"Hayatlarını bu mücadeleye adamış, yıllarca hapis yatmış, vazgeçmemiş insanların o dönemlere soğuk bir siyasi analiz perspektifinden bakmasını beklemiyorum. Yine de geçmişe dair yenilgi hissiyle öbür uca veya apolitikliğe savrulmak yerine, geçmişin doğru düzgün bir muhasebesini yapmak gerektiğine inananlardanım. Gençay böyle yapmış ve hiç vazgeçmemiş."
04 Kasım 2021 16:00
İnsan sevdiği arkadaşlarının anılarını okurken ister istemez taraflı oluyor. Öyle ya, arkadaşlarınızı kendi değerlerinize, mizacınıza göre seçiyorsunuz, anılar da sonuçta o insanların onları o yapan yaşamları. Ama tabii bir de ‘kalemi iyi olmak’ gibi bir husus var okuduğunuzu size sevdiren, o nedenle umarım kalemi iyi olmayan arkadaşlar anı yazmaya girişmezler. Benim şansıma, son yıllarda okuduğum arkadaş anılarını yazanların hepsinin kalemi kuvvetli, daha önce Celalettin Can’ın ve Roni Margulies’in anılarını okurken de bu bakımdan şanslı olduğumu düşündüm. Hadi Roni zaten edebiyatçı, şair, Gençay’ın neredeyse edebi bir kalemi olduğunu bilmiyordum. Bir Hayat Üç Dönem bana edebiyat tadında geldi. Diğer taraftan, benim geç dönem arkadaşım olduğu için, biz tanışmadan öncesini okumak yeniden tanışmak gibi oldu.
Tabii Gürsoy’un anıları bundan ibaret değil. İyi yazılmış yaşamöykülerinin hepsi gibi dönemlerine dair, kuru tarih anlatımlarında asla ulaşamayacağınız gözlemler, intibalar, tasvirler, şahitlikler geçidi. Devrinde, Anadolu’da çocuk, İstanbul’da üniversiteli genç, mecburi hizmette hükümet memuru olmak, yurtdışı serüvenleri ne demektir, insanı nasıl şekillendirir, insan hayatını bu tablolar içinde nasıl şekillendirir, ancak bir yaşamöyküsü çerçevesinde aktarılabilecek şeyler. Hiç olmazsa Cumhuriyet devrine gelinceye kadar, ‘bizde anı yazma alışkanlığı olmadığından’ çokça şikâyet edilir. Oysa şimdilerde daha iyi anlıyoruz ki, geç Osmanlı modernleşmesi sürecinde pek çok anı yazılmış, eski Türkçe yazılanlar uzun süre yeni alfabeye çevrilmediği için gözlerden uzak kalmış. Çevrilenler veya Cumhuriyet’in ilk döneminde doğrudan yeni yazı ile yazılanlar ise, dergi ve gazetelerde tefrika olarak yayınlandıktan sonra uzunca süre kitaplaştırılmamış. Çok şükür, özellikle son yirmi yılda bu alanda pek çok hatırat gün ışığına çıktı. Umalım, bundan sonra da Gençay gibi bizim yaşadığımız dönemlere tanıklık edecek anı yazma işini devam ettirenler çoğalır. Ne de olsa kolay bir iş de değil, ciddi bir emek ve sabır gerektiriyor.
Vaaz vermeyi bırakıp Gençay’ın anılarına dönelim. Benim başlangıçta en dikkatimi çeken aktarımı, din ve muhafazakârlığa dair söyledikleri oldu: “Son yıllarda, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve tek parti iktidarında İslami kesimin gördüğü ‘zülüm’ üzerine söylenenleri, yazılıp çizilenleri izlerken, iki yaşam tarzının çatışma haline dair prototip bir örnek olarak kendi çocukluğumu anımsarım. Ben böyle bir zulme çocukluğumda hiç tanık olmadım” demiş. Malum, bazıları için kızılca kıyamet koparacak bir gözlem. Gençay’ın çocukluğunu ‘prototip’ olarak tanımlamayabiliriz, ama tersinin de doğru olduğunu düşünmek açısından önemli. Yani, samimi kanısı ‘dindarlara zulüm’ söyleminin de farklı çocukların farklı deneyimleri olduğunu hesaba katmadığı gerçeğini düşündürtmesi açısından önemli. Doğrusu, ben de ‘dindarlara zulüm’ söyleminin tamamen temelsiz olmamakla birlikte, ideolojilere mahsus bir ‘yeniden acı üretme’ yanı olduğunu düşünmüşümdür. Ancak fazladan, benim ‘dindarlara zülüm karşıtlığı’ tavrımı, hakkaniyet duygumun yanı sıra, kendi çocukluk deneyimimin beslediğini zaman zaman itiraf etmek zorunda hissetmişimdir. Laiklik ve modernlik adına dindar/muhafazakâr insanları hor gören bir çevrede yetiştim, çocukluğumdan itibaren rahatsızlık duyduğum bu üstten bakışın sınıfsal bir küçümseme olduğunu düşündüm ve hep karşı çıktım. Ancak daha sonra, özellikle de muhafazakâr bir çevrede yaşayan arkadaşlarımızın kendi geçmişlerine dair öykülerini dinledikçe, dinî baskının katlanılmaz olduğunu fark ettim. O açıdan Gençay’ın ve babasının, dindar dedelerinin baskısına dair söylediklerinin farklı deneyimlerin hepsini dikkate almanın önemini bir kez daha anladım.
