Julius Fučik, yazmanın olanaksız olduğu koşullarda, insan üstü bir güçle hücresinde kaleme almıştı Darağacından Notlar’ı. Her gün Naziler ağır işkence yapıyorlardı ama tek bir sözcük alamamışlardı ondan!
07 Nisan 2016 14:00
Kalemin Ucu-XVI
Seksen öncesi yıllardı, günde on beş-yirmi kişi ölüyordu; kahvelere, kültür merkezlerine, halkevlerine, üniversitelere bomba atılıyor, taranıyordu. Yükselen siyâsî bir hareket vardı, işçi sınıfı giderek bilinçleniyor ve örgütleniyordu. En genel anlamıyla sol’un nicel ve nitel büyümesi, genişlemesi vardı. Bu sınıfsal bir hareketti ama en büyük destekçisi de gençlerdi.
Ne yazık ki 12 Eylül, demokrasiyi, hukuku, adaleti, özgürlükleri rafa kaldırdığı gibi o gençleri, işçileri, solcuları işkenceden geçirdi; 16,5 yaşındaki bir çocuğu da astı başkalarıyla birlikte. Bugünlere kadar geldik. Şimdi çok mu farklı, kuşkusuz farklar var ama patlayan bombalar, çatışmalar sürüyor, cinayetler kol geziyor, gazeteciler tutuklanıyor yâni yine saymakla bitmiyor. Her günün başlangıcında, nereye bomba atılmış, kaç “insan” ölmüş diye bakar olduk haberlere! İşin ilginç yanı, aslında son derece de ürkütücü, kendimi bildim bileli bu ülkede, bırakın solcusunu, sosyalistini, komünistini, “barış” isteyenin, her “dönem” şu veya bu şekilde başı derde girdi; hapis yattı, işkence gördü, hatta bazen de öldürürdü!
İlk kez o yıllarda okumuştum ve çok etkilenmiştim, hepimiz çok etkilenmiştik; elden ele dolaşan kitapların başında geliyordu Darağacından Notlar. Julius Fučik, yazmanın olanaksız olduğu koşullarda, insan üstü bir güçle hücresinde kaleme almıştı. Her gün Naziler ağır işkence yapıyorlardı ama tek bir sözcük alamamışlardı ondan!
Darağacından Notlar’ın birkaç ay önce yeni bir basımı[1] yapıldı, yılların deneyimi Celâl Üster’in temiz Türkçe’siyle. Aradan kırk yıla yakın bir zaman geçmiş; genel hatlarıyla kitabı anımsadım ama sözcükler, bölümler aklımda kalmamış doğal olarak. Ne var ki ilk okuduğumdaki duyguları hiç unutmamışım, belleğime çıkmamacasına yer etmiş; bir kez daha içim parçalandı: bu dünyada niye bu kadar acımasızlık, zâlimlik var. Öte yandan iyi ki gerçek kahramanlar da var, diyor insan!
İlginç bir rastlantı. O zaman okuduğum kitabın çevirmeni aklımda kalmamış. Özel olarak dikkat etmemiş de olabilirim; çünkü henüz yayın dünyasına, edebiyat dünyasına adım atmamıştım. Meğerse o çeviriyi de Üster yapmış; ancak başka bir isimle yayınlanmış. Üster 1971 yılında kitapla karşılaşmış, çok etkilenmiş ve hemen çevirmiş. Ancak sıkıyönetim koşullarında yayınlayacak yayınevi kalmadığından metin bir süre çekmecede durmuş ve baskınlar arttığı için de Üster çevirilerini daktilosunun kutusuna sıkıştırıp bir dostuna vermiş. Düşündüğü başına gelmiş ve “beklenen” baskının ardından içeri alınmış:
“... bizim koğuştan bir arkadaşa gönderilen bir kitabı görünce hem şaşkınlığa uğradım hem de çocuk gibi sevindim: Darağacından Notlar yayımlanmıştı.”
(…)
“Belki ortalığın rahatlamasından sonra o paket çıkarılıp açılmış, içinde benim çeviriye rastlanmış, üstünde adım olmadığı için gözden geçirilip bir başka adla hemen yayımlanmıştı. İyi niyetle...
“Belki de yayımlanan çevirinin benim çevirimle ilgisi yoktu. Fučik’in kitabı bir tek bende olacak değil ya...
