Tevfik Fikret, edebiyatından çok ahlâkî bir timsal, etrafında efsanelerin uydurulduğu bir isim olarak ortaya çıkarıldı. Peki, ölümünün 100'üncü yılında Tevfik Fikret'i gerçekten biliyor muyuz...
19 Ağustos 2015 15:00
Tevfik Fikret, 19. yy. bütünlük arayışının, aklı önceleyen düzeninin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki görüntüsünü yansıtan entelektüel tipini oluşturan belli başlı şahsiyetleri arasında yer alır.
1850’li yıllardan sonra özellikle Şinasi’nin konuşma dilini yazı diline yaklaştırması sayesinde edebiyat dilinin sadeleşmesi, gazete aracılığıyla bir kamuoyu oluşması Türkçede edebiyatın hem serüvenini hem de edebiyatçısının kimliğini değiştirmiştir. Önce gazeteden başlarsak…
İlk resmî gazete olan Takvim-i Vakayi 1831’de sekiz dilli olarak Osmanlı topraklarında görülmeye başlandığında yeni bir mecraya giriliyordu. Artık devlet, ne yapıp ettiğini vatandaşlara aktarma gereği duyuyordu ki bu sebeple, vatandaş ile kendi arasında iletişim aracı görevi görecek bir nesneye, gazeteye ihtiyaç duymuştu. Böylece vatandaş da devletin ne yaptığından haberdar olduğu gibi aslında ondan hesap sorma hakkına da yine bu nesne aracılığıyla sahip olmuştu. Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval’i ise bu konuda ikinci bir hamleyi gerçekleştirerek devlet elinden çıkıp ilk özel, yani devletin ne yapıp ettiğini anlattığı vatandaşlarından biri tarafından üstelik adını da tercümân-ı ahval (hallerin tercümesi) olarak devlete kendi halini bildirmeye çalışan bir vatandaş tarafından resmî kanaldan oluşan bildiriyi bir iletişime, diyaloga dönüştürüyordu. Hemen arkasından yayın hayatına başlayan Tasvir-i Efkâr ise devlete fikir, düşünce denilen şeyi öğretmeye soyunacaktır. Bu gazeteler her ne kadar halkı bilgilendirme amacıyla yola çıktıklarını söyleseler de bir diğer amaçları da devlete fikir vermekti şüphesiz.
Şinasi’nin etkisiyle bu kamuoyunu seslendiren, devlete sadece fikir vermekle kalmayıp kafa tutacak bir nesil de yetişmişti. Şinasi’nin Paris’e giderken gazetesi Tasvir-i Efkâr’ı emanet ettiği genç Namık Kemal, bozulan devlet düzeni için parlamenter bir sistemden bahsedecek bunun şeriatla arasındaki bağları kuracaktır. Sadece o da değil kendilerine Yeni Osmanlılar adını veren bir grup, ki aralarında saraya çok yakın paşa çocukları da vardır, her ne kadar çözüm konusunda fikirleri farklı da olsa devletin bir bozulma içinde olduğu ve bunun değişmesi konusunda hemfikirdir. Yeni açılan eğitim kurumlarında eğitim gören, yabancı dil bilen, Tanzimat’ı ilan eden Mustafa Reşit Paşa’nın yetiştirmeleri Âli ve Fuad Paşaların bürokrasisinde kalem efendiliği yapan bu gençler, fikirlerini gazete aracılığıyla duyurmaya başladıklarında rahatsızlık sebebi olur ve İstanbul dışına çıkarılırlar. Paris’te bir araya gelen bu kuşak, devletin bozuk düzenini onarmak için bir mücadeleye girişirler. Abdülaziz’in ölümü, Midhat Paşa’nın sadrazamlığı, V. Murad’ın tahta çıkışı ve sonrasında II. Abdülhamid’in tahta geçmesi ve Kanun-ı Esasi’nin 1876 yılında ilanıyla belirli anlamlarda istediklerini elde de ederler.
Dolayısıyla 19. yy sonunda Osmanlı’da devlete kafa tutmuş, bunun için mücadele vermiş, iyi eğitimli, kendisini dış dünyaya açmış bir entelektüel figürüyle karşı karşıyayız. Bu figür, edebiyatını da toplumsal muhalefetinden bağımsız düşünmüyordu. Nitekim edebiyat diye tarif ettikleri de bundan bağımsız değildir. Namık Kemal için edebiyat, güzel ve ahlâklı olan her şeydir. Şinasi ve Ziya Paşa da ondan farklı düşünmezler. Dolayısıyla edebî olan hem ahlâkî hem de öğretici özellikleri bir arada taşımalıdır. Din meselesi ise yine Şinasi’nin şiirinde yeni bir kimlik ve dil bulur. Ziya Paşa, meşhur Terci-i Bend’inde İslâm kaidelerine uymayan birçok unsuru şiirinin içine sokar. Onun yolundan giden ve Tevfik Fikret kuşağının en beğendiği şairler arasında yer alan Abdülhak Hâmid Makber ile dünyeviliği kucaklayan bir tabiat alemine doğru açılmaktadır.
