Günter Grass, anılarının ilk cildi Soğanı Soyarken’de hem dönem Almanyası’na bir bakış atıyor, hem de geçmişi ve yaşadıklarıyla derin bir hesaplaşmaya giriyor...
15 Ekim 2015 15:00
“Nobel Ödüllü Yazar Günter Grass Hayatını Kaybetti” manşetleri internet sitelerine düşeli henüz bir yıl bile olmadı. 13 Nisan 2015’te hayatını kaybettiğinde, herkesin aklında ilk düşen, yazarın en bilinen ve klasikleşmiş eseriydi: Teneke Trampet. 1959 yılında yayımlanan ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını büyümeyi reddeden Oskar adlı bir çocuğun gözünden anlatan bu roman, yazara dünya çapında ün getirmiş ve sonrasında sinemaya da uyarlanmıştı.
Soğanı Soyarken ise bir anı kitabı. Bir kayda geçirme ve hafıza yoklama çabasının ürünü. Grass, çoğu zaman kendisinin dahi hatırlamadığı ama anlattıkça belleğine öyle ya da böyle düşen saklı deneyimlerini aktarma uğraşında. Tabaka tabaka derine inen belleği soğana benzetiyor yazar: Soğan kat kat. Birini kaldırdıkça yenisi çıkıyor ortaya ve doğranınca insanın gözünü yaşartıyor. Fakat harf harf okunabilmesi, her şeyin serbest kalabilmesi için, kuru kuru çatırdayan kabuğun altındaki nemli tabakaya erişmek gerekli. Yazar bu eylemi gerçekleştirirken, yanına yoldaş olarak bizleri alıyor ve başlıyor yazıya dökmeye, hatta belki dile getirmeye korktuklarını anlatmaya.
Anılarının ilk cildi olan bu kitapta, yazar kendisiyle derin bir hesaplaşma içine girmeden önce bizlere çocukluğundan bahsediyor. Grass’ın hem heykeltıraş, hem grafik sanatçısı, hem yazar olarak şekillenen kimliğinin çocukluğundan itibaren nasıl oluşmaya başladığını görüyoruz. Sigara paketlerinin kuponlarıyla aldığı resimler sayesinde Giorgione, Mantegna, Botticelli, Caravaggio ile, henüz adlarını doğru telaffuz edemeyeceği bir yaşta tanışması gibi anılar, sonrasında Nobel ödüllü bir yazar olacak bu çocuğu anlamamıza yardımcı oluyor. On yaşında bir çocukken, Frans Hals’ı Rembrandt’tan bir bakışta ayırabilecek noktaya, sadece sigara paketlerinin üstündeki kuponları biriktirerek gelen ve matematik, kimya ve fizikte başarısız bu çocuğun, yavaş yavaş düzyazılar yazan bir ergene evrilmesi uzun sürmüyor.
İlk yazım denemesine, öğrenci gazetesi Hilf Mit’in düzenlediği, gençlerin katılabildiği düzyazı yarışmasını öğrendiğinde girişiyor ama yarışmaya katılmıyor. Gelecekteki kendisinin taslağı olarak gördüğü o delikanlının, öğrenci gazetesinin açtığı yarışmaya katılmamasını yazarlık kariyeri için olumlu buluyor Grass: “Böylece ödül alacağım kesin olan, Büyük Almanya’nın yazan gençliği için düzenlenen bir Nasyonal Sosyalist yarışmasına katılmamış oldum. Çünkü ikincilik ya da üçüncülük ödülünü alsaydım –birincilikten hiç söz etmeyeyim- yazarlık kariyerimin erkene alınacak başlangıcına Nazilerin gölgesi düşerdi; kaynağı verilince açgözlü gazeteciler hazır lokma olurdum. Beni Genç Nazi sınıfına sokarlardı, sanıkalı sayılır, Mitläufer ilan edilir, silinmez bir damga vurulurdu alnıma. Yeterince yargıç çıkardı bu hükmü verecek.”