“Hapisten yeni çıkmış olmanın esrikliğiyle daha fazlasını araştırmadım. Kaldı ki, Fučik’in, bizimki gibi olağan demokrasiye bir türlü kavuşamayan, hep baskı ortamında yaşayan ülkeler için önemini hiç yitirmeyen kitabı yayımlanmıştı işte...” (s.14/5)
İnsanlık dışı işkencenin yapıldığı; üç fidan’ın asıldığı, faşişt cuntanın ülkeyi yönettiği yıllar, yine. Hukukun askıya alındığı, adalet kavramının unutturulduğu, astığım astık-kestiğim kestik yılları; özgürlükse hiç yok! Burada bir çağrışım –aslında her dönem için geçerli–, Oktay Rifat’ın “Elleri Var Özgürlüğün” şiirinden üç dize:
Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz,
Düşünmek yasak,
İşgücünü savunmak yasak![2]
Celâl Üster, bir şekilde sonuca ulaşmış bu ilginç çeviri öyküsünü, bir sohbet sırasında Yordam Yayınları’nın yöneticisi Hayri Erdoğan’a anlatmış. Ondan da “yeniden çevirme” önerisini alınca, kolları sıvayıp Darağacından Notlar’ın başına “tekrar” oturmuş. Bu konuyu Üster şöyle bağlıyor:
“Ne mi oldu? 12 Mart’ın güngörmez günlerinde yitirdiğim geçmişimin bir parçasını geri aldım...” (s. 15)
Julius Fučik, 1938’de legal faaliyetleri yasaklanıp yeraltına inmek zorunda kalan Çekoslovakya Komünist Partisi üyesi; gazeteciliği ve edebiyat eleştirmenliği de var. Parti’nin önemli adlarından biri olan Fučik, Profesör Horák kimliğiyle illegal mücadeleyi sürdürmüş. Ne var ki 24 Nisan 1942’de Gestapo tarafından tutuklanıyor, ağır işkencelerden geçtikten sonra, güya yargılanıp Naziler’ce idam ediliyor. “Suçu” ne? Komünist olmak, anti-faşist olmak, yurtsever olmak, Naziler’e karşı direnmek, yurdunun özgürlüğü için mücadele etmek!
Fučik hücresinde, bölük pörçük kâğıtlara günlük biçiminde tanıklıklarını, gözlemlerini, düşüncelerini yazmış. Bu kâğıtları da A. Kolinsky adlı bir Çek gardiyan ona getirmiş. Yazılanları da birer birer dışarıya çıkartıp, birilerine vermiş, onlar da saklamış. Savaşın bitiminde dolayısıyla işgalden sonra ülke özgürlüğüne kavuşunca, Fučik’in kendisi gibi tutuklanan ama ölümden kurtulan karısı Augustina Fučik, binlerce insanın yakınlarını aradığı gibi o da kocasını aramış. Bu sırada yazılanların varlığını da öğreniyor, iz sürerek tek tek topluyor, düzenleyip bir yapıt hâline getiriyor. 1943 Baharı’nda yazılan ve kitabın başında yer alan “Yazarın Öndeyişi,” başlıklı metin, Fučik’in son derece bilinçli ve kararlı olduğunu gösteriyor bizlere:
“Kendi yaşamımın filmini binlerce ayrıntısıyla yüz kez seyrettim. Şimdi yazıya dökmeye çalışacağım. Celladın ipi ben bitirmeden boynuma geçecek olursa ‘mutlu son’u yazacak daha milyonlarca insan var.” (s. 22)
Fučik’in yazdıklarını “kanla yazılmış” diye tanımlasak, hiç de yanlış olmaz. Önce yakalanmasına neden olan baskını, hücre’nin verdiği açığı; ardından illegal örgütlenmenin, yeraltı direnişinin nasıl olması gerektiğini ve bireysel zaafları, disiplinsizliği onun eleştirel üslubuyla okuyoruz. Çevresindeki insanları buluyoruz. Hücre arkadaşlarını, gardiyanları, öteki hücrelerde kalan arkadaşlarını, nesnel bir bakış ve edebî bir dille kaleme almış. Bir portre yazarı. İnsanlık dışı işkence ânlarına, gerçekten “kahramanca” ve örnek direncine de tanık oluyoruz. Öte yandan işkencecileri, Naziler’i, Gestapo’yu, işbirlikçi Çekler’i de hainlikleriyle okuyoruz.
