Gezi edebiyatının bir tür olarak ortaya çıkışı modernite ve kapitalizmin gelişim sürecindeki birtakım teknik, sosyal, siyasal ve ekonomik etmenlerin çakışmasının sonucudur...
04 Ağustos 2016 15:05
Gezinin ve yazının tarihi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır desek yanılmış olmayız. Daha Odyssey ortada yokken, çok daha eski dönemlerden örneklere rastlamak mümkün. Türün, modern zamanların başında ise yazı türleri arasında en popülerinden biri olarak ortaya çıktığını görürüz. Farklı farklı alt türler, okuyucuları kendi gidip görme olanakları olmayan uzak diyarlar hakkında bilgilendirirke, aynı zamanda eğlendiriyordu. Yeni yeni ortaya çıkmakta olan milliyetçilik tohumlarını beslemesi de cabası. Beri yandan, geziler ve sonucunda üretilen eserler bilimsel anlayışın gelişmesine paralel olarak, devletler için bir tür ortak kamusal zenginlik kaynağı, rakiplerle mücadele ve yarışta rekabetçi avantajı inşa etmenin yollarından birisi olarak algılanmaya başlıyordu.
Gezi yazıları ve kitaplarının (“gezi yazıları” ve “gezi edebiyatı” diye bir ayrım yaptığımızı belirtelim) bir tür olarak ortaya çıkışı modernite ve kapitalizmin gelişim sürecindeki birtakım teknik, sosyal, siyasal ve ekonomik etmenlerin çakışmasının sonucudur. Bu nedenle bizde gezi türünün ağırlığı, varlığı, yokluğu tartışılırken, türün en zengin örneklerinin görüldüğü Avrupa’daki gelişiminin bu tarihî arka planına, dinamiklerine kısaca göz atmanın sonsuz faydaları vardır. Bu dinamiklerin hangilerinin var, hangilerinin yok olduğuna bakılarak bizdeki durumun analizi “biz gezmiyoruz ya!”dan daha gerçekçi bir şekilde yapılabilir.
Türün ortaya çıkışını etkileyen gelişmeler arasında teknik olarak en belirleyici olanı kuşkusuz 15. yüzyılın ortasında matbaanın ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasıdır. Eşzamanlı olarak kapitalizmin ortaya çıkışını, dolayısıyla kitap yayıncılığının zamanına göre hayli önemli bir sektör haline dönüşmesini; ulus bilincinin yeşermesine eşlik eden matbaa öncesi egemen kitap dili olan Latince yerine, bölük pörçük diller ve lehçelerden tek bir ulusal lehçe/ dile doğru evrilişi not etmeliyiz. Bunlarla birlikte Avrupa’nın Doğu ticaretinin kapısının büyük Osmanlı İmparatorluğu duvarı ile kontrol altında tutuluyor olması, Avrupa'yı meçhul okyanuslara doğru itmiş, ticari güdülerle seyahati ve yeni ülkelerin keşfini bir zorunluluk haline getirmiştir. Son olarak listeye Rönesans sonrası uyanışın tetiklediği Aydınlanma sürecine bağlanacak bilimsel uyanışla canlanan bilimsel amaçlı gezileri de eklememiz gerekiyor.
Matbaanın ve kitabın seri olarak üretiminin devasa etkilerinin modernitenin ve kapitalizmin gelişimindeki rolü yeterince ele alınmamıştır. 1500’lere geldiğimizde, Avrupa’da matbaada basılan kitap sayısı 20 milyonu geçmiştir. Bir yüzyıl içinde bu sayı 200 milyonu geçecek (dönemin nüfusunun 100 milyon tahmin edildiği düşünülürse, kişi başına iki kitap ortalaması), ilk kapitalist şirket biçimlerinden biri olan yayınevleri bütün Avrupa’ya yayılacaktır. Üstelik, bunlar bugünkü deyişle uluslararası nitelikte, farklı ülkelerde şubeleri bulunan, güncel deyişle çokuluslu kuruluşlardı. Kitap kitlesel ölçekte üretilen ilk sanayi ürünü olacaktır. Müteferrika’nın kısa macerasından sonra matbaanın Osmanlı’da yaygınlaşmasının 19. yüzyılın sonuna kadar geciktiğini düşünürsek, arada kapanması (bugün bile) çok güç bir mesafenin açılmış olduğunu idrak edebiliriz. Osmanlı’da 1833 yılında 54 matbaa (15'i litografi), TC’de 1948 yılında 509 matbaa ve 1983 yılınnda 3537 matbaa bulunmaktaydı. 1500 yılında Avrupa’daki matbaa sayısı ise bini aşmıştır.
