İki asırlık bir süreçte halk efsanelerinden gerçeğe, gerçeklerden kurguya vampirin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, akıl-inanç ikircikliliği üzerinden görürüz. Burada dönüşen sadece vampir değil, modern bireyin, uygar insanın doğaüstüne karşı tutumudur...
01 Kasım 2018 14:30
Petar Blagojeviç bir Sırp köylüsüydü. 1725’te öldü ve sıradan bir insan gibi gömüldü. Uzun bir süredir gömüldüğü yerde değil, çünkü ölümünden hemen sonra, onun sebep olduğu düşünülen ve ölümle noktalanan bulaşıcı bir hastalık taşıdığına inanıldığı için mezarı açıldı. Derisinin bir bölümü dökülmüştü ve altında yeni bir deri görünüyordu. Tırnakları uzamıştı. Ağzının kenarında birikmiş kan, görenleri tatmin etmişti, ne de olsa etrafında toplananların amacı bir vampiri yakından görmekti. Blagojeviç’in kalbine kazık çakıldı, cesedi ateşe atıldı. Onun kurbanı olduğu düşünülen diğer köylülere de aynı muamele yapıldı, ağızlarına sarımsak dolduruldu ve yakıldılar.
Bu vakanın yaşandığı yerin çok yakınlarında ve sadece birkaç yıl sonra, bu sefer cepheden eve dönen Arnaut Pavle, Osmanlı topraklarında bir vampir saldırısına maruz kaldığını iddia etti. Döndükten bir süre sonra bir kaza geçirip öldü ve tıpkı Blagojeviç gibi, yani sıradan bir insan gibi gömüldü. Ölümünden sonra mezarından fırlayıp etrafta dolaştığını söyleyen köylülerden birkaçı hayatını kaybetti. Artık Pavle’nin de mezarını açmanın zamanı gelmişti. Birilerinin bir vampir görmesi gerekiyordu.
Hükümet bu dehşetli vakaya gecikerek de olsa müdahale etti. Bu gecikme, gerçekler ile gerçek olduğu varsayılanlar arasındaki mesafeyi artırdı. Birkaç yıl sonra bir rapor hazırlanmasına karar verildi ve bu da efsane ile kurgunun iç içe geçmesine olanak tanıdı. Askerî cerrah Johannes Fluckinger ve heyeti, tanıkların sorgularından hareketle hazırladıkları vampir vakası raporuyla tarihe geçecek bir belgeye imza attılar ama “gerçek”lerin aktarıldığı bu rapor sadece tarihe değil, edebiyata da geçecekti. Tanıklar, birkaç sene önce yaşananları âdeta dün gibi hatırlıyordu. Anılar taze ve canlıydı; tıpkı vampirler gibi…
Arnaut Pavle’nin efsanevi vakası, halk inanışları ile gerçekler arasında kalan edebiyata taze kan depoladı. Vampir, sadece gazetelerin değil, bilimsel makalelerin de aranılan kahramanına dönüştü. Halk inanıyor, entelektüeller de inceleyip yorumluyordu. Vakanın sınırları genişledi. Fransa’da Voltaire ve Benedikten Başrahibi Dom Augustin Calmet bugün bile başvurulan görüşlerini öne sürdüler. İngiltere’deki gazete ve dergilerin gösterdiği ilgi ise nihayetinde İngilizce edebiyatın vampir anlatılarına yansıyacaktı. 1732’de bu vakayı ele alan ve London Journal’da yayımlanan bir makale, İngilizcede “vampyre” kelimesini kullandığında artık yeni bir dönem başlıyordu.
London Journal ciddiye alınmayacak bir kaynak değildi; Robert Walpole iktidarının sözcülüğünü yapan bir yayın organıydı. Başka bir deyişle, “sözü geçen” bir gazeteydi. Sayfalarında vampir vakasının haberini yapacak bu gazetenin iplerini elinde bulunduran Robert Walpole, İngiltere tarihinin en önemli birkaç devlet adamından biriydi ve yaklaşık 30 yıl sonra edebiyat tarihine ilk önemli gotik roman olarak geçen Otranto Şatosu’nu yazacak olan Horace Walpole’un da babasıydı.
