Çağımızda “görme odaklı” bir yazının ağırlık kazandığı tartışmasızdır. Ayrıntılar azalmakta, kitap boyutları incelmektedir; söyleneni hızla anlatma arzusu sezilmekte, kısa öykü sevilmektedir... Söz ve göz artık yan yanadır
28 Nisan 2016 13:00
Yazı görselleşti. Yazın da. Bununla ilgili olarak sıralayabileceğim yedi önermem var.
1) Çağımızda nesnelerle insan ruhu arasındaki ilişkiyi kurcalama merakı kalmamıştır. Bu, Proustgil yazının sonudur. Günümüzde nesneler oldukları gibidir, onlar yaşamın sırlarından arınmıştır, nasıl çalıştıkları merak edilmez. Çağrışımları yazardan değil okurdan gelir.
2) Gerçi bu çağda da olaylar Proust gibi nesneler üzerinden kavranmaktadır ama genleşmiş zaman olmadan. Çünkü nesneler çok tanınır olduğu için ruhsal dünyanın betiminde fazla işe yaramaz olmuşlardır. Nesne üzerindeki zaman hızlanmıştır.
3) Çağımızda toplumsal ilişkilerin betimi ve doğa betimleri önemini yitirmiştir. Şehirler tanıdık yerlerdir, otoyol, otomobil kapısı veya teleferik nedir, okuyucu bunun farkındadır.
4) Popüler dilde, Freudyen yaklaşımdan çok Jungçu bir arketip dili, masalcılık ve çağrışımcılık öne çıkmıştır; macera dili erkeksidir, çizgi romanlara uygundur. Bunlar popüler görsel mecralardır.
5) Televizyonun görselleşmeye etkisi büyüktür. Neil Postman’ın televizyonun alışkanlıklar veya söyleme biçimleri yarattığı tezini unutmayalım: Popüler algı televizyon çağında tekdüze olmuş ve sıradanlaşmıştır.
6) Öte yandan yazılı kültürün bilinci biçimlendirdiğini söyleyen Walter Ong’a ek olarak, görsel kültürün yazıyı etkilediği bir çağa girdiğimizi söylemek de yanlış sayılmaz.
7) Bütün bu çıkarımlara bağlı olarak hem popüler kültürün hem de edebi dilin eş zamanlı olarak görselleştiği çıkarımına varmak gerekir. Popüler kültürde insan eylemi görsel dille anlatılmakta, eylem ve olay hakkında konuşulmaktadır. Oysa edebi dilde eylem, duygu, söz ve görsel dil birbirine kaynamış olarak tasarlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında yazın eski çağlara göre daha karmaşıktır ve bilgi doludur.
Görselleşmenin yalnızca görme duyusunun değil, bütün duyu organlarının belleğine yerleşen algılardan doğduğu söylenebilir. Görselleşme kavramını seçmekle, bütün duyu organlarının işin içine karıştığı ama bir yandan da görselliğe göre hizalandığı bir algı halinden söz ediyorum. Yazı, öncelikle televizyon ve sahne sanatlarında (Braille alfabesi dışında) görmeye göre biçimlenmiş algı düzeni kurmanın anahtarıdır ve yaşadığımız dünya, engellilerin geri plana düştüğü bir algı düzenine göre işlemektedir. Kitaplarda anılan bir müzik yapıtı hemen youtube’dan bakılarak incelenmekte, bir kitabın içeriği derhal internetten öğrenilebilmektedir.
Yalnızca yazı değil bilim de görselleşmiştir: Çağlar öncesine ait bulgulardan, kalıntılardan ve röntgen teknolojisinden hareketle onbinlerce yıl öncesinin insanını üç boyutlu olarak tasarlayabilmekte, dinozorlar çağını canlandırabilmekteyiz. Bu durum hem bilimkurgu yapıtlarının hem de çağdaş masalların üç boyutlu tasarlanmasında en önemli etkendir.
Çağımızda “görme odaklı” bir yazının ağırlık kazandığı tartışmasızdır. Ayrıntılar azalmakta, kitap boyutları incelmektedir; söyleneni hızla anlatma arzusu sezilmekte, kısa öykü sevilmektedir. Yazardan, masal bile anlatsa açık ve anlaşılır ilişkiler içinde olayları anlatması beklenmektedir. Freudyen anlamda parçalanmış benlikler ve parçalı anlatımlar gözden düşmüştür, öykü bütünlüğüne dönüş yaşanmakta ve karakterin rönesanstaki kadar odakta yer aldığı görülmektedir. Fakat yazar rönesans çağındakilerden farklı olarak insanı yüceltmemekte, onu doğa olaylarıyla ve toplumsal örüntülerle sıkı bağlar içindeyken göstermektedir.
Postmodern çağda sahne oyunlarında sözden çok beden, jest ve mimik öne çıkmıştır, sinema ise artık konuşmadan çok eylem içinde konuşma sanatıdır. Görüntünün işin içine karıştığı her türlü alanda (facebook ve twitter da dahil) yoğun, arttırılmış içerikle hareket eden, genleşmiş sözler bulmaya dayalı bir anlam piyasası oluşmuştur. Yalnızca yazı değil, yazınsal metin de görselleşmiştir.