İşin içine kapitalizm girince, kaçınılmaz güdü kâr olur. Bu yayınevleri de en fazla kâr edebilecekleri ürünleri satmaya çalışıyorlardı. Matbaa öncesinin okur yazar kesiminin dili olan Latincenin pazarı dolduktan sonra, sıra asıl büyük parçaya, diğer dillere gelir. Ancak bugün İngilizce, Fransızca, Almanca gibi bildiğimiz diller o tarihlerde bölge bölge bölünmüştü, bazen bir bölgenin diğerini anlamakta ciddi güçlükler çektiği lehçeler halinde konuşulmaktaydı. Kapitalist girişim açısından, örneğin Fransızcanın birden fazla lehçesi için ayrı ayrı basımlar yapmak son derece irrasyonel olduğundan standardize olmuş tek dillere ihtiyaç duyuluyordu. Bu sürece politik süreçler eşlik ve yardım etti. İktidarın feodal dağınıklığından mutlakiyetçi monarşilere geçiş sürecinin başlaması, dilden yönetsel merkezileşmenin bir aracısı olarak yararlanılabileceğini ortaya çıkarmıştı. Kuşkusuz bu süreç bir gecede gerçekleşmedi, 1400’lerin ortalarından başlayarak, dillerin aşağı yukarı tam oturduğunu söyleyebileceğimiz 1700’lerin ortalarına kadar bir 300 yıllık süreden bahsediyoruz. Bu sürecin sonucu bazı lehçelerin iktidarlarını perçinlemeleri ve ulusal diller olarak tanınmaları oldu. Matbaa ve kitap bu süreçte kritik bir rol oynamıştır. Dönemin basılı kitaplarından örneğin İngilizce, Fransızca veya Almanca 1500 baskısı ile 1700 baskısı kitapların dillerine şöyle bir göz atmak dildeki bu değişimi ve “oturmayı” gösterecektir.
Bu kitap patlamasından en fazla yararlanan türlerden biri gezi kategorisi oldu. Henüz romanın yeni yeni ortaya çıkmakta olduğu, dinsel metinlerle bunalmış bir dünyaya gezi kitapları taze bir soluk, heyecan ve macera arzusu getiriyordu.
Bilindiği gibi, Avrupa’da Batı'ya doğru ilk büyük hareketlenmeyi İspanyollar gerçekleştirir, bu yüzden göreceli olarak baktığımız zaman ilk dönem gezi yazılarının ağırlıklı kısmı İspanyolcadır. İngilizcenin ve diğer dillerde türün yaygınlık kazanmasının yaklaşık bir yüzyıl arkadan geldiğini söyleyebiliriz. Ancak bu zamanı boş geçirmemişlerdir. Fiili olarak keşif ve sömürgecilik yollarına dökülmeden önce, matbaanın sunduğu olanaklarla diğer dillerden bol miktarda çeviri yaparak çok önemli derlemeler üretmişlerdir. İspanyol örneği İngilizler için önce bir eğitim olanağı, daha sonraları rekabet nedeni olacaktır. Modern anlamda gezi yazılarının yaygınlaşmasında esas olarak bu iki kaynağın gövde vazifesi gördüğünü söylersek yanılmayız. Üstelik, 15. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmasından sonra yaklaşık iki ya da üç yüzyl içerisinde, bugün bildiğimiz anlamda tüm biçim ve çeşitleri ile gezi yazılarını örneklemiş olacaklardır. Burada yazımızın kısıtları çerçevesinde sadece İngilizce birer örnek vermekle yetineceğiz.
İlk tipoloji olarak gezmemiş gezi yazarlarını ele alabiliriz. Yaygın bir tür olarak ilk ortaya çıkışında gezi kitaplarının yazarları gezenler değil, editörler olmuştur. Gezilerin değişik motiflerdeki sponsorları (tüccarlar, yönetici sınıflar, din adamları) seyyahlardan gezileri boyunca notlar almalarını, haritalar çıkarmalarını istiyorlardı. Bu şekilde ortaya çıkan ama çoğu bir bütünlükten ve sistematikten yoksun olan gezi notlarının derlenip toparlanması işi de kimisi yaşadıkları mekânlardan birkaç yüz mil öteye bile seyahat etmemiş editörler tarafından yapılıyordu. Bir örnek olarak Richard Hakluyt’u (1553-1616) anabiliriz. Kitapları arasında en önemlisi 1598’de yayımlanan The Principal Navigations, Voiages, Traffiques and Discoueries of the English Nation, Made by Sea or Overland'dır. Çok değişik kaynaklardan, birçok birinci el tanıklıklardan beslenen bu kitap döneminin en kapsamlı ve detaylı derlemesidir.
İkinci tür gezginler olarak hacılar (“pilgrims”) göze çarpar. Ortaçağ Avrupa'sının dünyevi bir yarar gözetmeyen gezi motivasyonlarının başında hac gezileri gelir. Yine bir örnek verecek olursak İngiliz Henry Timberlake’in True and Strange Discourse of the Travels of Two English Pilgrims’i 1603’te ilk kez basılır ve 1700’e kadar dokuz baskı yapar.
Gezginlerin bir diğer türü de daha sonra modern romanın başlangıç noktalarından biri olacak Don Kişot’un da esin kaynağı olan şövalyelerdir. Don Kişot’un İspanyol bir yazar tarafından yazılması da bir tesadüf değildir, zira bu amaçla yapılan geziler sömürgelerle devasa bir boyuta ulaşan İspanyol dünyasında çok daha yaygındır.
Elbette tüccarlar, o kadar öyle ki, dönemin dillerinde maceracı ile eşanlama gelecek şekilde kullanılır tüccar. Editör Hakluyt’un The Principal Navigations’ının omurgasını da tüccarların gezi notları oluşturur.
Adı üzerinde kâşifler. Bunların ilk ve önemli örneklerinden olan Walter Ralegh’in Discovery of the Large, Rich, and Beautiful Empire of Guiana’sındaki (1595) üslubu ve yorumu ile gezginlerin salt gezdikleri yerleri betimlemelerinden öte, bu yeni kültürlerle ilişkiye giren kendilerini de anlatmaya başlamalarına bir örnek teşkil eder. Gezgin yorumlamaya, diğerlerini ve kendisini analiz etmeye başlar.
