Ben Lerner'ın ikinci romanı 22:04, nihayet geldiği zaman geçmişi de değiştirecek bir gelecek fikrinin yörüngesinde dönüyor
30 Mart 2017 13:56
Ben Lerner’ın ikinci romanı 22:04’ün başlarında, romanın anahtarlarından biri sayılabilecek bir pasaj var. Otuzlarının başındaki şair- yazar kahraman, üniversite yıllarından beri tanıdığı “akıl hocaları” Bernard ve Natali’nin hastanede olduğunu, Bernard’ın düşüp boyun omurlarından birini kırdığını öğrenmiştir. Kahramanımız hastaneye ziyarete giderken Bernard’a bir şiir kitabı götürme teklifinde bulunur; böylece Natali yataktan kalkamayan kocasına ara sıra bir şeyler okuyabilecektir (bu yaşlıca karı- koca, şair ve yazar olmanın yanı sıra çevirmen ve yayıncıdır, ayrıca kahramandan “edebî vasileri” olmasını da istemişlerdir.) Fakat teklif, romanın kahramanında önce bir dizi endişeyi, ardından da küçük bir krizi tetikler:
“… raflardan onlarca kitap çekmiş, çektiğim hiçbir kitabı uygun bulmadığımdan yerde yığınlar oluşturmuştum, çünkü söz konusu kitap ya Bernard veya Natali’nin hediyesi, ya onların bastığı bir kitap, ya da onların yazdığı bir kitaptı, böylece bu kitaplardan birini seçmek hayal gücü yetersizliği gibi görünüyordu, bunların dışında kalanların da ya sevmedikleri bir şair olduğunu biliyor veya öyle çıkmasından korkuyordum, şiirler ya fazla hüzünlüydü ya da Bernard’ın durumundaki birine okunamayacak kadar uzundu. Çaresizliğim giderek artıyordu, Bernard için duyduğum endişe şimdi de yanlış kitap götürmenin vasi olarak bana duyulan güveni bir şekilde geçersiz kılacağına, bu işe layık olmadığımı ortaya çıkaracağına dair saçma bir endişe ile birleşmişti. … Geçmişe ait hiçbir şey işe yaramıyordu ‒ kitaplarla dolu dairemde … o hastaneye götürmek için geçmişten tek bir sayfa bulamıyordum.”
Yukarıdaki pasajın son cümleye kadarki kısmı Lerner’ın ilk romanı Atocha’dan Ayrılış’ın kahramanı Adam Gordon’ın “özgün olamama” endişelerini akla getiriyorsa, son cümlesi de o romanda olmayan bir temayı açıkça ve şaşırtıcı bir şekilde ortaya koyuyor: Geçmişin dişe dokunur bir şey barındırmaması. Birdenbire çıkagelen bu kabullenme (“…geçmişe ait hiçbir şey işe yaramıyordu”) şaşırtıcı, çünkü uzunca bir süredir tersiyle karşılaşmaya alışığız: Geçmişin (daha önce gelen şairlerin, yazarların, sanatçıların, düşünürlerin, onların yarattıklarının) yükü altında ezilen, zaten hep geç kalmış olduğunu anlayan, bu bilgi yüzünden eli kolu bağlanan, bir şeyler söyleyebilecek cesareti topladığında da “eskilerin” söylediklerini tekrarlayan, sonra da “yapılabilecek tek anlamlı şey de zaten bu: eski metinleri yeniden yazmak” yollu düşüncelerle kendini avutan kahramanlara ve onların “postmodern” dertlerine fazlasıyla aşinayız. Bu kahramanların daha az dertli ve eski metinleri tekrarlamayı daha rahat kabullenen, hatta bu işe kendini coşkuyla adayan versiyonları olsa da, onların da geçmişle ilişkileri temelde çok farklı değil. “Kitap arama” sahnesindeki kriz, kahramanın mucizevi şekilde bulduğu bir kitapla (romanın içinde gösterişsiz ve güzel bir şiirini okuduğumuz Amerikalı şair William Bronk’un seçme şiirleriyle) bu seferliğine çözülüyor; ama esas önemli olan, Lerner’ın artık parlaklığını ve çarpıcılığını yitirmiş bu fikirlere karşı çıkıp kahramanını bir süreliğine de olsa onca kitap içinde yalnız başına ve dayanaksız bırakmayı seçmesi ve bu yeni krize roman boyunca önerdiği çözüm.