Fikret’in doğduğu yıl 1867. Yani, bugün edebiyat tarihlerinde yenilik, yenileşme, modernleşme veya Batılılaşma olarak adlandırılan dönemin kurulduğu, ilk ürünlerini verdiği, bunlar üzerine konuşulduğu, 1839’da Tanzimat Fermanı ile resmileşen bir dönemin ilk kuşağının görevini ifa ettiği bir dönem. Namık Kemal’in yeni edebiyatı bir sistem dahilinde gördüğü, neredeyse bir proje gibi düşünerek gereklerinin nasıl yapılacağını sistemli bir şekilde açıkladığı edebî sistemin hayata geçtiği bir dönem. 1876’da Kanun-ı Esasi ilan edildiğinde 7 yaşında olan Fikret kendisi de bürokrat bir aileden geldiğinden yukarıda adını saydıklarımın isimlerini evinde birçoğundan övgüyle bahsedilir şekilde duyar. Bunlardan özellikle Recaizade Mahmud Ekrem, Galatasaray’da hocası olduğunda Fransız edebiyatı ve retoriğiyle kendisini ayrıca etkileyecektir.
1896 yılında Recaizade Mahmud Ekrem’in aracılığı ve Tevfik Fikret’in öncülüğünde Ahmed İhsan’ın Servet-i Fünûn dergisinde bir araya gelen gençler, yeni bir edebiyat ve yeni bir entelektüel tipi yaratıyorlardı. Tabii burada tip derken hepsinin aynı olduğundan çok, benzer koşulların onlarda benzer etkileri bırakmasından bahsediyorum. Bu kuşak II. Abdülhamid otoritesini hep ensesinde hissetmiş bir kuşaktı. Bu sebeple kendilerinden önceki Tanzimat kuşağı kadar dışa dönük olamadılar. Fakat, yarattıkları edebiyat, onları öncü bir yere taşıdı. Yeni bir dönemin yeni bir dille, imajlarla, sembollerle anlatılacağının farkındaydılar ve bunun peşine düştüler. Şiirde yeni yönelimler, türler, şiirin hikâyeye yaklaşması, gündelik olayların ve insanların edebiyata girmesi onlarla mümkün oldu. Kendilerine yöneltilen kuraldışı olmaları, hatta zaman zaman, yeterince Osmanlı olmadıklarının ve dahası dinsiz olduklarının bile söylenmesi, onların içinde bulundukları toplumda ne kadar “yabancı” olarak nitelendirildiklerini anlamak için yeterli olacaktır. Servet-i Fünuncular ya da bir başka adla Edebiyat-ı Cedideciler veya yeni Edebiyat-ı Cedideciler olarak adlandırılan bu nesil, Türkçe edebiyatın ilk modernistlerini de meydana getiriyorlardı.
Fikret, bu kuşak içerisinde edebiyatından çok ahlâkî bir timsal olarak ortaya çıkarıldı. Kendisine dair etrafında efsanelerin uydurulduğu, öğrencilerinin, takipçilerinin ölümünün ardından ona benzer, onun gibi ve hatta onun için şiirler yazdığı bir efsaneye dönüştürüldü. Ancak bu efsanelik hali, çağdaşlarının anlattıklarından anladığımız kadarıyla o daha yaşarken, planlarını kendisinin çizdiği Aşiyan’ında sürdüğü hayatla, gizli gizli elden ele dolaşan şiirleriyle, dinleri kanla suçlayan meşhur Tarih-i Kadim şiiriyle daha hayattayken ona mal edilmişti. 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde İttihat ve Terakki’nin bir kurtarıcı olmadığını çok çabuk kavrayıp yeniden inzivasına çekildi, aynı dili konuştuğu arkadaşlarıyla birbirlerine yabancı, hani neredeyse düşman oldular.
Onun hakkında en çok dile getirilenlerden biri de alınganlığı ve merdümgirizliği… Edebiyat tarihlerinde onun zor beğenen ama eleştirilmekten hoşlanmayan biri olduğu, ikinci ve üçüncü sınıf Fransız şairlerinden etkilendiği yazılır. Evet, Fransız şiirinden etkilenmiştir, ancak öncelikle göz önünde bulundurulması gereken onun şiirlerinin toplu haldeki görüntüsünün bize ne söylediğidir. Burada da son yıllarda yapılan çalışmalarla onun şiirinin yeniden ele alınması gerektiği konusu ortaya çıkmaktadır.