Avrupa’nın Doğu ticaretinin ana kara yollarının Osmanlı kontrolünde olduğuna değinmiştik. Bu kontrolü aşmanın yolu olarak denizlere açılma güdüsü aynı zamanda sömürgecilik çağının başlangıcına da işaret eder. Yeni kıtanın keşfedilmesi ile birlikte sömürgeleştirme motifli geziler de yaygınlaşır. Thomas Harriot’ın A Brief and True Report of the New Found Land of Virginia’sında (1588) detaylı olarak ticareti yapılabilecek malların, nelerin tarımının yapılabileceğinin dökümleri yapılır. Harriot, Kızılderililerin de analizlerini yapmayı ihmal etmez; bir tür sömürgecilik elkitabı diyebileceğimiz türün ilk başarılı örneklerindendir.
Edebiyatta da birçok örneğini bildiğimiz bir diğer gezi tipolojisinin yazarları, esirler ve kazazedeler olacaktır. Bunlar vaat ettikleri heyecan ve merak içeriği ile dönemin en çok ilgi gören ve satılan gezi kitapları arasında yer alırlar. Bir kısmında, özellikle başlarda, yazarların hayal dünyaları da devreye girer, bilinmedik canavarların, türlü yaratıkların tasvirine rastlanır. 1595 tarihli Strange and Wonderful Things Happened to Richard Hasleton (Richard Hasleton’un Başından Geçen Garip ve Harika Olaylar) İspanyol engizisyonu tarafından din değiştirmesi için işkence yapılan, Türklerle savaşmaya zorlanan bir İngiliz'in yabancı diyarlardaki cesaretini anlatarak İngilizleri gururlandırır.
Yaşadıkları yabancı mekânları en doğru biçimde yansıtma şansına sahip oldukları düşünülen elçilerin yazıları da gezi kitaplarının temel direklerinden biridir. Bir rahip, aynı zamanda bilim adamı olan John Covel’ın 1680’de İstanbul’a bir tür din işleri subayı diyebileceğimiz bir görevle atanmasından sonra yazdığı anıları türün ilk ve önemli örneklerinden biri olarak anılır. Anadolu'yu gezen Covel, gördüğü tarihî eserleri, bitkileri, konuşulan farklı dilleri, âdetleri detaylı biçimde tasvir ederken birçok çizim de yapar. Covel’ın anılarının bir kısmı Bir Papazın Osmanlı Günlüğü olarak Dergâh Yayınları’nca yayımlanmıştır. Dönemin çok popüler olmuş bir diğer eseri ise, o zamana kadar bir sır perdesi altında saklı olarak Avrupalının merakını celbeden Osmanlı İmparatorluğu hakkında, Sultan III. Ahmet zamanı elçi olarak görevde bulunan Edward Wortley’in karısı Lady Mary Wortley Montagu’nun 1717- 1718 yılları arasında yazılmış mektuplarıdır. Bu mektuplar Doğu Mektupları veya Türkiye Mektupları başlığı ile değişik yayınevlerince Türkçe yayımlanmıştır. Kitap “Müslüman Doğu hakkında bir kadın tarafından yazılmış ilk seküler metin” olarak da anılır.
Her ne kadar tuhaf görünse de 16. ve 17. yüzyıllardaki yaygınlığı, adeta oluşmakta olan kapitalizm içinde bir formal sektör niteliğinde olması itibariyle anlaşılır olan bir diğer kaynak korsanlıktır. Filmlerin ve öykülerin romantizminden uzak, gerçekçi bir bakış korsanlığın mesela Büyük İngiliz İmparatorluğu'nun kurulmasındaki kritik rolünü ortaya koyacaktır. Eski korsanlar yeni sömürge yöneticileri olacaklardır. Konu korsanlık olunca bir istisna yaparak ilk baskısı Hollandaca yapılan bir kitaba dikkat çekeceğiz: Fransız asıllı Alexandre Olivier Exquemelin’in 1678’de Amsterdam’da yayımlanan De Americaensche Zee-Roovers’ına (The Buccaneers of America – Amerikanın Korsanları) 1686’ya kadar İspanyolca, İngilizce, Fransızca çevirileri yapılan (o zamanlar pek yadırganmayan bir biçimde orijinalinden farklı düzenlemeler ve ilavelerle) bu kitap kadar esin ve kopya kaynağı olan, birçok romana kaynak teşkil eden başka bir kitap bulmak zordur.
Son olarak türün başlangıç yıllarında az olsalar da 18. yüzyılda kontrolü ele almaya başlayıp 19. yüzyılda önemli bir yer işgal edecek olan bilim adamları kategorisi geliyor. Bilimle ilgili gezi kitaplarının teşvikinde ise İngilizlerin meşhur Royal Society’sini (kuruluşu 1660) merkeze koymak gerekir. Kuruluşu Francis Bacon’ın Yeni Atlantis adlı eserindeki Yeni Bilim anlayışından ve Fransızların benzer bir girişiminden esinlenerek toplantılar düzenlemeye başlayan bir grup bilim adamının girişimine dayanır. Amaçları bilimi ve faydalarını teşvik etmek, bilimsel başarıları ödüllendirmektir. Bilimsel amaçlı gezileri teşvik ettikleri gibi, o zamana kadar efsaneler ve hayal ürünü hikâyelerle bezenen gezi yazılarını bu niteliklerinden arındırarak kamu yararı adına sistematik bir biçimde derlemeye başlarlar. Topluluk dünyanın salt bilime ayrılmış ve en uzun süredir yayımlanan ilk periyodik dergisi olan Philosophical Transactions’ı da 1665 yılında çıkarır. Kuşkusuz, bu ilk dönemlerde tipolojiler arasında çakışmalar da olmaktadır. Royal Society ile bağlantılı bir korsan- amatör bilim adamı olan ve üç kez dünya seyahati yapmış olan William Dampier bu tipolojinin bir örneğidir. 1691 tarihli kitabı A New Voyage Round the World insanların, hayvanların ve bitkilerin detaylı betimlemelerini içerir, o zamanlar için oldukça devrimci sayılabilecek şekilde meteorolojik bilgiler de eklenir daha sonraki baskılara.
