Gülmeden konuşamaz mıyız Komet hakkında? Ve çok da “kasmadan”?

“Çoktan gerçekleşti mi yoksa hiç varamadan sürekli bize doğru geliyor mu, karar veremediğimiz bir felaketten sağ çıkmış insan müsveddeleriyizdir hepimiz, Komet’in Rembrandt resimlerinde. İyi tarafı, tedavi edici kısmı, sanatçının da, seyircinin de, eş dostun da bir mecburiyetten, işin bir borç haline gelişinden, bir boğucu basınçtan kurtulduğunun hissedilmesidir. Olumsallığın, sebepsiz şeylerin dünyasına geçeriz bir anda.”

01 Ekim 2022 20:01

 

Çok çeşitli çevrelerden dostları, hayranları, ölümünün ardından, ortak paydası şaşırtıcılık olan terimlerle andılar onu: hınzırlıktan, muziplikten, hicivden, dinmeyen neşeden, sabahın köründe aramasından söz ettiler. Bunlar hiç yanlış olmayan, ama Aziz Nesin’in Benim Delilerim (1985) kitabındaki “Komet” kısmından beri tekrarlanan şeyler. Hangimizin belleğinde bir sanatçı dostun ardından söylenmek üzere bekletilen cümleler yoktur ki… Sanatçının sık sık tarz değiştirmesine, kendini yıkıp yapmasına dikkat çekenler oldu. K24’te ise Ahmet Ergenç, bence çok isabetli bir gözlemle, Komet’in kendi işlerinde (hem sanatında hem de şiirinde) bulunan bir “şaşkınlık” ve “panik” haline işaret etti. Bu sonuncusu biraz farklı bir bağlama işaret ediyor: “Felaket”, “tehlike” ve “teyakkuz” kavramlarıyla birlikte düşünülmesi gereken bu şaşakalmışlığa aşağıda ben de bakmak istiyorum. Ama önce kendi şaşkınlığımıza, Komet’in bizi şaşırtmasına bakalım.

Kendi adıma konuşayım, beni en çok şaşırtan, resimlerinden de önce (şiirlerini göstermesi sonradır) Komet’in başka ressamların (ve çoğu şairin) aksine kitap okuması olmuştu. Her sanatçının evinde kitap vardır, bir kısmı zaten ona gönderilmiştir. Ömer Uluç da çok okurdu, ama Komet hırslı bir kitap alıcısı ve tutkulu bir kitap okuruydu. Yaşının seksene yaklaştığına bakmaz, evi kâğıtla doldurmaya devam eder ve yetmezmiş gibi bunları okurdu. Harflere saygısı büyüktü. Son hastane faslında, o kitap yığınına bir “hal çaresi” bulmaya vaktinin yetebileceğini umduğum anlar oldu. Raflardan taşıp yığınlaşmıştı ama, kendisi her birinin yerini biliyor, hemen bulup çıkarabiliyordu. Kitapların önemli bir bölümü şiir ve ilgili şeylerdi; eleştiriler, poetikalar, manifestolar, şair tezkireleri, vb. Elbette sayısız sanat kitabı ve bir miktar catalogue raisonné. Roman ve öykü görece azdı. Felsefe, ya da bu eskimiş terimi bir yana bırakarak söyleyelim, “teori”, en çok da ABD’de adlandırıldığı şekliyle “French theory”, son zamanlarda asıl yükü oluşturmaya başlamıştı. Şunun için vurguluyorum bunu: Komet’in bizi şaşırtan, güldüren, sinirlendiren ya da –ne yapacağını, ne diyeceğini, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen kişilersek eğer– bize “ilginç gelen” davranışlarının bir teorik çengeli vardı. Erken ‘60’lı yılların Paris, Amsterdam ve biraz da Londra gibi şehirlerinde ortaya çıkan Sitüasyonist (Durumcu) Enternasyonal’in Guy Debord gibi önderlerinin genel dilden gasp edip anlamını saptırdığı deyimle, küçük birer detournement edimiydi hepsi (“sahici” öfkeleri de dahil).