Nuri Sağlam’ın Tevfik Fikret üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda bugün Fikret’e ait olduğunu zannettiğimiz birçok şiirin aslında ona ait olmadığını öğrendiğimiz gibi özellikle Balkanlardaki dergilerde yayımlanmış bilmediğimiz birçok başka şiiri olduğunu da öğrendik.[1] Ayrıca hayatına dair, efsane haline gelen birçok unsurun da bir gerçekliği olmadığını yine Nuri Sağlam’ın çalışmaları sayesinde biliyoruz. Örneğin onun hakkında Galatasaray Lisesi’nin bitirdikten sonra çalıştığı İstişare Odası’nda çok da iş olmadığından kendisine verilen haksız maaşı iade ettiği söylemi Sağlam tarafından tartışmaya açılır ve çökertilir. Bu demektir ki bugün hakkında birçok şey bildiğimizi düşündüğümüz bir şair hakkında eksik ve bilmediklerimizi de bir araya getirip yeni bir Fikret kitabı yazmak gerekmektedir.[2] İkincisi Fikret’in özellikle 1920’li yıllarda Türkçe şiirdeki etkilerinin ne denli büyük olduğudur. İsmail Hikmet Ertaylan, 1925- 26 yılında Bakü’de yayımlanan Türkçe edebiyatın ilk edebiyat tarihlerinden biri olan dört ciltlik Türk Edebiyatı Tarihi’nde[3] sözünü ettiğim dönem şairleri arasında Fikret’ten iz taşımayan neredeyse hiçbir şaire rastlamaz. Şüphesiz kendisi Fikret’in öğrencisi olan Ertaylan’ın bu girişimi abartılı diye düşünülebilir, ancak verdiği örnekler kanaatlerini ispatlama konusunda son derece inandırıcıdır.
Yazıma değişen Osmanlı entelektüeli ile başlamıştım. Fikret hayatıyla 19. yy entelektüelinin bütüncül bakışını eserlerine yansıtır, denediği serbest müstezat ile türler arasındaki geçişgenliği kolaylaştırır, şiire konuşma girer, hikâye ve şiir bir arada yer alır. Konuşma dilinin şiire girmesiyle dil yavaş yavaş Türkçe şiirin yıllarca en büyük sorunlarından biri olan Türkçe ile aruzu birleştirme meselesi konusunda bir yol açılır. İdeolojik kavgalarda karşıt birer cephe gibi bir araya getirildikleri çağdaşı Mehmet Âkif ile edebî görüşleri ve ortaya koydukları edebî örneklerde bu bakımdan birbirlerine benzerlikler gösterirler. Gerek Fikret gerekse Âkif, şiirlerinde konuşma dilini kullanarak hem dilin sadeleşmesinde hem de şiirin hikâyeye yaklaşmasında aynı yolda ilerlerler. Ayrıca en az Âkif de Fikret kadar II. Abdülhamid’e düşmandır. Fikret’in meşhur Sis şiiriyle Akif’in meşhur İstibdad şiirindeki II. Abdülhamid, aynı bakış açısıyla ele alınır.
Osmanlı entelektüelinin o zamandan bu zamana devam eden toplum mühendisliği meselesi tabii ki Fikret’in de meselesidir. Döneminde gençleri eğitmek için bambaşka bir sistemle, öğrencilerin kendi iradelerini daha serbestçe gösterebilecekleri bir okul tasarlar, oğlu Haluk’un nezdinde gençlere öğütler vermekten, onlara aydınlıktan hiç ayrılmamaktan, devleti ve vatanı için çalışmaktan bahseder. Haluk’u gençliğin bir sembolü haline getirir. Fakat onu yargılamaz, eleştirmez. Hatta her şeye rağmen kendisinin bu gençlik karşısında köhnemiş kalacağını düşünerek kendi yaşlılığı gençliğe engel olursa gerektiğinde bu engele bile takılmamalarını dile getirir. Tarih-i Kadim ile kan dökmeyi ve savaşı lanetler. Haluk’un Amentüsü ile modernleşmenin amentüsünü kaleme alır.