London Journal’dan diğer gazete ve dergilere sirayet eden vampir tartışması, henüz Fransız Devrimi gerçekleşmediği için kendi içindeki şeytanları ortaya salmakta zorlanan, akıl ve mantığa sığmayan korkuları hazmetmeye çalışan İngiliz beyefendilerinin eline, gerçek ile kurguyu tartmak için önemli bir koz vermiş oldu. Akıl, inanç karşısında nasıl tepki vermeliydi? Yazıya dökülen, raporu bildirilen, kaydı tutulan gerçekler, hangi noktada kurgusallaşmaya başlıyordu? Vampir diye bir şey özde yoktu, sadece sözde var olabilirdi. Peki ya yazıda?
Petar Blagojeviç ve Arnaut Pavle vakaları, 18’inci yüzyıl ve sonrasında yaşanmış sayısız vakadan sadece ikisiydi, fakat diğerleri arasında öne çıkmalarının iki önemli sebebi var: Birincisi, ayrıntılı olarak kayıtlarının tutulmuş olması ve bize bu sayede halk inanışının “gerçeğe” dönüşme aşamasında nasıl bir süreçten geçtiğini göstermeleri, ikincisi ve edebiyat açısından ayrıca önemli olanı da, o tarihten itibaren yerleşecek olan vampir tasvirinin/tarifinin temellerinin bu raporlarda atılmış olması. Özellikle Arnaut Pavle vakasının İngiltere’de yarattığı yankılar sonucunda vampir edebiyatının ve bu edebiyatın günümüze dek beslemeye devam edeceği koskoca bir kültürün zemini oluştu. İngiltere’nin uzağından, kıtanın diğer ucundan, akıl dışından, aşina olunmayan bir dünyadan gelen ve yaşayan bir ölüyü resmeden folklorik vampir dalgası, yavaş yavaş pre-romantik döneme girmekte olan İngiltere’yi avucuna almaya başlamıştı. Doğaüstü tehdit modern uygarlığı ele mi geçiriyordu?
On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda, akıl/mantık ve inanç arasındaki gerilimin tetikleyicisi doğaüstü unsurlardı. Elbette bu unsurlar çok daha erken dönemlerden itibaren destanlarda, şiirlerde ve oyunlarda kullanılmıştı, ancak doğaüstü edebiyat adına ilk önemli inceleme eserlerinden biri olan The Supernatural in Modern English Fiction’a imza atan Dorothy Scarborough’nun da belirttiği gibi, doğaüstünü roman türüne açıkça getiren gotik edebiyat olmuştu ve bu yepyeni bir şeydi.[1]
Kimi zaman açıklanan kimi zaman da açıklanamaz ve tarif edilemez bir şekilde ele alınan doğaüstü, gotik edebiyatla birlikte gerçek karakterine kavuştu. Bu kavuşma ânı, tam da halk inanışlarındaki, gerçek olduğuna inanılan ama bir yanıyla da olağanüstü olan öykülerin karşısına akla ve mantığa duyulan inancın çıktığı döneme denk geldi. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru aydınlanma döneminin zirvesi ile gotik edebiyatın zirvesi, Fransız Devrimi’nin ertesinden itibaren çakışacak ve 1820’li yıllara kadar bu karşılıklı ilişki devam edecekti. İngilizce edebiyatta ilk önemli vampir eseri olarak kabul edilen, vampir edebiyatını kendi başına bir tür olarak ele almamızı sağlayacak olan “Vampir” adlı uzun öykü/kısa roman yayımlandığında, yıl 1819’du. Yazar John William Polidori, bu öykünün girişinde Arnaut Pavle vakasını ayrıntılarıyla anlatıyor, London Journal’da sözü edilenlerin inanılası olduğunu vurguluyor, vampir inancının hem Doğu-Batı ekseninde hem de Latin ve Yunan kiliselerinin ayrılmasıyla birlikte nasıl yerleşmeye ve dönüşmeye başladığını ana hatlarıyla ortaya koyuyordu.