Bir yığın tarifi vardır bu terimin, hepsi yoldan çıkarmanın değişik (“ilginç”) biçimlerine denk düşen. Ben bunu, onların da çok iyi sezdiği gibi, kapitalizme cepheden hücum imkânlarının iyice kısıtlandığı bir “gösteri toplumu” veya “imaj kapitalizmi” çağının özgül koşullarına göre tasarlanmış bir yıkıcı taktikler repertuarı olarak görürüm. Kapitalizm çeşitli akışlardan, dolaşımlardan oluşan bir sistemse eğer, malların, sermayenin, sözlerin ve şimdi de imgelerin sirkülasyonu, ve eski sosyalizm kendi stratejisini bu akışta bir tıkaç olmak üzerine kurmuşsa, asıl enerjisini oldurmaya değil de durdurmaya hasretmiş ve başarılı da olamamışsa, o zaman belki de yapılması gereken, bu akışların önünde baraj olmaya çalışmak yerine, Lenin’in dünya savaşını iç savaşa ve devrime dönüştürme taktiğinde olduğu gibi, akmakta olan enerjiyi başlangıçtaki hedefinin önce çaprazına, sonra da artık alakasız bir noktaya doğru “yönlendirmek” olmalıydı. Zarafetle, kahkahalarla, küfürlerle. Korkarak. Özürlerle. Cesaretle ve süklüm püklüm.

Harflere derin saygısından söz ettim. Bu Çorumlu[1] genç adam, Akademi’den apar topar geldiği Paris’te, Fransızcayı da öğrenmeye çabalarken, etrafındaki solcu kaynaşmaya şöyle bir bakınıp belki yakın dostu Mübin Orhon’a da şöyle bir sorduktan sonra, derhal Lettrist Enternasyonal’i bulmuştu, Sitüasyonistlerin ‘50’li yıllardaki başlangıcı olan “Harfçi” Enternasyonal. Komet ‘61-‘63 yıllarında öğrendi “içeriğe” pek bel bağlamamayı, “toplumcu gerçekçilik” gibi kalın herzelere pabuç bırakmamayı. Türkiye’nin belki en zekâsız dönemi olan ‘70’li yılları dışarda geçirmenin imtiyazından yararlandı, zavallı İzzet ve Mustafa Irgat’tan farklı olarak. Oysa o ikisi ondan daha da kökü-dışarda, daha da casus, daha da vatan-hainiydi. Komet’ten farklı olarak, Kadıköy’ün boktan bir meyhanesinde, başarısız oldukları için milliyetçi olmak durumunda kalan üçüncü sınıf şairlerin hazin toplantısına çoğunlukla katılmazlardı (Mırgat zaman zaman: pisliği severdi).

Evet, buradan gitti ve Lettrizmi, Sitüasyonizmi buldu. Buradan giden başka birçokları gibi kötü Fransızcası yüzünden kendini yeis ve hasede kaptırıp küsmedi. Durumcuların “ikinci adamı” sayılan Raul Vaneigem’le arkadaş oldu. Ekonomi anlamaya çalıştı. Evdeki kitapların önemli bir bölümü emperyalizmle ilgiliydi, ama Türkiye’nin kendisinin de bir “alt-emperyalist” ülke olduğunu seziyordu. Benim tanıdıklarımın çok büyük çoğunluğu gibi yeminli bir Kürt düşmanı olmadı. Bu konuda onu çok yormamak yoluna gittim ben de. Harfler kadar, Sartre’a da saygısı büyüktü.