Yazar burada dursa ve anlatmaya sanat ve edebiyat meraklısı bir çocukla devam etse, hayatındaki en önemli itiraflardan birini duymamış, detaylarını hiçbir zaman öğrenmemiş olacağız fakat o durmuyor:
“Ama suçlanmayı, sınıflandırılmayı ve damgalanmayı kendim de sağlayabilirim. Çünkü Hitler Gençliği’nin bir üyesi olarak aslında bir Genç Nazi’ydim. Sonuna kadar inançlıydım. Fanatik değildim, en ön safta yer almıyordum, ama gözümü refleksle bayrağa dikerek, ki o bayrağın bizim için ‘ölümden de öte’ olduğu söyleniyordu, neferlerin arasında yer aldım, uygun adım yürüdüm.”
Tam bu noktada, çevirmen İlknur Özdemir’in de kitabın hemen başındaki notunda belirttiği hususu hatırlatmakta fayda var: Grass anılarını anlatırken sık sık birinci tekil şahısla üçüncü tekil şahıs arasında mekik dokuyor. Özellikle gençlik yıllarında yaşadıklarını anlatırken, o günün genciyle arasına mesafe koyabilmek için yapıyor bunu. O genç ile arasındaki ses farkının sebebinin, Nazi kimliği ile kitabı yazarkenki sosyal demokrat kimliği arasına kalın bir çizgi çekme arzusundan ziyade, o genci daha iyi yargılayabilmek ve mahkûm etmek olduğu söylenebilir. Çünkü Grass’ın niyeti, hiçbir zaman kendini temize çıkartmak değil; kötü bir şey yapmamış, budala, cahil bir genci anlatmıyor Grass. Bizi kandırdılar bile demiyor: Biz, kandırılmamıza izin verdik, ben kandırılmaya izin verdim, diyor.
Nazi gencin yargılanmasına, o genç ile hesaplaşmaya tanık olurken, yazarın hayatına attığımız uzaktan bakış sona eriyor ve kendimizi yazar ile gençliği arasındaki gerginliğin orta yerinde buluyoruz. Konu bir hayli hassas ve tehlikeli olduğundan, yazarın ağır teçhizatlar altında büyüdüğü, yetişkinliğe eriştiği bölümlerde gerilimi dibimizde hissediyoruz.
Çocukluktan gençliğe geçen Grass, bize savaşa dair imgeler sunuyor. Çocukluğundaki net fotoğraflardan, anılardan ziyade, karşımızda artık film şeridinden kopmuş birtakım görüntüler bulunuyor. Eline silah almayı reddettiği için dayaklar yiyen Yehova Şahidi bir genç mesela, ya da Almanların işlediği suçlar kendilerine gösterildiğinde “Bunu yapmış olamazlar!” itirazlarını yükselten, yine de yavaş yavaş suça iştirakini kavrayan ve kendisine tereddütle itiraf eden, Almanların Kolektif Suçu altında ezilen, utanç duyan başka bir genç.
Günter Grass’ın genç bir Nazi olduğunu yıllarca içinde tuttuktan sonra itiraf etmesi ve bir zamanlar Waffen-SS’in bir parçası olduğunu aktarması, insanın aklına “Bunca yıl sonra, neden?” sorusunu getiriyor. Tüm bu yaşananlar itiraf edilmeden kalsaydı ne değişirdi, Grass’tan yıllar sonra gelen bu itirafın sebebi sadece bir ortalıklık arayışı mı? Grass, kitabın başında, yaşadıklarının kayda geçmesi gerektiğini söylüyor; bazı şeyler için iş işten geçti ama eksik kalan parçalar, kendisinin ayrılmaz bir parçası olmuşken, bunları daha fazla kurumuş kabukların altında tutmanın gereksizliğinden. Ne de olsa, sakladığı geçmişini anlatmasının amacı, Nazi gençlik örgütünün üyesi o genci anlamak ve onunla bir empati kurmak değil. Birinci ve üçüncü tekil ile arasına mesafe koyduğu o genci, camdan bir sorgu bölmesine koyuyor ve onunla konuşuyor. Bu konuşmanın tonu çoğunlukla pişmanlık ve üzüntü dolu olsa da, gerilim her daim had safhada.Çünkü konu kritik ve hassas. Soğanı soyarken yapılacak en küçük bir hareket, soğanı paramparça edebilir. Grass çok dikkatli; dili ve üslubuyla bizleri yanına alıyor, büyük olasılıkla tek başına girişmek istemediği bu yüzleşmeye, okuru da yanına alarak, okurdan güç alarak girişiyor.
