Seyahat yazınımız hiç de küçümsenemeyecek boyutlarda bir külliyata ve çeşitliliğe sahip. Peki, o zaman niye hacıyatmaz gibi yeniden ve yeniden Ahmet Mithat’ın “yetersizlik” nakaratı beliriveriyor ufkumuzda?
04 Ağustos 2016 14:49
Bu paradoksal başlığı bilerek seçtim. Yoksa, seyahat varsa, yol almak da kaçınılmazdır. Üzerinde durmak istediğim, bunun nasıl bir yol alma hâli olduğu, daha çok.
Yakup Kadri, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki o çoşku yittikten sonra mealen şöyle bir şey yazmıştı: Burada her şey suya yazılan yazıdır ve bir kuşaktan ötekine kaybolup gider.
Ne yalan söylemeli gençlik yıllarımda, bana da yakın gelen bir düşünce tarzıydı bu; belli ki hâlâ alıcısı var.
Sonraları, Haşim’in tespiti su üstünde kaldıydı bir zaman: Aynı şeyleri aynı tarzda söylemek için, bu kadar nesillerin birbiri ardına gelmesine ne lüzum var?
Haşim’in lafını düşünürken, kimi filmlerden aşina olduğum, cangılda ya da çölde kaybolmuş, menzile varma ümidiyle yürüyen, ama neden sonra hep aynı yerde daireler çizerek dolandıklarını anlayan yitik insanlar canlanıyordu gözümde.
İki yazar da imparatorluğun yıkıldığı, dilin değiştiği, okur yazarlığın yerlerde süründüğü, okumuşların çoğunun milliyetçilik balçığında debelendiği bir dönemde pesimisttiler. Sorun, aradan 70- 80 yıl geçtikten sonra, hâlâ daireler çizip durduğumuz ya da suya yazdığımız algısına sahip olmamızda, sanırım.
Tarihsel öncülleri var kuşkusuz. Ahmet Mithat Efendi, daha 1878’de Sayyadane Bir Cevelan / İzmit Körfezine Bir Av Gezisi kitabında “Batılı seyahatnamelerin gelişmişliğinden ve yaygınlığından dem vurarak, Osmanlı’da bu tür yazının yetersizliğinden” söz ediyordu. Bu diskur daha sonraki yıllarda da çiğnenip duran bir sakıza döndü ve gezi yazınımızda, ana akımlardan birini oluşturdu.
Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında, türün en önemli temsilcisi, Falih Rıfkı Atay’dı. Toplumu baştan aşağı yeniden dizayn edecek bir manivela arayışında olan ve bunun için Garbiyatçılığa tutunan biriydi Atay; bir yandan içeriyi pışpışlarken, bir yandan da medeni Batı’dan almamız gerekenlere işaret ediyordu seyahatnamelerinde. Denilebilir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca, seyahat yazınında önemli rol oynayan bütün bir gazeteciler kuşağı -tabii herkes kendi politik meşrebine göre-, Atay’ın açtığı yoldan yürümüşlerdir. Yazılanların çoğu Paris, Londra, Berlin, Moskova ve Amerika üzerinedir. Arada İskandinav medeniyeti de ıskalanmamıştır tabii ve bir çeşni olarak Hind’e gidilmiştir.
Dönemin bir diğer eğilimini ise yazınsal anlamda bu kadar çok ürün vermemiş olsa da -zaten nasıl olabilir ki?-, milliyetçilik oluşturur. İsmail Habib’in Tuna’dan Batı’ya'sı (1935) tipiktir: “Ecdadın Tuna için, yakuttan sel sebil gibi akan kanını seyrediyorum. Kandan daha yüksek hangi tapu senedi var. Tuna bizimdir.”
Türk Dili Aylık Edebiyat Dergisi Gezi Özel Sayısı’nın 1973 yılında, Orhan Şaik Gökyay başkanlığında hazırlanan antoloji çalışmasında (ki bu çapta bir girişimi Gökyay’dan başka kim kotarabilirdi bilmem) Gökyay, klasik Osmanlı çağının ilk seyahatnamesi olarak Seydi Ali Reis’in Mir’atul Memalik'inden (1557) söz ediyordu. Osmanlı donanma komutanı olarak emrindeki gemilerle Hint Okyanusu’na açılıp, gemileri batınca Hint diyarında kalan ve oradan payitahta dönmeye çalışan Seydi Ali Reis “seyahatnamesi”nde, “Eğer Hint diyarının şaşılacak şeylerini anlatacak olursak, mevzu dışına çıkmış oluruz” diye yazmıştı. Daha çok kendini padişaha acındırmak için kaleme alınan ve seyahatname diye sunulan bu kitaptan sonra halk arasında seyahat/ sefalet geçişkenliği kuran bir deyiş türemişti: “başına Seydi Ali halleri geldi”.
Toplumsal olarak, seyahat etmenin, yerini yurdunu bırakıp yollara düşmenin pek de akıllı kişi işi olmadığına yönelik bir vurgu vardı burda. Benzer bir anlayışa, yüzyıllar sonra, Türkçe seyahat yazının en özgün örneklerinden biri olan, Haşim’in Bir Seyahatin Notları (1928) kitabının açılışında da rastlarız. Yazar doğrudan seyahate çıkmanın manasızlığı üzerine klasik görüşleri temellendirerek başlar kitabına ve sonra bunları hemen çöpe atar.