Siyaset konusunu şöyle kapayalım. Niçin “İstanbul bohemi” diye adlandırıldıklarını hiç anlayamadığım bir çevreyle birlikte anılmıştır Komet çoğu zaman: Leyla Erbil, rahmetli gazeteci Hüseyin Baş (iyi fıkra anlatırdı, ceket cebinde Le Monde Diplomatique), romancılığının yanında felsefeciliğiyle de sivrilmiş Önay Sözer, kara kutuluğuyla ün yapmış Ergin Ertem, zaman zaman buraya giren ve hemen sıkılarak çıkan Tomris Uyar (Murat Uyurkulak “merhume” diyecekti)… Belki Cevat “Ağbi” (Çapan)… Muhtemelen Selahattin Hilav… Ömer Uluç biraz uzak durdu diye hatırlıyorum. Ruhları incinmesin, ben Teşvikiye Cuntası filan demeyi yeğlerdim bu topluluğa, Hilav ile Çapan dışında hepsi orada oturuyordu, Nişantaşı, Topağacı, Fulya… Sahiden niçin bohem? Selahattin Hilav dışında hiçbiri çok içmezdi, o da “efendice” içmeyi ilke edinmişti, bazen küçük sapmalar, gevşemeler olmakla birlikte. Bohem? Acaba şey diye mi, Edip Cansever veya Metin Eloğlu bir mecliste bunların yüzlerine baktığı için mi? Leyla’nımın gençliğinde bir kaçamak yaparak terk edip sonra da çarnaçar döndüğü evinde ben duvarda bir Metin Eloğlu resmi gördüydüm, ama Tuhaf Bir Kadın yazarının Edip’ten dört dize hatırlayabildiğine tanık olmadım.

Evet, Komet hepsinin dostuydu, hepsini gerçekten çok severdi. Onlar da onu yitirmeyi göze alamıyorlardı. Mesela şu oldu: Ergin Ertem 2000’li yılların başında Orhan Pamuk’u okuyup beğendiği ve bunu da açıkça söylediği için Teşvikiye’nin gevşek aforozuna uğradı. Komet de Beyaz Kale’ye, Kara Kitap’a bayılmıştı, o da açıkça söylüyordu – onu dışlamaya cesaret edemediler, “şakayla karışık” geçtiler. Hatta Leyla Erbil son romanını ona adadı. Komet de gururlanmıştı, diye aklımda kalmış.

Komet ile Teşvikiye arasında bir Orhan farkı vardı herhalde, ama bence asıl fark Ece Ayhan’dır. Komet’i Leyla’dan çıkar, ya da tersi, geriye Ece kalıyordu, bütün ürkütücülüğü ve indirgenmezliğiyle. Teşvikiye, daha “E” harfini duyduğu anda, korunma ve savunma “moduna” geçiyor, dünyanın en hanım hanımcık veya bey beycik kimliğine sıkıca (ama tabii güvensizce) yerleşiyordu. Nasıl da şaşmaz bir işleyişi vardır bu sağ kalma güdüsünün! Komet’in evinde Ece’ye her zaman yer oldu: beklenebileceği kadar yakın olmamalarının tek sebebi, Ece’nin ‘70’li, ‘80’li yılların büyük kısmını uzakta geçirmiş olmasıdır (ve bir de az okuması, bazı şeyleri artık peşine düşülemeyecek kadar kaçırmış olması).

Ama sanıyorum farkı şöyle de anlatabilirim: Selahattin Abi de o yıllarda Paris’teydi, Komet’ten biraz önce. Geldiğinde yanında “Letrizm” gibi malumatlar da getirmişti memlekete. Komet içinse Harfçilik veya Sitüasyonizm hiçbir zaman sadece tadımlık bir bilgi olmadı, hani “o zaman Aragon da vardı, Truffaut da vardı, Yves Montand ve Simone Signoret de vardı, her şey bolca vardı” demek gibi. Durumculuk ve Harfçilik Komet için bir enformasyon değil, bir tercih oldu. Tabii bu bir mavra konusu da olmasını engellemiyordu. Kakara kikiri. (Nedense Ömer, Selahattin’den daha içten patlatıyordu kahkahasını.[2])

Neşe, hatta sevinç, bazen mutluluğu da andıran. Ama kaygı da vardı, dibe çeken ağırlık. Sanatçı arkadaşı Selçuk Demirel, “resmiyle ilgili kuşkuları vardı” demiş, güzel bir anma yazısında. Şiirlerine de çok güven duymuyordu, yazarken çok sevse de. Ama belki Edip Cansever’in ve René Char’ın dışında hiçbir şairi yeterince ikna edici, yeterince susturucu, yeterince “alay edilmez” bulmuyordu. Hatta Cansever’in de bulunduğu bir mecliste masanın üstüne çıkıp Çağrılmayan Yakup’tan satırlar okurken araya Enis Behiç Koryürek’ten (yoksa Orhan Seyfi Orhon muydu) dizeler sıkıştırdığını ve bunu masada Edip de dahil kimsenin anlamadığını, biraz İlhan Berk’in bir tuhaflık olduğunu sezmiş göründüğünü tadını çıkara çıkara anlatmıştı. Ya da ben öyle hatırlamak istiyorum.

