraşır Tanpınar ve modernitenin, modern yaşamın kırılma noktalarının, (aynen Benjamin’in tarihçisi gibi) parçalayıp üst üste yığdıklarının ve geriye bıraktığı enkazın peşine de düşer.

Bu modernite eleştirisi kuşkusuz ki kendini en keskin şekilde kitabın son kısmını oluşturan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde gösterir. Burada Şahin’in analizi öyle bir boyuta varır ki bu romanın neredeyse içinde yaşadığımız şu süper modernlik, aşırı modernlik, hatta zıvanadan çıkmış modernlik çağına damgasını vuran sanal gerçeklik üzerine erken bir kehanet olduğunu sezdirir. Öte yandan Tanpınar’ın başka eserlerinde de karşımıza çıkan ikizlik teması etrafında, Saatleri Ayarlama’nın pekâlâ modern bir Karagöz-Hacivat yorumu olarak okunabileceğini isabetle gösterir Seval Şahin: Hayri İrdal Karagöz, Halit Ayarcı Hacivat’tır bu oyunda. Aynı ikizlik, Huzur’da Mümtaz ve Suad arasında karşımıza çıkar: Suad adeta Mümtaz’ın “talihi olan ‘ikiz ruh tesadüfü’dür” (s. 70); içinde yaşayan, aslında sevdiği, ama ölümüyle rahatladığı, huzura kavuştuğu şeytanıdır.  Zaten Huzur (ikizlik temasında da izdüşümünü bulacağımız üzere) maddî olanla maddesiz olanın, canlı olanla cansız olanın, kahraman ile eşyanın sınırının belirsizleştiği ‘tersine çevrilmiş bir teoloji’nin romanıdır Şahin’e göre.

İmkânsız olduğu daha baştan aşikâr olan aşkları boyunca, Mümtaz ve Nuran, İstanbul’da çıktıkları ve hep ölülerden konuştukları uzun yolculuklar sırasında, kentin “bütün bir kültürünü, tarihini de dolaşmakta”dırlar (s. 75). Gördükleri, tanık oldukları ve içinde (aynen ‘mahmur nesne’ Behçet Bey gibi) uyanık halde bir düş görür gibi yaşadıkları, evet bir karnavaldır; insanların karşılaştıkları, durmadan birbirleriyle konuştukları, birbirlerine (aslında var olmayan) aynaları tuttukları, bu aynalarda kendilerini gördükleri ve dönüştükleri bir karnaval. Ama tam da Şahin’in isabetle tespit ettiği üzere acı bir karnavaldır bu. Ve elbette sanatı taklit eden hayattır: İçinde mimarinin, musikinin ve kuşkusuz ki edebiyatın formlarını kaybedip birbirine dönüştüğü; bu dönüşümü, iç içe geçişi, eriyip giden sınırları temsil eden bir hayat. Burada ‘ikinci Dünya Savaşı arefesindeki aydınların psikolojisi’ (s. 74) anlatılır; ama Mümtaz’ın Nuran’a bakışı ile ilgili, İhsan’ın ağzından dökülen şu mülahaza, Tanpınar edebiyatının da sınırını gösterir aslında: “Eğer seçtiğin devri meselelerinde arasaydın, o zaman her şey değişirdi. Halbuki sen tek bir insan etrafında dünyayı toplamaya çalıştın.”

Tanpınar’ın çoğul dünyası da, Behçet Bey’e mektupta da açığa çıktığı üzere, aslında tek bir insanın, yazarın zihninin yansımasıdır. Tanpınar da bunu inkâr etmez, hatta bir mertebe sayar. Ama sahi hakikaten de tek bir kişiden; yazar, okur ve kahramanı karıştırmayı değilse bile karşılaştırmayı seven Tanpınar’da bir fert değil de bir sembol olarak ortaya çıkan tek bir kişiden yola çıkarak Dünya anlaşılabilir mi? “Kendini bilmek”ten dem vuran tüm o Doğulu ve Batılı bilgeler haklı mıdır? İhsan’ın yorumu neyi gösterir?

Ve de Tanpınar’ın bu yorumu esere yerleştirebilmiş oluşu, edebiyatımızın sihirli anlarından biri sayılmaz mı? Edebiyatımız, sadece Tanpınar ile, tüm bu büyük temaları kat edebildiği için büyük bir sihri barındırmaz mı? İşte Şahin, sıkça tekrarlara düşse de, tarihyazımı ve dönem meselesini atlasa da, ironi üzerinde yeterinde durmasa da, Tanpınar edebiyatındaki bu büyük sihri, Tanpınar’ın asla gözbağcılığına tenezzül etmeyen muazzam efsununu bize göstermeyi başarıyor.

 


[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Milli Eğitim Basımevi, 1969, s. 162.

[2] Şahin’in dikkat çektiği bu yetişkinleşme ve felsefenin meselelerine duyulan derin ilgi, erken Cumhuriyetten 1960’lara dek Türkçe’de edebî anlatının içindeki başat seslerden biridir bence. Pekâlâ Sabahattin Ali’de, elbette Nahid Sıtkı Örik’te, hiç kuşkusuz Yahya Kemal’de ve hatta Suad Derviş’te de duyulur bu ses. Bu sesin nasıl olup da uzun yıllar edebiyat eleştirisinin ve edebiyat tarihinin dikkatinden kaçtığı, böyle muazzam bir edebî sesin nasıl kıt kategorilere hapsedilmeye çalışıldığı ve nasıl olup da bugün güçlü ergen sese doğru evrildiği başlı başına bir tartışmayı hak eder.

[3] Kahramanların çocukluğu ya da yetişkinliği meselesi Şahin’in bu kitapta analiz ettiği hemen tüm romanlarda fark ettiği önemli boyut olarak öne çıkıyor.