İtalyan asıllı Polidori, entelektüel bir kökenden geliyordu. Babası, Otranto Şatosu’nu İtalyancaya çevirmişti. Edinburgh Üniversitesi’nde tıp okuyup yaşına göre hızlı bir şekilde mezun oldu ve sonunda kendini Lord Byron’ın doktoru olarak buldu. 1816’da, gotik edebiyat tarihinde meşhur bir dönem olan Villa Diodati günlerinde Lord Byron, Mary Shelley ve Percy Bysshe Shelley’le birlikte kısa bir zaman geçirdi ve bu dönemin ardından Mary Shelley’nin zihninden ilk modern bilimkurgu romanı Frankenstein doğarken, Polidori’nin kaleminden de ilk modern vampir anlatısı çıkacaktı. Diğer yandan, Polidori ve Lord Byron arasındaki çatışma, bu eserdeki vampir Lord Ruthven karakterine de yansımıştı. İki entelektüel arasında gerçek hayatta yaşananlar, bir vampir tipinin oluşumuna etki etmiş ve kendinden sonra gelecek bir akımı da kökünden şekillendirmişti. Polidori’nin yazdığı öykünün kendisine ait olmadığını uzun süre açıklamak zorunda kalan Lord Byron, istese de istemese de aristokrat vampir tipine ilham vermişti. Byron’ın kendisine ait olan ve yine 1819’da yayımlanan “Bir Öyküden Parça” adlı yarım kalmış vampir öyküsü ise daima Polidori’nin eserinin gölgesinde kaldı. Yine de Byron, 1813’te yayımlanan “Gâvur” adlı şiiriyle vampir edebiyatına gereken katkıyı yapmıştı.
Polidori’nin eseri, baştan çıkarıcı vampir Lord Ruthven, akıl ve mantığın güdülediği genç Aubrey ve efsanelere inanan Ianthe arasındaki gerilime odaklanıyordu. Halk inanışının vücut bulduğu Ianthe ile akılcı yaklaşımın temsil edildiği Aubrey, bize gotik edebiyatın yükseliş döneminde karşılaştığımız doğaüstü tartışmasını açık bir şekilde sergiliyordu. Doğaüstü dehşetle yüzleşen Aydınlanmacı mantık, nihayetinde aklî melekelerini kaybediyor ve dehşeti tanımlayamıyordu. Modern İngiliz bireyi, tıpkı daha sonra Bram Stoker’ın Dracula’sında göreceğimiz gibi, kendi sınırlarına dâhil edemediği korku nesnesini bir “öteki” olarak konumlandırmak zorunda kalacak, ne yaşayan ne de ölü olan ama aynı anda ikisi birden olan, halk inanışlarında gerçekliği doğaüstülüğüyle birlikte kabul edilen, bilinmeyenin vücut bulmuş hâli olarak karşısına dikilen vampiri kendi uygarlık alanına çekmeye, modern kültür açısından kapsamaya çalıştıkça ya kendisi ya da sevdikleri bundan zarar görecek, sonuçta huzursuz bir ruhla yaşamaktan kaçamayacaktı. Doğaüstü reddedildikçe “doğal” olan da değişecek ve dönüşecekti. Ne de olsa Polidori’nin Arnaut Pavle vakasından ilham alması boşuna değildi; gerçekler ile kurgu birbirine karıştığı ölçüde, inanç ve akıl da çelişkili bir ilişki yaşamaya mecburdu. Kurgu, gerçeğe bir kazık çakıyor ve gerçek de inanç yardımıyla dirilmeye çalışıyordu. Doğaüstü doğal olamadıkça, akıl da akıl dışına yaklaşacaktı. Yükseliş dönemi boyunca modernliğin müphemliğini ortaya koyan gotik edebiyatta, vampir anlatıları bir yaşayan ölü üzerinden bu ikircikli durumu tüm paradokslarıyla resmedecekti.