O çeki taşı gibi ağır kaygıyla üç aşamada uğraştı. Belki üç buçuk veya dört. Birincisi, ‘70’li yılların işlerine damga vuran “kaçan adam” figürüdür, bazen de “kaçan genç kız”. Resim çerçevesinin içine belirsiz bir yerden uçar gibi gelmişlerdir ve hiç duraklamadan yine çerçevenin dışına koşuyorlardır. Ağırlıksız gibi, bale hareketleriyle. Endişe, kasvet, bu koşunun rüzgârıyla dağıtılmış gibidir. “L’homme fuit”yi grup portreleri izler.

Bendeki resmi de buraya alıyorum, ama daha muhteşem örneklerini ölümünden önceki son sergide gördük. Bu grup portreleri şüphesiz 17. yüzyıl Hollanda ustalarını, Franz Hals’i, Rembrandt’ı, Abraham de Vries’i hatırlatır. Avrupa’nın çeşitli müzelerinde bu resimlerin ısrarlı bakışına maruz kaldığında, ‘60’lardan ‘90’ların ortalarına kadar, orada hem garabeti, korkunçluğu hem de komiği, palavrayı, çünkü maskeyi görmüş olmalıdır Komet – belki arkadaşı Mehmet Güleryüz’ün programının bazı başlangıç öğelerini “Mehmet Siyahkalem”in resimlerinde bulması gibi.

Ama niçin grup portre? Burada bir yalnızlık korkusunun, ıssızlıktan sonra tekrar bir “toplaşma”, bir “düğün dernek” olma ihtiyacının etkili olduğunu düşündüm ben. Şüphesiz her şeyi açıklamaz, hatta her şeyi yanlış açıklar ama, sonuçta bu kişi İstanbullu değil Çorumluydu. ‘70’lerde Türkiye’ye geldiği aylarda zamanının büyük kısmını Edip ve Mehfaret Cansever çiftinin Fenerbahçe sahilinde kiraladığı evde geçirse bile. Ah İzzet…

Bu grup portrelerinde Komet, hiç okumamış da olsa (sahiden bilmiyorum), Maurice Blanchot’nun “felaket” kavramıyla boğuşur. Blanchot’nun felaketinin en felaketli yanı şudur, felaketin meydana gelip gelmediği bile belli değildir, sürekli bize doğru geliyor ve sürekli tam gerçekleşmeksizin bizden uzağa kaçıyordur. Öyle ki, bu “gelecek mi gelmeyecek mi” kaygısından kurtulmak için biz kendimiz felaketin peşinden koşmaya, ona yetişmeye çalışırız: yıkıntıya, deprem alanına bile olsa, ayağımız sabit bir yene bassın istiyoruzdur, ama bunun için de sürekli koşarız. Komet’in grup resimlerinde de bir felaketten arta kalmış figürler, yarım adamlar, yarım kızlar, ifadesizler, hiçbir algısı olmayan zavallı pislikler, milattan önce kapanmış bir devlet dairesinin hâlâ emekli maaşı bağlanmamış genel müdürleri, hiç açılmamış bir dans okulunun müdireleri, son derece gerçek bir figür olarak Cihat Burak, adını her seferinde unuttuğu ama nedense sempati duyduğu bir garson (Kastamonulu?), o anda oradan geçen bir orta yaşlı kadın, ben, siz, hepsi, hepsinin suyun döne döne lavabonun deliğinde birleşmesi gibi, ama o delikten boşalmanın bir an öncesinde, bize bakıyor gibidirler, önemli bir şey söylemeksizin, yaşasın Anatomi Dersi. İnsanların birbirine mahkûm edildiği bu felaket öncesi/sonrası dünya, Komet’in belki fazlasıyla iyi anladığı, ama ancak şaşakalmakla hakkını verebileceğini sezdiği bir manzaradır. Tehlikeyle, düşmanlık belirtileriyle dolu bir sahne, ressam da seyirci de teyakkuzda. Ses çıkarmadan, yorumlamaya cesaret bile edemeden bakıyorlar. Ama utanmadan yalvarıyor, anlayış da bekliyorlar. Beni şaşırtan şuydu: Komet çaresizliği çok iyi tanıyor, ama adını kendisi koymaktan geri duruyordu.