Kitabın bir yerinde, genç Grass’ın yolu Dresden’e düşer: Kurt Vonnegut’un Mezbaha 5 romanının (Yeni baskısı April Yayınları tarafından yapıldı) etrafında şekillendiği, çürümüş cesetlerin yuvası Dresden’e. Soğanı soyarken karşılaştığı en büyük zorluklardan birinin, hafızasındaki anları kusursuz bir şekilde çekip çıkarmak, soğanın tabakasında yazanları okumak olduğu düşünüldüğünde, Mezbaha 5’in zamanda kopan kahramanı Billy Pilgrim’in akla gelmesi zor olmuyor. Grass, gerçeğe ondan hemen uzaklaşmak üzere varıyor ya da onu başka bir gerçekle değiştirmek istiyor. Dresden’den akılda kalan yanık kokusu ve yığın yığın kömürleşmiş cesetler… Yazar, tarihi tam olarak veremiyor ve bu kısmı, bir araya gelen değişik bölümlerden oluşmuş, kâh yavaş kâh aşırı hızlı akan bir filme benzetiyor. Dresden’ın mahvı, çürümüş ve yanmış cesetler, Mezbaha 5’in kahramanı Billy Pilgrim’i zamanda kopardığı gibi koparıyor Grass’ı: “O sırada film koptu. Ne kadar onarsam da, yeniden onatsam da karmakarışık resimler çıkıyor ortaya.”
Savaştan sonra artık yetişkin bir adamla karşı karşıyayız. Sanat eğitimi aldığı dönemdeki sanat tartışmalarını, figüratif—non-figüratif sanat arasında kalan akademiyi, çeşitli yağların ve keçenin fiyatını inanılmaz artıran bir adamı, Joseph Beuys’u aktarıyor bizlere yazar. Soğandaki yazıları, bu noktadan sonra, dalgaların arasında boğuşup durgun denize ulaşan sakin birisinin gözünden okuyoruz. Savaş esnasında kaybettiği sanat ve edebiyatı bulmaya çalışan, karanlık yıllardan sağ çıkan, varoluşçuluk maskesini takmış ve takar takmaz sigaraya başlamış, insanın absürd bir varlık olduğuna güneşin doğuşuyla batışına inandığı kadar inanan, henüz yirmi yaşında bir gencin öyküsü artık karşımızda.
Savaşı görmüş olmanın verdiği olgunlukla, yazar tekrar hafızasını yokluyor ve çocukluğundaki gibi kesintisiz, daha net anılar ortaya döküyor. Bundan sonra sanat ve edebiyat, ilk aşk, evlilik, Paris ve Teneke Trampet var.
Grass, Soğanı Soyarken bittiğinde, yapması gereken bir görevi ifa etmiş gibi; rahatlamış ve yorgun. Soğanı soymak zorlu, yoran, takat isteyen bir görev ve artık soğan da, omuzlardaki yük de yok. Son paragrafta, her şeyi anlattıktan sonraki ruh halini çok iyi özetliyor:
“Öylece sayfadan sayfaya, bir kitaptan öbürüne yaşadım. İçimde hep kahramanlar kaynıyordu. Ama bunları anlatmak için soğanım da yok, keyfim de.”