22:04’ün baskın fikrinin, Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da kullandığı tabirle “merkezinin” ne olduğu sorulsa vereceğim cevap, Lerner’ın roman boyunca çeşitli görünümlerini ve ihtimallerini kurcalamaktan vazgeçmediği şeyin de adı aynı zamanda: Gelecek. Ama bunu daha iyi anlatabilmek için (roman gücünü olay örgüsünden çok, çeşitli fikirlerin, duyguların ve onlara ilham veren durumların, manzaraların, metinlerin, sanat eserlerinin keşfedilmesinden ve aralarında kurulan bağlantılardan alsa da) hikâyeyi ana hatlarıyla özetlemek gerek.
Adını öğrenmediğimiz, ama hem genç yaşta başarıya kavuşmuş bir şair ve yazar olmasıyla hem de New York’ta yaşamasıyla Ben Lerner’ı andıran kahramanımız, kendisini aslında çok da heyecanlandırmadığını bir noktada fark edeceği ikinci romanının taslağını temsilcisine sunmuş, bir yayınevinden yüklü miktarda avans almıştır ve artık yapması gereken oturup romanını yazmaktır. (Yazmayı planladığı roman, birtakım tanınmış edebiyatçıların mektuplarını taklit edip bunları üniversite kütüphanelerine satmaya çalışan genç bir yazar hakkındadır.) Bu noktada açılan roman, kahramanının yolunu sonraki bir yıl boyunca çeşitli gelecek ihtimallerinin belirdiği bir manzaranın içinden geçirir: Şair- yazar, ölümcül olabilecek bir kalp hastalığı olduğunu öğrenir; en yakın dostu olan ve çocuk sahibi olmak isteyen kadın (Alex), hamile kalmak için ondan yardım ister; bu arada büyük bir kasırga ABD’nin doğu yakasına yaklaşmakta ve Wall Street’i İşgal Et eylemleri sürmekte, sistemin kırılganlığı ve geleceğin belirsizliği hissedilmektedir. Kalp muayeneleri ve sperm bağışı için hastaneye gidip gelir ve ölme ya da baba olma ihtimali üzerine düşünürken; kasırga için hazırlık yapar ve marketten aldığı bir kahve kavanozuna hayretle bakarken (“sanki elimdeki objeyi üreten toplumsal ilişkiler tehdit altına girince kabın içinde ışıldamaya başlamışlardı”); bir eylemciyi evinde ağırlayıp onunla sohbet ederken; gittiği galerilerde gördüğü işlerin etkisiyle zaman üzerine, geceleri seyrettiği gökdelenlerin ve trafiğin etkisiyle de “kolektivite biçimleri” üzerine düşünürken takip ettiğimiz kahramanın yaptığı, gördüğü, okuduğu her şey, onu, hakkında bir roman yazmayı tasarladığı geçmişten, geçmişin taklit edilmesi fikrinden adım adım uzaklaştırır; geleceğin, felaket ihtimallerinde bile saklı bulunan ve nihayet geldiğinde geçmişi de değiştirecek olan bir gelecek fikrinin yörüngesine çeker.
Epigrafından başlayarak Walter Benjamin’den etkilendiğini gizlemeyen, önceliği geleceğe, kolektiviteye, kişinin kendisinden farklı olanlarla bağ kurma çabasına veren, kişisel olanı siyasî olandan, sanatı paradan ayrı düşünmeyen bu tuhaf biçimde iyimser romanı anlatmak için, tam da bu saydıklarımdan dolayı “anti-postmodern” gibi bir sıfat kullanılabilir pekâlâ. Bu sıfatı kullanmak için bir neden daha var: Lerner’ın, postmodernizmin en baskın özelliklerinden birine, ironiye karşı takındığı tavır.
Genç şair Adam Gordon’ın bursla gittiği Madrid’de yaşadıklarını anlatan Atocha’dan Ayrılış’ta, ironi baskın duygulardan biriydi ve genç kahramanının “gerçek tecrübeler yaşayamama”, sahici olamama gibi dertleriyle çok uyumluydu. Hatta bu ağır konuların romana getirdiği yükü de hafifletiyor, Adam’ın zaman zaman kendine yönelttiği bir şey olarak onu yazar tarafından hedef tahtasına oturtulmuş yüzeysel, sahte bir karakter olmaktan kurtarıyordu. 22:04’te ise ironinin getirdiği imkânların sınırlarının farkına varmış, yola (hem edebiyata hem de hayata) sadece mesafeli, bilmiş bir alaycılıkla, her şeyi tırnak içine alarak devam edilemeyeceğini düşünen bir yazarın varlığı belirgin biçimde hissediliyor. Romanın isimsiz kahramanı da bir yerde, nasıl bir roman yazacağını soran temsilcisine, “yavaş yavaş batan bir şehirde ironiden samimiyete doğru adım adım ilerleyeceğim … demeliydim” diye düşünüyor zaten. İşte 22:04’ün bu yanı, hem kahramanının ironi zırhını bırakıp samimiyete varma, başkalarına doğru uzanma çabasını hikâye ediyor (üstelik “yavaş yavaş batan bir şehirde” ve romanın başka bir yerinde söylendiği gibi “insansız hava araçları imparatorluğunun geç çağında” ironi ve mesafe daha güvenli ‒ama belki eskisi kadar güvenli de görünmeyen‒ bir alan sağlayabilecekken), hem de Lerner’ın zaten çok başarılı ilk romanından bu ikincisine gelene dek katettiği mesafeyi gösteriyor. Samimiyet denen şeyin ucuz ya da yüzeysel olması gerekmediğini, derinlikle yan yana gelebileceğini de hissettirerek.