Bu durumun nedenleri yedi maddeyle ifade edilebilir:
1) Televizyonla doğup büyüyen kuşak artık yetişkin haline gelmiştir.
2) Sinema prestijli bir anlatım yolu olarak dönüşüm geçirmiştir.
3) Dünya küçülmüş, başka ülkeleri ve kültürleri tanımak kolaylaşmıştır.
4) Günlük yaşamdaki eşyalar çoğalmış ve standartlaşmıştır.
5) Günlük yaşamı belirleyen bazı araçlar (taşıt, televizyon, telefon, bilgisayar) toplumun her kesimine ulaşabilmiştir.
6) “Okuma”nın yaygınlığına karşın, yazınsal değeri olan yapıtların okunma oranı düşmüştür.
7) Entelektüel algıdan çok popüler algı yaşamı belirler hale gelmiştir.
Bütün bu gelişmelerin yazınsal olanın aleyhine bir yoğunluk taşıdığı görülüyor. Kolay beğeni, düşük zevk ve dekadans yaygın haldedir. Yani kitabı okumak yerine “filmi çıkınca izlerim” sözünün olağanlaştığı bir çağ bu. Nasıl yazıldığıyla hiç ilgilenmeyen, olay odaklı algılarla yaşayan genel okurun çağı. Öte yandan bütün bu gelişmeler derinlikli okuru da görsel, duyu organlarına yönelik, eylemsel bir söz düzenini arzulayan kişilere dönüştürmüştür, çünkü yalnızca okurlukla ilgisi olmayan kişiler değil, okuyan kişiler de görsel, duyu organlarına yönelik, eylemsel bir söz düzeni içinde yaşamakta ve çevrelerini öyle algılamaktadırlar. Çağımız yazıdan gözünü ayıramayan okurgillerin değil, televizyondan ayrı büyüyemeyen görürgillerin söz düzeniyle biçimlenmektedir.
Bütün zihinlerin görsel düşünmeye açık hale geldiği, arkaik olanla fütürist olanın yan yana geçebildiği, bilginin çok kolay el değiştirdiği, oyunların bile duyu organlarını uyaracak biçimde hazırlandığı, fantazya ile gerçeğin birbiri yerine konabildiği, görselliğin her türlü bilgiyle yan yana gelebildiği, bilginin her türlü görselliği başkalaştırdığı bir dünyada, bütün anlatıların hedeflediği şeyin gerçeklik, hiper gerçeklik, gerçek gibilik kavramlarında düğümlenmesi anlamlı değil midir?
Ülkemizdeki eğitimin “edebiyatsızlığı” yüzünden liseyi bitirenler genelde 1930’ların estetiğinden öteye geçemez. Genel okur için edebiyat “sıkıcı ve boş bir uğraş”tır ve genelde “okulda zorla okutulan bir şey”dir. İşte bu durum okulun yavanlığı düşüncesini pekiştirir; iş bu kadarla kalsa iyi, okul yüzünden popüler görsel dil bir yenilik gibi algılanır ve heyecanla benimsenir. Son derece basit yazan birtakım kişiler, çok derece basit beğenisi olan birtakım kişilerle karşılaşmak üzeredir: Yazma becerisi bakımından popüler yazarla popüler okur arasında farkın sıfıra indiği bir çağdır bu. İnsanın yazınsal kavranışı yerine olay sırasının kavranışı geçmiş, yazınsal eylem sonu bilinirse büyüsü bozulacak eylem haline gelmiştir. Popüler algı olay odaklı görsel sözü öne çıkarmış, sanatsal algı ise ruhsal, toplumsal ve bedensel bileşkeleri olan bir olay örgüsüne odaklanmış, bunun görsel dilini kurmuştur.
Günümüzde graffitiler bile birçok çağrışım içerecek biçimde yazılmakta, twitter’da bir tümce ile o sözleri çok aşan düşünceler dile getirilmektedir. Yazı bir sözcüğün çağrışımlarıyla, toplumsal anlamının örtüştüğü, yoğunlaşmış bir işaret sistemi haline gelmekte ve yazar da bundan payına düşeni almaktadır.
Yazar olayları birbirine ekleyerek estetik etki yaratamaz; olay içinde karakteri, karakterle birlikte eylemi, eylemle birlikte duyuları, duyularla birlikte iç yaşantıları harekete geçirmeyen yazı gösterir ama koklayamaz, tadamaz ve dokunamaz. İyi bir yazı görselliğini dokunmanın, koklamanın, tatmanın ve söylemenin desteğiyle sağlar. Yazar hem anlattığını hem yazdığını bilen kişidir; göstermek için değil görmek için yola çıkmış bir duyu insanıdır. Olayları yalnızca anlatmaz, anlattığı halde bir iç deney haline dönüştürmediği her olay eksiktir. Yazar, anlattığı şeyin yalnızca bir olay olmadığını, kendi varlığını aşan bir insanlık durumu olduğunu bilir.
Görme çağında yazı yoğunlaşmış ve bir birim zamana iki birim anlam yerleşmiştir: Söz ve göz artık yan yanadır.