Gençay’ın 27 Mayıs darbesinin o dönemde sol çevrelerde nasıl olumlu karşılandığına ilişkin samimi tanıklığının üzerine de düşünmek gerektiğine inanıyorum – bu durumu hemen Türkiye solunun geçmişine dair eksi hanesine yazmadan önce... Yok, sol siyasetlerin zaaflarını örtbas etmek için değil, geçmişi ve bugünü daha iyi anlamak için. Yetmişli yıllarda sol-Kemalist darbe heveslileri bir vakıa, ancak sol siyaset toptan darbelere karşı hep olumlu tavır göstermiş değildir. Ancak sol ve sağ siyaset için darbe karşıtlığının ve demokrasinin öneminin siyasal bir değer haline gelmesi 1980 darbesinden sonra oldu. Sağ/muhafazakâr çevrenin 1960 darbesine karşı tutumu, asker/darbe karşıtlığından ziyade sağ/muhafazakâr bir iktidara karşı yapılmış olması dolayısı ileydi. Nitekim 1960 darbesini Türkiye’ye duyuran nihayetinde sağ milliyetçiliğin ebedi lideri Alpaslan Türkeş’ti. İslamcıların ‘üstad’ı Necip Fazıl’ın zaten demokrasi gibi bir derdi olmadığı gibi, Libya’da yönetimi ele geçiren Kaddafi’ye bile methiyeler diziyordu. Dahası, 1980 darbesi, Türk-İslam Sentezi denen sağ/muhafazakâr ideolojinin kurucu babaları tarafından hevesle desteklenmiştir. Sonuçta, hatırlatmak istediğim, seksenli yıllara kadar meselenin darbe veya askerlerin siyasetteki rolü olmaktan ziyade, bu kıstasın müdahalelerin sağ veya sol siyasetler istikametinde olup olmamaları çerçevesinde şekillenmiş olduğu gerçeği. Nitekim, Gürsoy’un sözünü ettiği (s. 214) 1964 yılında alevlenen Kıbrıs sorunu konusunda sağ ve sol gençlik örgütlerinin, ‘Milli Kıbrıs politikası’ ve ‘Ordu Kıbrıs’a’ sloganı etrafında birleşmiş olması da, milliyetçi/militarist siyasetler konusunda eleştirellikten uzak ve bugünkünden çok farklı bir siyasal ortamın hâkim olduğunun iyi bir göstergesiydi.
Barış Bloku sözcüsü olarak, HDP İstanbul Milletvekili Beyza Üstün, CHP İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı ve DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu ile birlikte. (6 Ağustos 2015'te Barış Bloku'nun Beyoğlu'ndaki Makine Mühendisleri Odası'nda düzenlediği basın toplantısı.)
Gençay Gürsoy, üniversite yıllarından itibaren sol siyaset içinde yer almış bir isim olarak, anıları boyunca en çok da sol siyasetin geçmişine dair tanıklıklarını yazmış. Bu seyir içinde tartışma konusu edilecek tanıklıklar mutlaka olacak; ben sadece, en genel planda ‘silahlı mücadele’ konusunda söylediklerine dikkatinizi çekmek isterim. Bugünlerde malum, benim solculuklarının nereden menkul olduğunu anlamadığım kişi ve çevreler muhalefet adına devrimci gençlik ve özellikle Deniz Gezmiş romantizmine sarılmış vaziyetteler. Bunların bir kısmı o dönem henüz doğmamış olan gençler, ancak diğer bazıları, düne kadar merkez medyanın sınırları içinde laf üretirken ve en fazla sosyal demokrat bir çizgideyken sosyalist devrimciliğe nasıl bir geçiş yapmışlar, halen anlamış değilim. Bunlara karşı tüm hayatını sol siyaset adına doğru bildiklerine adamış olan Gürsoy neden o dönemden itibaren ‘silahlı mücadele’yi benimsememiş olduğunu anlatıyor (s. 288). Ardından da son derece samimi bir özeleştiri yapıyor:
“Ne yazık ki o günlerde bizim kuşaktan ne ben ne de benim gibi düşünen ve benden daha tecrübeli olanlar bu değerlendirmeleri eylemci gençlerle açık açık tartışmamış, eleştirilerini sol çevrede yüksek sesle dile getirememişti. Bu yüzden olan bitenlerden, bu hareketlerin liderlerinin yanında, akıbeti gördüğü halde susan herkes sorumludur”(s. 291)
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşları benim ortaokulda kahramanlarımdı. Lise yıllarında kendi çapımda ‘devrimci mücadele’ sempatizanı idim. İtiraf edeyim, halen o döneme dair romantizmin izlerini taşıyorum. Seksen darbesinden önce katıldığım yürüyüşlerde atılan ‘Mahir, Hüseyin, Ulaş, Kurtuluşa Kadar Savaş’ sloganları beni hâlâ heyecanlandırıyor. Dolayısı ile bugünlerde devrimcilik taslayanların değil ama o sırada hayatlarını bu mücadeleye adamış, yıllarca hapis yatmış, vazgeçmemiş insanların o dönemlere soğuk bir siyasi analiz perspektifinden bakmasını beklemiyorum. Yine de geçmişe dair yenilgi hissiyle öbür uca veya apolitikliğe savrulmak yerine, geçmişin doğru düzgün bir muhasebesini yaparak, doğru bildiğimiz hak ve özgürlükler mücadelesine bu çerçevede devam etmek gerektiğine inananlardanım. Gençay böyle yapmış ve hiç vazgeçmemiş. Onun yerine siyasetten yani sorumluluktan kopuk bir şekilde, anıları boyunca izlediğimiz tıp kariyerine odaklanmış olsa, yurtdışında veya Türkiye’de çok rahat bir hayat yaşayabilirdi. Bilmem söylemeye gerek var mı, bu rahatlığın bedeli olan benmerkezli bir hayatı sevmeyenler çok az ve çok kıymetli. Güzel bir hayatın serüveni, güzel bir okumanın ötesinde ilham ve umut verici.
•