İnsanlık tarihinin en önemli eserlerinden Darwin’in Türlerin Kökeni de sonuç itibarıyle bir gezi kitabıdır aynı zamanda.
Yukarıda zaman zaman vurguladığımız gibi, uzak diyarlardaki tek başına gezgin, seslendiği okur kitlesinin doğrulama imkânı bulamayacağı iddialarda bulunma ve hikâyeler anlatma şansına sahipti. Bu da bir tür sahtekârlık diyebileceğimiz türde bir anlatının ve onun daha edebî, sanatsal bir biçimi olan parodinin de türe sürekli sızması ile sonuçlanıyordu. Suriyeli Lucian’ın II. yüzyılda yazdığı Gerçek Hikâyeler'i bu anlamda türün bilinen ilk örneği olup aynı zamanda ilk bilimkurgu eser sayılır. Lucian bu hikâyelerde kendinden önceki ve çağdaşı olan, uydurma hikâyeleri gerçekmiş gibi anlatan yazıları hicvederek dünya dışına yolculuk, gezegenler arası savaş, insan dışı akıllı canlı formları neredeyse türün daha sonraki anlatılarında yer alacak tüm temalara yer verir. Modern zamanlara geldiğimizde ise Gulliver’in Maceraları (1726) ilk ve en popüler örneklerden biri olacaktır.
Türle ilgili yazacak ve örnek verilecek çok şey var. Ancak yine bizim durumumuzla karşılaştırmalı düşüncelere kaynaklık etmesi açısından son bir örnek ya da etmene değinelim: The Grand Tour.
1660’larda ortaya çıkan bu Büyük Tur modası soylu, üst sınıf, kuşkusuz yeterli maddi olanağa sahip Avrupalı gençlerin formal eğitimlerinin bir son aşaması olarak yaptıkları, süresi bir yıldan başlayarak beş yıla kadar uzayabilen bir geziyi ifade ediyordu. 19. yüzyılda kitle turizminin şafağını temsil eden demiryollarının ortaya çıkması ve yaygınlaşmasına kadar olan dönemde gitgide popüler olarak, adeta zengin gençler için olmazsa olmaz bir süreç haline gelecek ve gezi yazılarının çok önemli kaynaklarından biri olacaktır. Kuşkusuz bu gezileri bugünkü gençlerin gezileri gibi düşünmek saflık olacaktır. Beyzademize eşlik eden oldukça kalabalık bir kafile vardır: arabası, sürücüleri, özel hizmetkârları, bazen aşçısı, öğretmeni, gezdiği yerleri resmedecek bir ressam, gezi notlarını tutacak kâtibi gibi. Mesela bu turların yaygınlaşmasından önceki bir tarihte (1580) Montaigne’in çıktığı gezide, maiyetinde on dört kişi bulunduğunu öğreniyoruz. Türkçeye de çevrilmiş bulunan Yol Günlüğü de Montaigne’in kendisi tarafından değil, maiyetindeki yazıcılar tarafından kaleme alınmıştır. Büyük Tur’un amacı genç delikanlının Avrupa kültürünün temel eserleri ile tanışmasını, bunun yanısıra mesela bir “Fransız inceliği” ile aşina olmasını, o zamana kadar aldığı eğitimde edinmiş bulunabileceği önyargılardan sıyrılmasını, bilgiyle beslenmesini, ölçme ve değerlendirme yetilerini güçlendirmesini sağlamaktı. Gezide mutlaka klasik eğitim almış, kilise mensubu, delikanlıya özellikle antik çağ eserleri konusunda rehberlik edecek bir yönetici- öğretmen de bulunurdu. Sadece bu kadar değil. Bu geziler aynı zamanda delikanlımızın doğal ortamında gerçekleştirmesi türlü sakıncalar doğurabilecek olan karşı cinsle ilk ilişkilerinin gerçekleşmesi için de bir olanak olarak görülüyordu, yani ilk cinsel eğitim.
20. yüzyıldaki gelişme ve tartışmaları burada özetlemek mümkün değil ama türün yorumlanmasında radikal değişiklik getiren bir iki konuya işaret edelim: İlki Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı eseri. Bu kitabı, türü bir eleştirinin odak noktasına yerleştiren ilk ve en önemli kitap olarak niteleyebiliriz. Said, kitabında gezi yazıları ve yazı türünün sömürgecilik söylemine nasıl hizmet ettiğini açımlayarak devrimci bir yorum getirir. Said’in kitabından bir yıl önce yayınlanan Bruce Chatwin’in Patagonya’da adlı kitabı da post-kolonyal çalışmaların miladı olarak kabul edilir. İkincisi ise 1970’ten sonra bu konuya da eğilen Feminist okulun yaygınlık kazanması ile gezide ele alınan veya gezen kadının gözlemlerinin analizine yer veren çalışmalardır.