Polidori’nin eseri vampir edebiyatında erkek karakterler açısından belirleyici oldu. Sheridan Le Fanu’nun 1872’de yayımlanan kısa romanı Carmilla ise iki kadın kahraman arasındaki gerilime odaklanıyordu. Polidori’nin vampiri ile kurbanı arasında bir yakınlık vardı, Le Fanu’nunkiler ise fazlasıyla samimi bir temas içindeydi. Carmilla hem bir yabancıyı temsil ediyordu hem de yakındı, tanıdıktı. Bu bağlamda Polidori’nin metninde tanık olamayacağımız türden bir tekinsizlik ortaya çıkıyordu, ki Bram Stoker da aynı tekinsizliği farklı bağlamlarda işleyecekti. Le Fanu’nun kadın vampiri, kurbanının aklî sınırlarını işgal ettiği için akıl ve doğaüstü arasındaki sınır da eriyordu. Polidori’deki kurban ise teslim olmadığı için eriyen o sınır değil, aklın kendisi olmuştu. Bu iki büyük vampir anlatısı arasında geçen yaklaşık 50 yıllık sürede, doğaüstü ve akıl/mantık ilişkisinin sergileniş şekli değişmişti, fakat her iki metin de uygarlığın huzursuzluğunun devam ettiğini ortaya koyuyordu. Gotik edebiyat, modernliğin bilinmeyenlerle dolu karakterini bir ayna gibi yansıtmayı sürdürüyordu. Bram Stoker, bu aynadaki yansımayı 1897’den itibaren Dracula’yla derinleştirecekti.
Stoker’ın vampiri, kendisi ile kurbanı arasında Polidori ya da Le Fanu’da gördüğümüz türden bir yakınlık kurmak niyetinde değildi. Stoker daha ziyade, Transilvanya’ya giden bir modern İngiliz’in vampirin misafiri olması ile romanın ikinci yarısında bu kez İngiltere’de misafir olan vampirin öyküsünü anlatarak, farklı bir mesafe bağlamı oluşturdu. Akıl ve akıl dışı arasındaki uzaklığı coğrafî sınırları kullanarak vermek, gotik coğrafyalar ile modern mekânlar arasındaki belirsiz kesişimleri göstermek, Polidori ve Le Fanu’nun da kullandığı bir unsurdu. Ne var ki Stoker, bunu vampir kahramanının öyküsünde kurucu bir öğe olarak kullandı. Vampiri hem ev sahibi hem de misafir olarak anlattı. Dracula’yı önce bilinmeyen coğrafyayla özdeşleştirerek, sonra da modern aklın merkezine davet ederek yaptı bunu. “Yabancı” ile “tanıdık” nitelemelerimiz birbirine girerse ne olur, onu gösterdi. Ayrıca inanç, doğaüstü ve akıl arasındaki gerilime Van Helsing ve John Seward gibi karakterler aracılığıyla bir boyut daha ekledi. Artık vampir edebiyatında akıl ve mantığın temsiline bilimsel unsurlar da eklenecek, Hristiyanlık kaynaklı korkular yerini bilimsel korkulara bırakacaktı. Yine de, Dracula’nın kaderi halk efsanelerindeki gibi belirleniyordu romanın finalinde. Stoker, inancın alanında kalıyor, akıl da bilinmeyeni kontrolü altına -en azından kendi belirlediği şekilde- alamıyordu. Diğer yandan Van Helsing, bu iki kümenin kesişimini gösteren müphem bir karakter olarak öne çıkıyor, son iki yüzyılın günahını çıkarıyordu âdeta.
Sonuçta bu eserler, bize iki asırlık bir süreçte halk efsanelerinden gerçeğe, gerçeklerden de kurguya vampirin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, akıl-inanç ikircikliliği üzerinden gösterir. Gotik kurgu, açıklayarak, tanımlayarak, kategorize ederek, sınıflandırarak ve içermek adına dışlayarak faaliyet gösteren aklın karşısında doğaüstü inanç, umut ve tahayyüllerin konumlandığı bir alan hâline gelir. Burada gotiği ayıran özellik, mevzubahis konumların belirli ve sabit değil, müphem ve dönüşümlü olmasıdır. Tabii, burada dönüşen sadece vampir değil, modern bireyin, uygar insanın doğaüstüne karşı olan tutumudur. Gotik edebiyatta dönüşen, aynadaki yansımadır ve bu yansımayı da en net gösterecek gotik kahraman vampirin ta kendisidir.
Polidori’den Stoker’a uzanan yolda gotik vampirin Britanya’da kat ettiği mesafe, çağdaş vampir anlatılarını şekillendiren Amerikan edebiyatında farklı bir şekilde kapatıldı. Anne Rice’ın 1976’da yayımlanan romanı Vampirle Görüşme, üç farklı vampiri bir öykü içinde hem yan yana hem de karşı karşıya getirdi. Başka insanların kanından beslenen, folklorik kökenlerden şekillenen, âdeta bir canavar olan vampir imgesine karşı, insanî özellikleri koruyarak ölümsüz olmak mümkün müydü? Anne Rice’la birlikte, insanın içindeki canavarla birlikte yaşamasına karşı, canavarın kendi içindeki insanı fark etmesi vurgulanmış oldu.