Bu tanıklıklar her ân öleceğini, dahası öldürüleceğini bekleyen bir adamın kaleminden çıkıyor. Çok ağır fiziksel acılara katlanan biri, aynı zamanda manevî olarak bu kadar güçlü olabilir mi? Hele karısıyla yüzleştirildiğinde:
“Karım görmesin diye ağzımın çevresinde biriken kanı yutuyorum... ama boşuna çünkü yüzümün her yerinde ve parmak uçlarından durmadan kan sızıyor.
“ ‘Tanıyor musun onu?’
“ ‘Hayır, tanımıyorum.”
“Korkusunu ufacık bir bakışla bile dışa vurmadan söyledi bunu. Onun gibisi az bulunur. Beni hiçbir zaman tanımayacağına dair andına bağlı kaldı, artık buna pek gerek kalmamış olsa da. Benim adımı kim verdi acaba?
“Onu götürürlerken, elimden geldiğince neşeli bir bakışla elveda dedim. Belki de pek o kadar neşeli değildi bakışım. Bilemiyorum.” (s. 28)
Karısının da işkence gördüğünü biliyor oluşu da ağır bir işkence biçimi olsa gerek! Ancak Fučik tüm işkence biçimlerine karşı güçlü. Arkadaşlarını, yoldaşlarını her gün kanlar içinde görüyor. Direniyor, kimseyi ele vermiyor, davasına, Parti’sine leke sürmüyor.
“Artık sorularını işitmiyorum. Hiç acı duymadan, olup biteni uzaktan seyreden biriymişim gibi, iki SS’in beni hücreye geri götürdüğünü duyumsuyorum. Sedyeyi hoyratça hoplatarak taşıyorlar ve gülüşerek ipin ucunda sallanmayı yeğleyip yeğlemeyeceğimi soruyorlar.” (s. 37)
Peki işkencelerden sonra ne olacak? Fučik işkencede ölmüyor, onu öldüremiyorlar. Ne var ki kendisini sağ bırakmayacaklarını da çok iyi biliyor. İşkenceden kurtulsa, yargılayıp asacaklar! Bu da başka türlü bir psikoloji yaratmış olmalı; ne var ki moralini bozmuyor, yıkılmıyor, yenilmiyor. Yazıyor, yazıyor. Onu ayakta tutan nedenlerden biri de yazı. Tarihe, bizlere büyük bir kanıt bırakıyor. Kuşkusuz böylesine başka örnekler var; fakat Fučik’inki tikel örneklerden de olsa çok etkili ve ders alınacak bir örnek.
Fučik’in yazdıklarında karısına, hayata olan özlem de var, Prag’a, ailesine, dostlarına, dolu dolu yaşamaya olan özlem de ama hiç pişmanlık yok. Her zaman dik duruşlu. Ayrıca 1 Mayıs 1943 günü kaleme aldığı metinden ışık çıkıyor... Ve 9 Haziran 1943! Artık son günler (belli ki son gün olmuş!), her ân mahkemeye götürecekler; son yazılanlar, son satırlar, son sözcükler:
“Her zaman ölüme meydan okuduk. Gestapo’nun eline düşmenin sonumuz olduğunu biliyorduk. Ve yakalandıktan sonra bile hem kendi ruhumuz hem de başkaları karşısında gereğince davrandık.
“Benim oyunum sonuna yaklaşıyor. Oyunun sonunu henüz bilmediğim için yazamıyorum. Artık bu bir oyun değil. Hayatın ta kendisi.
“Gerçek hayatta seyirci yoktur: Hayata hepiniz katılırsınız.
“Son perde açılıyor.
“Dostlar, hepinizi çok sevdim. Tetikte olun!” (s. 140)
Ne yazık ki tahmini gerçek oluyor. 25 Ağustos 1943’te çıkarıldığı Berlin’deki bir Nazi mahkemesince idam cezasına çarptırılıyor! 8 Eylül 1943’te infaz ediliyor. Herhalde Naziler de “asmayalım da besleyelim mi” gibisinden bir şeyler demiştir!
Acaba Fučik Berlin’de yazdı mı yazmadı mı? Bilmiyoruz. Belki olanak bulamıyor, belki buluyor da yazdıkları korunamıyor. Belki de “Dostlar, hepinizi çok sevdim. Tetikte olun!” cümlesinden sonra yazmak istemiyor; yazdıkları “yeterli”: tarihe derin bir iz bırakacak. Fučik, okuyacaklardan, bir vasiyet gibi “mücadeleye katılmış olanları”n asla unutulmamasını istiyor: “Bugün önünde sonunda dün olacak; tarih yazan adsız kahramanlarıyla büyük bir çağ olarak anılacak.” (s. 72)