İki mi oldu? Üçüncü hafifletme, kaygıyı üçüncü devrediş, galiba 2011’de bir kısmı CI’de (“hırr”![3]) asılan “beyaz”, “geometrik” işlerde oldu. “Daha önce de yazdığım için tekrarlamayacağım”: ama CI’nin hazırladığı katalogda benim orijinalini atölyede de gördüğüm bir resim vardır. Çerçevenin sağ alt köşesinde bir masanın sol omzu, beyaz-gri zemin üzerine çok da vurgulanmadan sadece omzu, dikdörtgen şekli belirsiz boyayla işaretlenmiş. Ama artık ressamın mı eli titremiş, boya mı fırçaya fazla gelmiş, o masanın köşesinden aşağı doğru bir “şey” damlıyor! ‘60’lı yıllarda başrollerinde Sophia Loren ve rahmetli Hal Holbrook’un yer aldığı bir fıkra geliyor insanın aklına: altta olan Loren, üstte olan Hal’e sormuş, şimdi bu benim üstüme damlayan nedir? Çünkü o sırada heyecan ve gururdan titreyen Holbrook’un eli bir şeye çarpmış ve kanamış, damlayan oymuş.

Şu halde çoktan gerçekleşti mi yoksa hiç varamadan sürekli bize doğru geliyor mu, karar veremediğimiz bir felaketten sağ çıkmış insan müsveddeleriyizdir hepimiz, Komet’in Rembrandt resimlerinde. İyi tarafı, tedavi edici kısmı, sanatçının da, seyircinin de, eş dostun da bir mecburiyetten, işin bir borç haline gelişinden, bir boğucu basınçtan kurtulduğunun hissedilmesidir. Olumsallığın, sebepsiz şeylerin dünyasına geçeriz bir anda. Alice’in önce korkup sonra hemen rahatlaması nasıldı, güzel değil miydi?

Bu üçüncü aşamaydı, beyazlar, zorunluksuzlar, sevinçsiz hafiflemeler. Şiirinde Olabilir Olabilir kitabına denk geliyor galiba. Sonra üç buçukuncu demeye dilim varmayan, ama tam dördüncü de diyemeyeceğimiz bir tür geç ihtişam evresi geldi, Dirimart’taki son sergiyle. Bildiğimiz, sevdiğimiz, korktuğumuz her şey oradaydı, fırçaya, kromatizme ve çerçeveye hâkimiyet, tekrardan ve “tekrarlıyor” denmesinden çekinmeyen bir aldırışsızlık ki Tiziano’nun burnundan kıl aldırmazlığını hatırlatıyor, ama aralarda patlak veren güvensizlik ve kuşku nöbetleri de, resmi unutup hiç bilmediği bir Finlandiyalı romancının uzun kitabına gömülme istekleri de, bu yaştan sonra Hegel’e başlayabilir miyim sorusu da – hepsi birden döne döne mayalanıp bu son sergide asılan işlere varıyordu. Biliyor muydu böyle olacağını, böyle bir zorunluluğun, Abdullah Öcalan’ın deyimiyle bir sanatsal “mekaniğin” işlediğini, çeşitli evrelerin böyle birer ikişer geçilip bir tamamlanmaya varılacağını? Kakara olmasa bile kikiri. Her halükârda mimiri.

Bir gün de taksiyle Karadeniz kıyılarında “Zekai Bey” veya “Zekeriya Köy” adlı boktan bir siteye gidiyoruz, bundan otuz küsur yıl önce. Amacımız, merhum şair arkadaşımız Salih Ecer’in evine ulaşmak. Salih, kötü reklamcı, TİP üyesi olmasına rağmen “amacı camdır” gibi bir dizenin de yazarı. Taksiye girdiğimizde benim de gözüme çarpmıştı, şoför kapı içlerindeki kül tablalarının kapağına bir şey yapmış, garip görünüyor, fazla süslü mü, sakil mi belli değil. On dakika filan ses çıkarmadan Komet’i izledim, dudakları, elleri, kaşları kıpır kıpır, o zaman henüz elli yaşında filan, birden şey dedi şoföre (biz arkadayız): “Siz de çalışmış çabalamış bu arabayı bir yerlere getirmişsiniz.” Ayağına bastım, çünkü in cin top oynayan bir mahaldeyiz. Dudaklarının, kaşlarının kıpırtısı zamanla duruldu, biz de birikmiş kahkahayı tam patlatmadan azar azar, hafifçe püskürterek bir gülümsemeye indirebildik.