Rice’tan itibaren erkek vampirlerin öykülerini artık kadınlar anlatacaktı. 1990’lı yıllarda L. J. Smith’in Vampir Günlükleri serisi, Stephenie Meyer’in 21’inci yüzyıl popüler vampir çılgınlığını başlatacak olan ve 2005’te yayımlanmaya başlayan Alacakaranlık serisi, Charlaine Harris’in 2001’deki Gündüz Ölüsü’yle başlayan “Sookie Stackhouse” romanları, Richelle Mead’in 2007 tarihli Vampir Akademisi serileriyle, vampir ve kurban adaylarının yaşı küçüldü, iki asır öncesinin romantik akımdan beslenen vampirleri, yerlerini gönül işleriyle daha çok içli dışlı oldukları için “romantik” diyebileceğimiz vampir ve kurbanlara bıraktı. Başka bir deyişle, bir vampirin aşkla, sevgiyle kurduğu ilişki, ölümle ve kötülükle kurduğu ilişkinin yerine geçmişti.
Diğer yandan, Amerikan romanı zaten köken olarak gotikti. Amerikan edebiyatının öncü kalemi Charles Brockden Brown bir gotik edebiyat yazarıydı. Ne var ki, feodal bir geçmişe sahip Britanya’nın gotik anlatılarında karşımıza çıkan şatolar, kaleler, katedrallerin altındaki gizli mekânlar, zindanlar, Amerikan kurgusunda karşımıza çıkmaz, ama bunların yerine gotiğin yeni bir veçhesini gösterecek tekinsiz bir mekânla tanıştırır bizi bu edebiyat: Ev.
Ev, hem ailenin karanlık geçmişinin o evin sahiplerine dehşet salması hem de kuşaktan kuşağa geçen bir lanetin musallat olması bağlamında, bilinmeyene dair tüm korkuların biriktiği bir metafor hâline geldi korku edebiyatında. Çağdaş Amerikan vampir anlatılarının neredeyse tamamında ev, yani aile, korkunun merkezindedir. Aile bağları ya en baştan kopmuştur ya da kopma noktasına gelmiştir. Genç yetişkin vampir serilerinin birçoğunda, kurbanın ailesi dağılmıştır, ya annesi ya da babası, bazen her ikisi de öyküde yoktur; onların yerine geçen bilge bir figür vardır. Aileden yoksun olmak bir yana, çoğu zaman bir vampir ile vampir olmayan kişinin imkânsız aşkının anlatıldığı durumlarda, asıl anlatılan bir aile kurmanın, “mutlu bir yuva” sahibi olmanın yarattığı paradokstur. Toplum bizden aynı çatı altına girmemizi beklerken, çatının altında ne kadar büyük bir terör yattığını da görürüz. Çağdaş Amerikan vampir edebiyatının genellikle genç yetişkin okurlara seslenmesi de manidardır bu yüzden. Bir kimlik arayışının filizlendiği, cinsel yönelimlerin ya da deneyimlerin yeni tanınmaya başladığı, bedenin dönüştüğü dönem, ailenin ne kadar sorunlu bir kavram olduğunun da en yakından görüldüğü, fark edildiği dönemdir. Çağdaş korku, iki yüzyıllık gotik dehşeti “ev”e taşırken, aileyi de bazen bir vampir, bazen bir kurban olarak işler. Vampir artık ailenin bir parçasıdır; evdedir ve romantik aşkı işleyen 2000’li yılların gençlik romanlarının da bunu konu etmeleri kaçınılmazdır.
Stephen King’in 1975’te yayımlanan Korku Ağı adlı vampir romanı da tekinsiz bir mekân olarak “ev”e odaklanır ve oradan kasabaya yayılan bir karanlığı anlatır. Stoker’ın Dracula’sından olduğu kadar Shirley Jackson’ın Tepedeki Ev eserinden de ilham alan King, bu vampir anlatısıyla bir dönüm noktası oluşturur.