Nedim Gürsel ve Buket Uzuner kendilerini aynı zamanda gezgin olarak tanımlayan ve bu alanda eser veren iki yazarımız. Bu konuda verdikleri birkaç esere kısaca göz atalım.
Gürsel’in Derin Anadolu’su “İznik’ten Harran’a, Denizli’den Niğde’ye, Assos’tan Tarsus’a uzanan bir yolculuğun izdüşümleri” olarak takdim ediliyor. Türkiye hakkındaki zamane gezi kitaplarını okuduğum zaman gayriihtiyari şu hisse kapılıyorum: Ülkenin bütününe yayılan ve kentleri de istila eden köylülük, buna bağlı mimari başıbozukluk ve biçimsizlik, gezgini adeta kendisini salt tarihle sınırlamaya zorluyor. Her ne kadar Gürsel baştan kendisini Anadolu'nun derinlerine odaklamış olsa da, insan bu tür kitaplarda gezilen kentlerin güncel durumlarına ilişkin gözlemler ve yorumlar da bekliyor. Fakat sonra insan kendi gözlemlerini düşünerek yazara da hak vermiyor değil; başka neyi anlatabilir ki? Bir örnek herhangi bir mimari ekole iliştirilmesi mümkün olmayan şekilsiz beton yığınlarını mı, çarşıları kaplayan yüzlerce, birbirinin aynısı, yerel bir ürünün görülmesinin imkânsız olduğu küçük esnaf işletmelerini, onların bulabildikleri her yüzeyi her türlüsü ile kaplayan ışıklı ışıksız tabelalarını mı, çevre düzenlemesinden nasipsiz çevreyi, illa ki bir yerlere dikilmiş heykel sanatı ile ilişkilendirilmesi çok zor olan garip heykelleri mi? Doğa veya antik eserlerle baş başa kalmadıktan sonra bir gezgini heyecanlandırıp, coşku ile üretmesini sağlayabilecek ne kaldı bu ülkede? Gürsel de güncel Anadolu'yu es geçip derin Anadolu'ya sığınıyor. Bu kez başka bir sorun çıkıyor ortaya: derin Anadolu'nun tahribatı. Kimi yerlerde sembol olabilecek nitelikteki eserleri, komşu olan yerlilerin dahibilmediğine tanık oluyoruz. Yani derin Anadolu da yavaş yavaş tarihin derinliklerinde kaybolmak üzere. Bu durumda geriye bir tek söylenceler, mitler, masallar, efsaneler kalıyor anlatacak. Kitap, Gürsel’in zengin entelektüel birikimi eşliğinde hayatımızdan çıkıp gitmekte olan Anadolu'ya dair bir kayıt niteliğinde. Bu çerçevede bir gezi kitabından çok, belki de gezinin söylencesel ve kültürel çağrışımlarının dökümü demek daha doğru olacak.
Gürsel’in bir diğer gezi kitabı Bana İtalya’yı Anlat, bu kez başka bir nedenle, İtalya’nın mükemmel şekilde korunabilmiş tarihî mirası nedeniyle derin İtalya sularına dalıyor. Kitabın başlığı ortalama modern gezgini, yani turisti aldatmamalı. Kitabımızın bir kültür adamı, bir edebiyatçı tarafından yazıldığını unutmamalıyız. Dolayısıyla yine Gürsel’in entelektüel birikiminin çağrışımları eşliğinde bir gezi anlatısı bu. Yazarımız çoğunluk yalnız seyahat ediyor ama aslında yalnız değil; ona Pavese, Carlo Levi (İsa’nın uğramadığı köye kadar gitmekten imtina etmez), Caravaggio, Michelangelo, Fellini, Passolini, Moravia, Malaparte ve diğerleri; onların çağrışımları, eserleri, hatıraları rehberlik ediyor. Kuşkusuz, edebiyatımızdan isimler Nâzım Hikmet, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan da yazdıklarıyla, çaktıkları kıvılcımlarla hatırlanıveriyorlar bir sokakta, bir meydanda veya bir kilisede. Kitap 1984 ile 2015 yılları arasında yapılmış İtalya seyahatlerinde tutulmuş notların, güncelerin bir derlemesi niteliğinde. Gürsel İtalya’yı farklı zamanlarda mümkün olan tüm araçlarla gezmiş: tren, vapur, otobüs, kiralık araç, yürüyüş. “Bu ülkede sanki hiç kötü günüm olmadı, acı çekmedim, Cenova’da kederden, ayrılıktan öleyazan ben değildim. Gece yarısı otobüslerinde kenti, kentleri bir uçtan bir uca kat eden de. Ne arıyordum peki, kimin peşindeydim? Hangi yalnızlıktan, hangi çileden, çilelerden kurtulmak istiyordum? Belli ki kendimden kaçıyordum. Bunu Ravenna’da, Piazza del Popolo’ya bakan güneşli bir kahve terasında fark etmiştim ilk kez.” Bu geziler farklı amaçlarla gerçekleştiği için bazen bir edebiyatçının yaratım sürecindeki düşüncelerine, bazen kadınlara düşkün bir erkeğin (olmayan var mı?) hatıralarına ve hayallerine tanık oluyoruz. Ama konu mutfak bile olsa kültürel çağrışımlardan, konunun edebî ve sanatsal bağlamından, köklerinden kurtuluş yok! Bologna sucuğu, tagliatelle, ravioli, tortellini derken Homeros destanlarındaki kızarmış butlara zıplamayı göze almalısınız. Bu arada Fransız yazar Maryline Desbiolles’in, Gürsel’in deyişiyle “konusu yemek olan, hatta yemekten başka hiçbir şey olmayan tek edebiyat yapıtı” La Seiche (Kalamar) adlı romanını öğrenmek de cabası. Hani “Benim İtalyam” başlığı içeriği betimlemede daha isabetli olabilirmiş. Yazarın Resimli Dünya romanını okumuş ve sevmiş olanların okuması ise şart. Zira romanın hazırlıkları için uzunca bir süre geçirdiği Venedik anıları da parça parça karşımıza çıkıyor. Derin Anadolu’da olduğu gibi bunda da kültürlü bir rehberimiz var, İtalya’ya kültür gezisine çıkacak olanların çıkmadan önce okumaları ve gezi sırasında yanlarında bulundurmalarında fayda olduğu kesin.