Hem bu toplumsal bakış, hem de o dönemde seyahat etmenin zorluk ve tehlikeleri göz önüne alındığında, “19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan seyahatname yazarlarının çoğunun “devlet kapısına ilişmiş” askerler, denizciler, devlet memurları, doktorlar ve hatta imamlar” olmasında - “hatta”yı tenzih ederek- şaşılacak bir yan yoktur. İçlerinden bir kısmı, zorunlu seyahatlerini kaleme alırlar.
Görebildiğim kadarıyla, 19. yüzyıldaki bu seyahatnamelerin dünyasına epey yabancıyız. Böyle yazılmış kaç eser var? İçinden neler çıkacak? Ne zaman açılacak kutu? Yakın örneklerden biri Dr. Şerafettin Mağmuni’nin 19. yüzyıl sonunda Ege ve Suriye seyahatlerini anlattığı Bir Osmanlı Doktoru’nun Anıları'ydı (1894- 96). Türkçeleştirilmiş hali 2001 yılında basıldı ve kişisel olarak okumaktan büyük haz aldım.
İsmini bildiğimiz ama cismini görmediğimiz başka örnekler var: Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet’in yazdığı varsayılan ve 16. yüzyılın son çeyreğine yerleştirilen Acaibname-i Hindistan, bunlardan biri. Trabzonlu Âşık Mehmed’in Menazırü’l-avalim'inin (1596-98) transkripsiyonu daha yenilerde, 2007’de yayımlandı. Eğirdir’den yola çıkan Karçınzade Şükrü Bey'in, İran’a, oradan Çin’e yürüyen; Cezayir, Mısır, Paris ve Avusturya’dan geçerek Petersburg’da noktalanan seyahatnamesi Seyahatname-i Kübra'yı (1907 Petersburg basımı) 2005 yılından beri, o da bir yayınevinin değil, Eğirdir Belediyesi’nin himmetiyle okuyabiliyoruz.
İbn Batuta ve Marco Polo ile dünya seyahat yazınının en önemli eserlerinden biri olarak nitelenebilecek Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi'ne ne demeli? Evet, birçok baskısı vardı, ama onun bir seyyah olduğu kadar büyük bir dilci olduğunu ve eserinin mana ve önemini, ancak 1996 yılında yayımlanmaya başlanan transkripsiyonunu okumaya başladıktan sonra anladık.
Bütün bunların işaret ettiği şey güdüklükten çok, tuhaf bir bolluk aslında. Enis Batur’un 2002’deki Beş Kıtada Türk Seyyahları antolojisinin (Gökyay’ınkinden 29 yıl sonra, bu arada) önsözünde son derece yerinde olarak saptadığı gibi: Gidilmedik ve yazılmadık yer yok aslında.
Kaldı ki Türkiye, Cumhuriyet döneminde de insanların rahat rahat seyahat edebilecekleri bir memleket olmadı pek. Nadir Paksoy, 1973 yılında Sansaryan Han’dan pasaport almak için yaşadıklarını epey detaylı anlatır. Devletin seyahat edenlerin önünü kesmek için elinden geleni ardına koymadığı bir ülkede, buna rağmen çok sayıda insan dünyanın dört bir yanına gitmiştir. Hem de ne gitmek: Sadun Boro’dan Pupa Yelken (1969 ), Nadir Paksoy’dan Yaş 21: Hayber (yayımlanışı 2005), Hasan Safkan’dan Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, Oradan Eve (1993), Hülya Koç’tan Bigamekibasuyake (1998), Nasuh Maruki’den Bir Hayalin Peşinde (2004).…
Bir yandan farklı yazınsal arayışlar da sürüyor üstelik. Kendi gezi külliyatını tarihsel- siyasal bir arka planla oluşturan Murat Belge’nin Başka Kıtalar, Başka Kentler'i; Şavkar Altınel’in varoluşçu seyahatnamesi Kvangvamun Kavşağı (2004) ya da Enis Batur’un üç- dört şişle ördüğü İki Deniz Arası Siyah Topraklar (1996- 97), Başka Yollar (2002)…
Diyeceğim, seyahat yazınımız hiç de küçümsenemeyecek boyutlarda bir külliyata ve çeşitliliğe sahip.
Peki, o zaman niye hacıyatmaz gibi yeniden ve yeniden Ahmet Mithat’ın “yetersizlik” nakaratı beliriveriyor ufkumuzda?
Bütün yazılanlar, hazırlanan araştırma dosyaları, yayımlanan antolojiler, sonunda bir akademik sürekliliğe bağlanmadığı için olabilir mi? Her şey dağınık kalmaya devam ediyor, bu haldeyken. Oysa akademinin -muhafazakâr olacağını bilerek söylüyorum bunu-, bütün seyahatnameleri topladığı bir arşivi; Osmanlıca seyahatnamelerin transkripsiyonunu yapan bir çeviri merkezi; gazete ve dergi yazılarının taranıp kaynakça çıkartıldığı, internet üzerindeki bloglarda yazılanların elenip, istiflendiği arşivi, seyahat yazını üzerine bir bibliyografya hazırlamak gibi temel bir görevi olmalıydı.
Bunu yapabilecek bir akademik hayatımız oldu mu hiç?
Bizim toplumsal örgütlenmemiz bir şeyi muhafaza etmeye imkân vermek bir yana, daha çok bir şeyin devamlılığını sekteye uğratmak üzere kurulmuş, yapılanmış görünüyor.
Bu durumda her daim kahramanlara (delilere!) ihtiyaç duymaya -muhtaç olmaya- devam edeceğiz.