Fikret etkili bir şahsiyet midir? Evet, öyledir. Karakteri, düşünceleri ve inzivasıyla insanların etrafında bir gölge gibi dolaşmıştır. Memleketin ayrışmaya gereksinim duyduğu zamanlarda karşısına çıkarılan Mehmet Âkif ile ne çok ortak şeyi ortak bir dille söyler hâlbuki. Her ikisinin de meselesi insandır, biri bunu dünyevilikle diğeri din ile bağdaştırır, ancak ortak noktaları her ne olursa olsun insanın ahlâklı bir birey olmasıdır. Zafer Toprak özellikle 1930-40’lı yıllarda Fikret ile Âkif’in karşı karşıya getirilmesine dikkat çeker ve bunda da siyasi yelpazenin etkili olduğunu dile getirir. “İlerici” ve “gerici” saflaşmaları Fikret ve Âkif yandaşlığıyla karşılanır. Din, laiklik, medeniyet, dinsizlik vb. meseleler her iki şairin kimliğinde onları yüceltip karalamalarla mesele haline gelir. Dolayısıyla edebiyatları ve edebiyat tarihlerindeki yerleri de göz ardı edilir.
Ancak yukarıda da söylediğim gibi Nuri Sağlam’ın araştırmalarından sonra, Fikret’in edebiyatı ve sanatı yeniden değerlendirilmelidir. Yine dört ciltlik bir edebiyat tarihinin neredeyse tüm genç kuşağı üzerinde edebî etkileri ispatlarla gösterildiğine göre genelgeçer yargıları bir tarafa bırakıp Fikret üzerine yeniden düşünmenin zamanı çoktan gelmiş bence. Dahası eserleri ve şahsiyetiyle Türkçede ilk kez 1929 yılında, İçtihat dergisinde dönemin Freudyen psikanalisti İzzeddin Şadan tarafından eserleri psikanalitik açıdan yaklaşık 14 sayılık ciddi bir etüde uğrayan ilk Osmanlı entelektüeli ve şairi de kendisidir. Aynı zamanda bir ressam da olan Fikret’in resim sanatıyla şiir sanatı arasındaki ilişkiler hakkındaki çalışmalar yok denecek kadar azdır. Osmanlı döneminin en önemli ve hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz kadın ressamlarından Mihri Müşfik, hayatının son döneminde en yakın ahbaplarından biri olmuştur. Bu ilişki her ikisinin sanatını nereye götürmüştür? Bu hem Fikret’i hem Mihri Müşfik’i aydınlatmak açısından bize bir sürü imkân verecektir.
Benim gördüğüm ölümünün 100. yılında ona dair bilmediklerimiz ve düşündüklerimizin eksiklikleri… Bu 100. yıl onu genelgeçer kanılardan kurtarıp ona ve eserlerine yeniden bakmayı sağlamak için bir vesile olur umarım…
Ruhsârınız ki zülf-i perîşân içindedir
Bir mâhdır ki ebr-i bahârân içindedir
Her subh-dem firâkın ile ey sipihr-i hüsn!
Çeşm-i terim şafak gibi âl kan içindedir
Şîrîn bilir mi lezzetini nâiliyyetin
Ferhâd’a sor ki telhî-i hirmân içindedir
Var ihtiyâcı gönlümün âb-ı visaline
(Firkat) denir bir âteş-i sûzân içindedir
Ağreb budur ki subh-i münîr-i vatanda dil
Hâlâ zalâm-ı şâm-ı garîbân içindedir
Olmaz tecerrüd etmez ise vâsıl-ı kemâl
Fikr-i beşer ki şübhe vü noksan içindedir.
Mehmed Tevfik
Berk, Cüz. 5, Cilt. 1, 1302, s. 154.
(Nuri Sağlam, “Servet-i Fünûn’a Kadar Tevfik Fikret ve Bilinmeyen Şiirleri”, Biyografya 7, Bağlam Yay., İstanbul, 2006, s. 116.)
Heyhat!... Ey necîb ölü, kim, hangi bir kalem
Son sayha addederek "Rübâb'ın Cevâbı"nı?
Bizden kadir-şinâs mı kucaklaştığın adem:
Terk ettin "Âşiyân"ını, attın "Rübâb"ını?
Öldün... Fakat bugün bile kıymetli defterin
En gölgesiz dudaklara olmakta secdegâh;
Bî-şüphe, kır çiçekleri altında makberin,
Arzın bütün melâlin şefkatli bir penâh!..
Sendin: Beşer hesabına en çok kederlenen,
Sendin: Bu son otuz senenin en mübecceli!
Garb, iştiyâk-ı fikre açık bir ufuk... ve sen,
Şarkın bu ufku gösteren en muhterem eli!...
4 Ağustos 334: Bursa
Kemaleddin Kâmi
(Bu şiir, Tevfik Fikret’in ölümünün 3. Yıldönümünde İsmail Hikmet Ertaylan tarafından Tevfik Fikret özel sayısı olarak çıkarılan Düşünce dergisinde yer almaktadır. Eserin Latin harfli baskısı için bkz. Tevfik Fikret Düşünce Dergisi, Nüsha-i Mahsûsa, 1918, (Haz. Seval Şahin), Kitap Yay., İstanbul, 2005.)