Gürsel’i yakından takip edenler kadınlar konusundaki tutkusunu bilirler. Romanlarında olduğu gibi gezi kitaplarında da çok sık karşımıza çıkar kadınlar. Her seferinde düşünürüm, daha farklı bir toplumun yazarı olsaydı cinsellik konusunda çok daha radikal metinlere imza atar mıydı? Zira Gürsel sözü cinselliğe getirdiği zaman bu gerilimi, adeta otosansürü hissetmemek mümkün değil. Çıplak Berlin bu kez cinselliği ve kadını anlatının temel direklerinden birisi yapıyor. Kitabın başındaki Klaus Mann alıntısı ipucunu sağlıyor: “Ah yavrularım, Berlin’in gece hayatı dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur. Eskiden güzel bir ordumuz vardı, şimdi satılık kadınlarımız var.” Sonra ilerleyen sayfalarda Gürsel giriyor devreye ve yazınımızda nadiren tanık olduğumuz bir içtenlikle itiraf ediyor: “Evet, deliriyorum geceleri. Geceleyin sokağa çıkıp Berlin’in tüm genelevlerini, buluşmaevlerini, Weimar dönemi de dahil kentteki tüm fuhuş yuvalarını dolaşmak, o yoksunluk yıllarından öç alırcasına yaşıma başıma bakmadan 'kolay kadınlar'la sevişmek, sonra da oturup bir güzel uyumak istiyorum. Çünkü, Kafka’nın dediği gibi 'birinin mutlaka uyanık olması' gerekiyor.”
Konu Berlin ve kadınlar olunca sanatsal açıdan Weimar döneminin bir çekim merkezi olması, yazarın yolunun dönüp dolaşıp o döneme çıkması kaçınılmaz oluyor. 1918 yılı ile Nazilerin Cumhuriyet'i yıktığı 1933 yılları arasındaki dönem, modern Avrupa sanatının en ilginç, en şaşaalı dönemlerinden birisini oluşturuyor ve elbette Berlin efsanesinin kökenini. Nazilerin acımasızca yok ettiği bu dönemden sonra gelen ve kentin ikiye bölünmesiyle uzun bir sessizlik dönemine giriş, sonra reel sosyalist sistemin çöküşü ve kapitalizmin zaferini ilan etmesinin coşkusuyla başlayan ikinci yükseliş dönemi. Gürsel hem duvar öncesi hem duvar sonrası döneme tanıklık edebilme şansına sahip olmuş Berlin’in. Weimar’ın müthiş zenginliği Brecht, Picator, Reinhardt, Grosz, Otto Dix, Kirchner, Alfred Döblin, Joseph Roth gibi anıtsal isimlerle sık sık karşımıza çıkıyor. Okuyucuya özellikle Grosz’un resimlerinin anlatıldığı bölümleri okurken internetten “Grosz paintings” araması yapmasını öneririm. 1970 dönemi gençlik devrimciliğinin anıları ile Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht de hatırlanıyor. Berlin denilince Döblin’in şaheserine konu olan Alexanderplatz’ın ayrı bir başlık olmaması düşünülemez. Meraklı sanatsaver için kitapta zikredilmese de bu romandan uyarlanan Fassbinder şaheseri, aynı isimli 13 bölümlük TV dizisinin adını analım ve şiddetle tavsiye edelim. Weimar’ın son yıllarını, hiper enflasyon dönemini, Nazilerin iktidara yürüyüşünü, Berlin’in küçük insanları, serserileri, fahişeleri, mafyası üzerinden anlatan olağanüstü bir sinema eseri.
“Kafka’nın Berlin Günleri” başlığını taşıyan bölüm ise Kafkaseverlerin kaçırmaması gereken derinlikte bir metin. Önce Berlinli Felice ile sonra da Dora ile olan ilişkilerine yoğunlaşıyor Gürsel. “Kafka bir 'açlık şampiyonu' olarak geçirdiği yaşamının son evresinde 'yuva' diye tanımlayabileceğimiz bir ortama kavuştu. Berlin’de ilk kez simgesel anlamda değil, gerçek anlamda bir yuvası oldu. Dora Diamant’ın sevecenliğinde, korumasında, yakınlığında yaşadı. Bu nedenle Berlin’de yazdığı 'Yuva' öyküsünü, birçok Kafka uzmanı gibi kendini toplumsal çevreden soyutlayan yazarın hayat yolunun sonunda çıkardığı bir bilanço, bir döküm değil, ölmeden önce kavuştuğu (sığındığı da diyebiliriz) bir huzur ortamı olarak yorumlamak gerektiğini düşünüyorum.”