22:04’teki zekice buluşları, ilginç ayrıntıları, yazarının birbirinden ilk bakışta çok uzak görünen dünyaları ve tecrübe alanlarını bir çırpıda birbirine bağlayabilme yeteneğini ve cesaretini daha da anlatıp örneklendirebilir, kimi bölümlerin neden “güzel” ya da “önemli” olduklarını (örneğin çeşitli “müze gezme/ sanat eserlerine bakma” sahnelerinin romanda tuttuğu yeri ve Lerner’ın ilk romanıyla ilişkisini, öncesi ve sonrasıyla kasırga sahnelerinin şiirselliğini, roman ilerledikçe “şiir” sözcüğünün kazandığı anlamları, aslında geçmişin tamamen bir köşeye atılmadığını ve geçmişle kurulan yeni ilişkide Walt Whitman’ın oynadığı rolü, kitabın içinde yer alan eleştiri ve deneme parçalarının okuduğumuz romanı nasıl bir şeye dönüştürdüğünü…) daha da tartışabilirdim, hatta en azından bir kısmını yapmaya niyetliydim de. Ama bunları yapmanın romanı okurken yaşadığım “gerçekten farklı ve yeni bir şeyle karşı karşıyayım” duygusunu anlatmaya yetmeyeceğini, hatta bu anlatması zor heyecanı aktarmayı olsa olsa ertelemeye yarayacağını da hissediyorum. Öyleyse, sözünü ettiğim kitaba da uygun mesafeyi bırakmalı, Lerner’ın samimiyet çağrısına ‒aslında hiç kolay olmasa da‒ en azından uymayı denemeliyim:
Romanı okuduğum günlerde, gördüğüm bazı manzaralar, gündelik hayattaki bazı konuşmalar, 22:04’ün kimi sahnelerini hatırlatmaya, hatta onlara “benzemeye” başladı ve zaman zaman kapıldığım bu hissin, romanın gücünün ve özgünlüğünün esas kanıtı olduğuna gittikçe daha çok ikna oldum. Tıpkı Atocha’dan Ayrılış gibi bu romanı da büyük bir başarıyla Türkçeye kazandıran Hakan Toker’in de sayesinde, kafam Lerner’ın cümleleriyle dolu, mesela bir caddeyi ya da köprüyü yürüyerek geçerken seyrettiğim araç trafiğinde ya da kalabalık iki metro treninin tünelde birbirinin yanından hızla geçişinde; iş arkadaşlarımdan birinin sıkıcı bir öğleden sonra bir anda dönüp, yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle, değeri düşmekte olan paradan ya da yeni bir facia söylentisinden bahsetmesinde, romanın elektrik yüklü havasından bir şeyler var gibi geldi. Ama tek tek sahnelere de indirgenemeyecek, bütün romana yayılan (22:04’ün büyük şehirlerde yaşayan okurlarının belki daha kolay hissedeceği) bir enerjiden bahsediyorum: Belki yazarın, okuduğum başka şeyleri bir süre cansız ve yapay gösteren genç sesinin, belki de romanın aynı anda hem karmaşık ve “düşünceli” hem de içten ve “saf” olabilmesinin katkıda bulunduğu bir enerjiden... Böylece 22:04, başka romanların, özellikle de yaşadığımız zamana dair olanların sahiciliğinin ve gücünün ölçüleceği bir roman olarak kafamda bir yer edinmiş, ortaya bir “romansal başarı” kriteri koymuş oldu: En iyi, en güçlü, en sahici kitaplar hayatı sadakatle yansıtmakla yetinenler değil, hayatı kendilerine benzetmeyi başaranlardır.