Bu Komet’i o gençlik resminde, bol kıvırcık saçlı, esmer, kavruk Anadolulu çocuk portresinde göremeyiz, o Aziz Bey’in gördüğüydü, bir Balzac figürü, taşradan şehrin kapılarına dayanmış bir muhteris, kifayetli mi kifayetsiz mi olduğuna zaman içinde karar verilecek. Bizim görmemiz gereken, çok şükür benim de görebildiğim, bazı son fotoğraflardaki imge: sevinçli ve kederli, saygılı ve kışkırtıcı, soran, yalvaran, ama öneren. O resimler, kafada kasket, üstünde deri ceket, onun üstünde beyaz veya krem rengi pardösü. Gözler kederle ışıldıyor. Bizim acıklı Tuğrul’un söylemiyle, her parça üst-orta ve üst pahalılık düzeyinde. (Tuğrul’dan farklı olarak Komet, mesela İlber’i bir sahil köyünde görse, “Hayrola, burada bir haysiyetsizlik konferansı mı var?” diye sorardı. İlber: “kih kih kih, çook komiiksiin, çook vülgersin”, vb.) Ece de “Baylancılar”[4] için “Ben bunlardan adam çıktığını göremeyecek miyim?” demiştir sık sık. Bence Baylan kadar Mülkiye’den de söz ediyordu. Aslında Galatasaray’dan, Boğaziçi’nden, Hacettepe’den, Koç ve Sabancı’dan, İstanbul ve Ankara üniversitelerinden, İstanbul ve Ankara’dan, Haydarpaşa, Vefa, Kabataş liselerinden, Haydarpaşa, Vefa ve Kabataş’tan, bizim sokaktan, yandaki apartımandan, hiç gitmediğim, görmediğim semtlerden, Kosova’dan, Valparaiso’dan (?), bütün akrabayı taallukattan, spor yazarı şairlerden, şairlerden, Tekirdağ’dan, Türkiye’den, etc. Lütfen onu burada aramayalım.

Şimdi onu orada İzzet’le, Mustafa’yla, Salih’le tatlı tatlı itişirken tasavvur edebilmek isterdim ama, bende o şevk kalmamış.

 

NOTLAR: 


[1] İzzet Yasar şey derdi, gözlerinin içine bakarak: “Çorumlu’nun Çorumlu’ya ettiğini, Çorumlu Çorumlu’ya etmez.” İzzet’in bu dünyada korkmadığı, çekinmediği bir o vardı galiba.

[2] Ömer Uluç’tan Hüseyin Baş kaptıydı espriyi: “Doktor, Komet’e günde iki yalandan fazlası yasak demiş.”

[3] Ama palavraya hırlamak gerekir mi?

[4] Teşvikiye’nin bir diğer adı. Fatih’in, Suriçi’nin çocuklarının da katılımıyla. Önay’ın yanında Hilmi Havuz, Hüseyin Abi’nin yanında Sennur Sezer, Leyla Erbil’in kocası mühendis ve piyanist Mehmet Bey’in yanında Sennur Sezer’in eşi büyük öykücü Adnan Abi (Özyalçıner), hiç unutulmaması gereken Cevat Abi, unutulmaz Orhan düşmanı Demir Özlü, “Baylancılıkla” kafa bulan ama ‘50’ler ve ‘60’lar boyunca akşamüstleri hep orada olan Orhan Kemal, benzer şeyler yapan Yaşar Kemal, onun popülerliğini hep kıskanmış olan Leyla – bütün bu kadro, benim bu yazıda astığım Komet resmini andırıyor değil mi sizce?