Gürsel seyahat ve yaşam tutkusunu, bu tutkunun sanatsal yaratım sürecine olan olumsuz etkilerini şu samimi cümlelerle aktarıyor: “Oysa sen bugün burada, yarın bir başka kenttesin. Yolculuklar da, yanlışlar, aldanmalar, aldatmalarla birlikte sürüp gidiyor hayatında. Değil dünya, Türk edebiyatında bile bir yerin yok. Dış kapının mandalı olabilirsin belki. Ya da, Çehov’un Martı'sındaki yazarın .. dediği gibi, Tolstoy olamazsın hiçbir zaman. Bir gün, tasarladığın bu romanı yazıp bitirsen bile, yıllardır kafanda kurduğun, içinde taşıdığın kahramanın ruhuna nüfuz edemeyeceğini itiraf et kendine. Et ve kurtul ondan!” E, şimdi bize iş bırakmıyor Gürsel, nasıl eleştireceğiz kendisini? İçtenliği ile kalbimizi fethediyor.
Buket Uzuner’in 2011 tarihli Everest Yayınları’ndan çıkan kitabı çocuk kitaplarını andıran font ve aralık seçimi, özenli baskısı ve mizanpajı ile dikkat çekiyor. Gezi kitabı kategorisine girip girmeyeceği elbette tartışmalı. “İstanbullular romanının asıl karakteri İstanbul, kendi ağzından şehri anlatırken, okuru İstanbul’un semtlerinde tarihi ve kültüre bir yolculuğa çıkarıyor. Edebi bir şehir monografisi de sayılabilecek Benim Adım İstanbul, Buket Uzuner’den hem İstanbul severlere hem de şehrimize bir armağan...” Bu takdim ile sunulan metin: “İstanbulum Ben: şehirler şehri, şairler beldesi, imparatorlar gözdesi, Sultanlar diyârı, yeryüzü incisiyim. Adım İstanbul: saadetler ve felâketler şehriyim; denizler tanrısı Poseidon’un kızıyım...” biçiminde devam ediyor. Normal bir baskı ile otuz sayfa civarında olabilecek bir metin illüstrasyonlarla süslenmiş sayfa tasarımları ile 112 sayfalık bir hacme ulaşıyor. İstanbul ve semtleri hakkında ansiklopedik bilgilerin edebî olmaya gayret eden, biraz naif, biraz çocuksu, çoğunluk klişe bir dille özetlendiğini görüyoruz. Bu niteliğiyle İstanbul hakkında temel bilgileri edinmesi gereken çocuklar ve gençler için faydalı bir eser. Fakat sene 2016 ve romantize edilmeye çalışılmış bir İstanbul’un yanısıra bugünün İstanbul gerçekliği diye de bir olgu var karşımızda. Metindeki güzellemelerle gerçekliğin en fazla örtüşebildiği semtlerden birisi olan Kadıköy’ün bile son yirmi yılda yaşadığı negatif dönüşüm ortada. Yani Uzuner’in İstanbul'unun yerinde yeller esiyor, bu olsa olsa bir meftaya güzelleme olabilir. Bugün İstanbul dediğimiz zaman Sultanbeyli, İkitelli, Sultangazi, Bağcılar, Maslak, Ataşehir, Sancaktepe’den söz etmeden bu kentten bahsedemeyiz. Bugünün kentine damgasını vuran gelişmeler bu ve benzeri semtlerde yaşanıyor. Kentte bir iktidardan, kültürel bir hegemonyadan söz edeceksek, o iktidarın merkezi de bu semtlere kaymış durumda. Yani Uzuner artık olmayan bir kentten söz ediyor, mevcut olandan ise hiç söz etmiyor. Mevcut olanın, bu yaklaşım, üslup ve zihniyetle ele alınması haliyle mümkün gözükmüyor. Edebî olarak iyi niyetli bir çaba, hâlâ genç bir ruhun coşkusunu barındırması dışında fazla anlam ifade etmeyen, en fazla yazarın niyetinin tersine İstanbul’un geçmişine yönelik bir ağıt gibi okuyabileceğimiz bir metin.
Ekonomik ve yasal nedenlerle, istedikleri ve olanakları olduğu halde yurtdışı gezilere çıkmakta türlü engellerle karşılaşan Türklerin bir anlamda seyahat özgürlüğüne kavuşmalarının miladı olarak 1984 yılındaki ekonomiyle ilgili yasal düzenlemeleri gösterebiliriz. Üzerinde yabancı para bulundurmanın suç olduğu bir ortamdan her mahallede döviz bürosu açılmasına uzanan bir süreç. O zamandan bugüne de çok nadir insanlara nasip olan bir ayrıcalık olarak yurtdışına gitmekten, orta- alt sınıfların bile gerçekleştirebileceği bir etkinliğe dönüş sürecini yaşıyoruz. Bu süreçte kuşkusuz salt ülke içi ekonomik dinamikler değil, uluslararası sektörlerin dinamikleri, bütün dünyada hava taşımacılığının en ekonomik taşımacılık sektörlerinden birisi haline gelmesi gibi faktörler söz konusu.