Romanın odağında ‘Salem’s Lot adlı kasaba vardır ama kahramanımızın korkularıyla yüzleşmek için döndüğü Marsten Köşkü de âdeta canlı bir karakterdir. King’in öyküsü, bize çağdaş vampir edebiyatının artık bireyle daha çok ilgilendiğini gösterir. Kimlik arayışı, hesaplaşma, yüzleşme gibi kavramlar öne çıkarken, Amerikan kültürüne has bir “kasaba” meselesi de eklenir tekinsiz “ev”in yanına. Vampirle girişilen mücadeleden sonra kasaba, artık bir hayalet kasabaya dönüşecektir. Aynı şekilde bireyin kendi içindeki boşlukla mücadelesidir anlatılan. Sürekli kendini arayan ve bunun için evine doğru yolculuğa çıkan, nereye giderse gitsin misafir olmaktan kurtulamayan 20’nci yüzyıl insanının izdüşümü, King’in vampir romanındaki ana izleklerden biridir. Böylece gotik edebiyatın inanç-akıl, hayvan-insan, doğa-kültür, eski-yeni çatışmalarına birey-toplum çatışması da eklenir. Aynadaki dehşet evde, ailede ve nihayetinde toplumda da yansımasını bulur. Sıradan insanın da korkunç bir tarafı olabileceği fikri, çağdaş korku edebiyatına girer. Bunların yanında King, vampirliği inanç ve bilim bağlamında da tartışır. Yirminci yüzyılda vampire inanmak mümkün müdür? Onu bir hastalık olarak tanımlamak ya da çare bulmak söz konusu mudur? Romandaki karşıt karakterleri üzerinden bu soruları gündeme getiren yazar, vampirin çağdaş sorularını sormuş olur. Yine de önemli olan, vampirin temsil ettiği karanlığın değişmemesi, herhangi bir aydınlığa kavuşmamasıdır.
Korku Ağı’ndan uzun süre önce bir başka roman, 1954’te yayımlanan Ben, Efsane! ise vampirizmi bilimkurgunun konusu hâline getirir ve kıyamet sonrası anlatılara yön veren eserlerden biri olur. Richard Matheson’ın romanı, modern bireyin yalnızlığını ve kişisel korkularını toplumsal korkularla birlikte işler. Artık bireyden çıkıp toplumun sonuna giden salgın bir dehşettir söz konusu olan. Kıyamet bireyle başlar.
Hem zamanda hem de mekânda biraz daha geriye gidip başladığımız noktaya yakınlaşırsak, Romanyalı bir akademisyen, araştırmacı ve bilim insanı olan Mircea Eliade’nin 1936’da yazdığı Matmazel Christina adlı kısa vampir romanında, folklorik anlatıların, halk inanışlarındaki karanlığın nasıl “ev”e, yani bireyin ve ailenin hüküm sürdüğü modern ama gotik mekâna erkenden sızdığını görebiliriz.
Vampirin korkunç arzularla dolu aşk öyküsünü, bir tekinsiz ev anlatısıyla iç içe geçirir Eliade. Doğaüstünün gündelik hayatın içinde kapladığı yeri tartışır. 2000’li yılların birey-aile-toplum tartışmasını ağırlıklı olarak genç yetişkin vampir romanlarıyla yapan Amerikan edebiyatına karşı bu romanda göreceğimiz karanlık, romantizmin karanlık tarafıdır. Amerikan romanlarında iki âşığın kavuşma ihtimali üzerinden aile olmanın kaçınılmaz sorunlarının altı çizilirken, Eliade bu eserde birleşmenin tedirgin edici tarafını ortaya koyar. Vuslat rahatsız edicidir.
Yirminci yüzyıldan günümüze uzanan yelpazede vampirin dehşeti, aynadaki dönüşümü, toplumun dönüşümüyle ve bireyin karanlığıyla orantılıdır. Halk inanışları ile akıl ve mantığın paylaştığı müphemlik, birey ve toplumun karanlıklarının özdeşleşmesiyle varlığını muhafaza eder. Ve karanlık, vampir gibi, evdedir. Çağdaş korku edebiyatında evler birer mezarlıktır.