Boğaziçi'nin Büyük Çöküntüyle doğuşu / Boğaz'ın suları çekildiği zaman / Gezegen24 / Kıraathane İstanbul Kitap Şenliği / "muhalefete şenliği egemen kılmak"
09 Eylül 2021 20:30
İstanbul Boğazı üzerine yazılmış sayısız hikâyeyi, anlatıyı, denemeyi, hatıratı… bir araya getiren yepyeni ve devasa bir antoloji yapıldığında, en başta mutlaka Boğaziçi Üzerine Bir Ön Metin (ya da “resimli bir kitabın ‘yazılı yarısı', bir filmin ‘söz tümleci’”) yer almalı:
"Sonra, derinden derine büyük bir uğultu duyulmuş, ortalık sallanmağa, sarsılmağa, deprenmeğe başlamış, toprak çatlamış yer yer, sonra da, korkunç gürültüler içinde göçüler olmuş, göçükler belirmiş; o göçüklerin içinde, bir anda, sular
Büyük Çöküntünün
arkasından gelen korkunç su çatışmasında, biri öldürecek denli tuzlu, öbürü ölümcül tatlılıkta iki denizin çakıştığı yerde
sular kaynaşmağa başlamış
o, doğusunda batısında uzanan ormanlardan kıl kadarcık olsun ayrımı bulunmayan, ancak, yıkılıp, göçüp, yeni oluşmuş bir denizin dibine gömülerek ortadan kalkmakla ayrı bir nitelik kazanan, o eskinin eskisi bitkisel dirim yığıntısının içinde
bir zamanlar incecik ayakların sektiği, kıvrak gövdelerin yıldırayıp gittiği, sinsi pençelerle sivri dişlerin, –hem kendi başına, bağımsız, hem biribirine bağlı, bağımlı,– fundalık, çalılık, mantarlık yerlerde, yüksek dallarda, ulu ağaç tepeleri bölgelerinde saltık egemen liklerini yürüttükleri küçük dünyanın sonunu haber veren
kof gümleme, yeri göğü oynatmış olmalı yerinden.
Yerbilim bunun doğrusunu nasıl görür, eski varlıklar biliminin bulguları bunu ne ölçüde doğrular, bir an bile düşünmeden, gözümün önünde öyle canlandırmak istiyorum doğuşunu Boğaz’ın
kayaların da, karaların da geçitlerini, yutuculuğu da,
yeyiciliği de düşündüren
Boğaz’ın
yüz binlerce yıl önce doğuşunu." [1]
Bilge Karasu bu metni 1960’ların ikinci yarısında kaleme almış. O zamandan bu yana muhtemelen tek değişiklik, Boğaz’ın nasıl değil, ne zaman oluştuğu.
Yeni bulgu ve kuramlara göre, “iki denizin çatışmasından doğan” ve “eski Karadeniz’in eski balıklarının tümünün ölümüne yol açan” o kof gümleme, yüz binlerce değil, topu topu 7000 yıl kadar önce inletmiş yeri göğü. Buzulların erimesinin yol açtığı tufanla açılmış “dünyanın en büyük caddesi” – ve bu cadde küçük bir gölü bir iç deniz haline getirivermiş.
Gerçi Evliya Çelebi’nin İstanbul Boğazını İskender-i Zülkarneyn’in açtığına dair yazdıkları da Seyahatname’den alınıp en başa konabilir ama modern ve edebi bir antoloji yaptığımızı varsayıyoruz biz.
Kronolojiden hareket ediyoruz, yazılanların değil Boğaz’ın kronolojisinden. Öyleyse en sona şüphesiz, Orhan Pamuk’un “Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman” adlı metni yakışır. Kara Kitap’ın her ne olmuşsa Boğaz’ın sularının çekildiği, geniş vadinin bir çöplük-çöl haline geldiği bir ânı anlatan ikinci bölümü: “Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'Boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek”tir.