Buket Uzuner’in Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları kitabının ilk baskısı da işte tam bu dönemin meyvelerinin alınmaya başlandığı 1989 yılına denk geliyor. Yani artık uzak bir hayal olan yurtdışı gezilerinin, gerçekleşebilir bir ihtimal haline geldiği yıllar. Gezilerin gerçekleştiği süre de 1979- 1987 arasını kapsıyor. İlk olarak Varlık dergisinde tefrika edilmeye başlanan ve ilgi gören bu gezi yazıları, 1989 yılında kitaplaşıyor. O zaman kadar gezi yazıları kelli felli edebiyatçıların, oturaklı adamların, veya gazetecilerin (Hikmet Feridun Es Afrika’dan bildiriyor!) tekelinde iken, neredeyse ilk kez kendi sınırlı olanakları ile seyahate çıkabilen bir Türk'ün gezi yazıları ile karşılaşmak bir tür küçük devrim niteliği taşıyordu. Nitekim gençlik bu çağrıya kulak verdi, Uzuner’in kitabı kim bilir kaç gencin Avrupa gezisine çıkmasına vesile oldu, sırt çantalarının vazgeçilmez kitabı oldu, baskı üzerine baskı yaptı, çok satarlar arasında yerini aldı. Bu anıların edebî açıdan olmasa da dönemin ortalama aydın Türk'ünün Avrupa’ya bakışı, bu bakışın gözü ile Avrupalıların Türk algısı gibi açılardan belgesel bir önemi bulunuyor.
Seyahatin demokratikleşmesi, aynı zamanda aynı teknolojik devrimin bir başka boyutu olarak bir anlamda yayıncılığın da demokratikleşmesi anlamına gelen internet çağında bu tür metinler artık seyahat bloglarına dönüşüyor. Bugün artık çok özel nitelikleri olmadığı veya yazarı baskıyı kendisi finanse etmediği takdirde bu tür metinlerin kitaplaşması pek mümkün değil. Üstelik bu seyahat blogları değişik konularda uzmanlaşıyorlar: tamamen farklı kültürlerin yemeklerine odaklananlar var; izleyicilerine salt seyahat konusunda pratik bilgiler sağlayanlar, sportif amaçlı olanlar veya daha kişisel edebî nitelikte olanlar. Bu konu gezi rehberlerinin evrimini de içeren bir başlık altında detaylı olarak ele alınabilir.
Uzuner’in kitabının başarısının bir nedeni de gezi anılarının başarılı bir şekilde hikâye edilmesinden kaynaklanıyor. Zaten Uzuner külliyatında tam kurguya yöneldikçe bir zayıflama, zorlama, tutarsızlık baş gösterir; naif bir gençlik edebiyatı kurgusunun ötesine geçemez. Okur demografisi de bu tespitimizi doğrular niteliktedir. En başarılı metinleri gerçek olayları hikâye ettikleridir diyebiliriz.
New York Seyir Defteri'nin yazarı ile Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları'nın yazarı arasında önemli bir fark vardır: artık o, ülkesinde tanınan, bilinen ve ülke koşullarına göre çok satan bir yazardır. Bu çerçevede Siyah Saçlı Kadının saflığının ve doğallığının üzerine, her tanışılan Amerikalıya, telefonda bile olsa beyan edilen bir yazarlık mesleği ile duyulan kıvancın ve coşkunun gölgesi düşer. Belki yazar olmayı düşleyen bir genç kadın olarak Uzuner’in gezi izlenimlerinin yerini, gezdiği gördüğü yerleri bir yazar olarak değerlendirme ve aktarma hevesi ile donanmış bir Uzuner alır. Bu heves daha edebî olma çabasını da birlikte getirdiğinden o eski yazıların doğallığından uzaklaşmaya başlar metinler. Yukarıda ele aldığımız Benim Adım İstanbul’u da bu sürecin zirvesi olarak düşünebiliriz: Edebî olmak için fazla edebîdir.
Hâlen zorla da olsa dünya kapitalist sisteminin merkezi fonksiyonunu yerine getiren New York’a bugün dahi gitmek etkileyici bir deneyimdir. Önce 80’lerde, sonra 2000’lerde yapılan gezilerin etkileyicilik düzeyi elbette daha fazladır. Ancak bu etkilenme karşısında nesnel değerlendirme ve çözümlemeler yapabilmek için ise sağlam ekonomi ve bir miktar toplumbilim birikimi gereklidir. Yoksa, insan daha gelişmiş bir kapitalist sistemin basit ve gündelik sonuçlarını bir tür uygarlık veya gelişmişlik sembolleri gibi yorumlama cihetine gidebilir.
Gürsel’in aksine Uzuner’in New York’la temasında edebiyat ve sanat tarihine yönelik kıvılcımlar çakmıyor. Giriş yazısındaki bir iki çok bilinen ismin New York mukimi olarak anılması dışında, New York’un çok zengin edebî ve sanatsal geçmişine ve güncelliğine dair bir referansa, değiniye veya yaşantıya pek rastlanmıyor. Hadi, hepsini bir kenara atıyoruz da insanın gözü bir Jack Kerouac ismini, Yolda’ya bir göndermeyi arıyor ya da hem gezginlik hem edebîlik iddiasının hiç olmazsa Chelsea Hotel’in civarlarında bir dolaşmasını. East Village anlatılırken bir kez Beat Kuşağı zikrediliyor, aşağı yukarı hepsi bu diyebiliriz.
Yazarımızın geçici bir süre için yerleştiğini anladığımız kentte gündelik hayat, karşılaşılan insanlar metinlerin merkezini oluşturuyor. Bu anlamda komşumuzun kızının New York anıları kıvamında, çok kolay okunan ve bir o kadar da uçucu metinler. Tıpkı Siyah Saçlı’da olduğu gibi en başarılı olduğu nokta, tanıştığı kişilerin hikâyeleştirilmesi.