Boğaz çölleştiyse Marmara’ya ne olmuştur? Veba Geceleri’nin ilk işareti aşağıki satırlarda mıdır?
“Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tannlara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri bu runlu kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin an tik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin, yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılıç leşleri ve yeni cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır.”[2]
Daha önemlisi İstanbul Boğazı ve Marmara Denizinin, topu topu 7-8 bin yıllık mı bir ömrü vardı? Boğaziçi’nin şıngır mıngırlığı bu kadar mı geçici, bu kadar mı uçucuydu?
Boğaz’ın açıldığı ânı tahayyül etmeye çalışan Karasu da, onun çölleştiği günün fantezisini kuran Pamuk da capcanlı, okuyunca heyecan ve zevk veren metinler kaleme almıştı – her ikisi de birbiri ardı sıra gelen ölümlere, irili ufaklı kıyametlere ve kıyamet sonrasına dair yazmakla birlikte…
Burada her iki metin de sadece Boğaz üzerine yazılmış gibi yapıyoruz, sanki edebiyat söz konusuyken böyle bir şey mümkünmüş gibi, üstelik bu metinlerin güzellik ve etkileyiciliklerinin tam da öyle olmadıklarından kaynaklandığını bile bile: En korkunç kâbuslar bile güzel yazılırsa zevkle okunabilir, ama yaşanırsa öyle değil, o iş apayrı: Şimdi Kanal İstanbul adıyla ikinci bir Boğaz açılmaya çalışılırken, Marmara’nın altını bir ölüm bulutu kaplamışken hangi antoloji avutabilir bizi? Hangi nostalji edebiyatı rahatlatabilir?
Nostalji, edebiyat okyanusunun küçük bir iç denizi sadece. Yazının sınırlı da olsa bir gücü var: Karasu’nun geçmişe yaptığını geleceğe uzanıp yapmalı; önce onun gibi dersini çalışmalı, Marmara’nın ve Boğaz’ın geleceğine dair bizi sarsan, ayıltan metinler kaleme almalı, belki bu sayede kendimize geliriz ancak. Belki yine gelmeyiz.
Ders çalışmak demişken; müsilaj, Kanal İstanbul, iklim değişikliği… kısacası bu gezegen üzerinde olup biten ve geleceğimizi etkileyen her şeye dair K24’te ara ara yazılara rastlıyorsunuz, Serdar Soydan ile Feza Kürkçüoğlu’nun Marmara denizi ile ilişkimizin geçmişine dair yazıları bunlara sadece yeni bir örnek.
Öte yandan, artık kendini tamamen gezegenin geleceğine vakfetmiş kardeş bir yayınımız da var bir süredir: Gezegen 24. Tavsiye ederim.
K24’ü takip edenlerin –en azından dikkatli okurların– fark etmiş olabileceği gibi, Editörden yazıları epey seyrek. Sürekli yazılarla okur arasına girmektense, ancak yeni ve önemli bir değişiklik olduğunda kullanılan bir köşe bu. Gezegen24 dışındaki yeni gelişmelerden biri de bugün başlayan Kıraathane İstanbul Edebiyat Şenliği.
Şenlik duyurusundan:
“'Eylül şenlik zamanıdır' diye söze girip ardından, gayet hisli bir çift kelam edebiliriz burada. Ne de olsa mütevazı bir gelenek kurmaya başladık el birliğiyle: Yayıncılığı ve kitapları konuşmayı, kutlamayı, yayıncılarla okurları buluşturmayı hedefleyen Kıraathane Kitap Şenliği’ni üç eylüldür, bağımsız yayınevlerinin ortak emeğiyle ve türlü zorluklara rağmen düzenliyoruz. Ve de malum, eylül ayını romantize ederek güzellemeye pek düşkün bir coğrafya burası. Mevsimi tarihinden arındırabilsek belki biz de yapabilirdik bunu… Ama nafile. Eylül deyince bizim aklımıza 6-7 Eylül 1955 İstanbul pogromu geliyor, 11 Eylül 2001’de binlerce masumun hayatını kaybetmesi ardından son yirmi yılda birçok bölgede durmaksızın akan kan ve, tabii, Afganistan’ın bugünkü hâli geliyor, kırk yıldır anayasasından da zihniyetinden de hâlâ kurtulamadığımız eli kanlı 12 Eylül geliyor, 29-30 Eylül 1941’de Babi Yar’da otuz dört bin insanın katledilmesi geliyor. Ve eylül deyince bizim aklımıza elbette öncelikle tam da bugünün, bu eylülün Türkiyesi geliyor; 3 Eylül 2021’i, 7 yaşındaki Mihraç’ın bisikletinin üzerinde, bir zırhlı aracın altında can verdiği gün olarak tarihe düşen ülkemiz geliyor.
Peki o zaman niye şenlik, nasıl şenlik? Cevabı geçen yılki şenlikte Bülent Somay’dan ödünç cümlelerle vermiştik. Bir şey değişmedi:
'Bizi öfkeli ve hüzünlü olmaya iten koşulları tanıyarak ve onlara rağmen muhalefette bir şenliği egemen kılmamız, dünyayı yeniden kurma faaliyetine bugünden gülerek başlamamız gerek. Şenlik bir olumsuzlama ve bir kabullenmedir; farkı, çeşitliliği kabullenme. Hüznün ve öfkenin renklerine de şenliğin çokrenkliliği içinde yer vardır. Şenlik, hüznü ve öfkeyi onları yalnız bırakmayarak yener. Şenlik, öğrenmektir.'
Bu yıl, 10-18 Eylül 2021 tarihlerinde, Türkiye’den 25, yurt dışından 8 bağımsız yayınevinin katılımı ve ortak emeğiyle düzenlemekten büyük mutluluk duyduğumuz Kıraathane Kitap Şenliği de işte böyle bir şenlik. Farklara, renklere, çeşitliliğe, çoksesliliğe kucak açan ve “muhalefete şenliği egemen kılmak” isteyen bir buluşma.”
Yazının devamını buradan okuyabilir, şenliğe dijital ortamda ya da doğrudan Kıraathane İstanbul’a gelerek katılabilirsiniz. Değinmek istediğim son nokta, şenlik duyurusundaki ek açıklamalar. Metnin dile getirdiği gibi, şu ortamda şenlik adı verilecek bir etkinlikler dizisi düzenlemek, maalesef fazladan birtakım açıklamalar yapmayı gerektiriyor. Kaçınılmaz bir şey bu, okuyup yazdığı, konsere gittiği, müzik yaptığı… bütün bunlardan haz aldığı için insana kendini suçlu hissettiren zehirli bir atmosferi soluyoruz. Kaldı ki her zaman şu sıra bu işlerin sırası mı gibi itirazlarla, hatta suçlamalarla karşılaşmak da mümkün. Oysa en gerekli oldukları şu anda yapmayacaksak bu işleri, ne zaman yapacağız?
Kaygısız, tasasız şenlikler yapabileceğimiz günlere.
•
NOTLAR:
[1] Bilge Karasu, “Boğaziçi Üzerine Bir Ön Metin”, Kısmet Büfesi, Metis Yayınları, 1996, s. 45-46.
[2] Orhan Pamuk, “Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman”, Kara Kitap, YKY, 2014, s. 25
GİRİŞ RESMİ:
Gezegen24'ten: Marmara Bölgesi’ni kaplayan deniz salyası ya da bilimsel adıyla müsilaj, uydu görüntülerinde çok berrak bir şekilde görülüyor. | Fotoğraf: Erdek yarımadası, Balıkesir'den uydu görüntülemesi, via Sentinel Hub.
Küçük resim: Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi 2021 Edebiyat Şenliği afişi.