Gündüz Vassaf: İstanbul’a tek tip Türk-Hanefi üniforması giydirdik. Bari balıkları her şeyi millileştirme, dünyamızı tekdüzeleştirme gayretimizden muaf tutsaydık...
09 Temmuz 2015 14:00
“Onu tanıyıp, yazdıklarını okuyup, sohbetine ortak olup da sevmemek mümkün değil” diyeceğim bir isim varsa, hiç duraksamadan “Gündüz Vassaf” adını anarım. Zira o yazdıklarıyla, yaşamıyla ve olaylara bakış açısıyla her zaman bir öğrenci, okurları içinse her zaman yeni ufuklar demek. Geçtiğimiz yıl yayımlanan İstanbul’da Kedi isimli kitabıyla, şehri en eski sakinlerinin, kedilerin tarihi ve gözüyle gezmiştik. Vassaf bu kez, Boğaziçi’nde Balık’la okuru selamlıyor, Boğaziçi’ni, “oraların” en eski sakinlerinin, balıkların gözü, dili, tarihiyle anlatıyor. Sadece Boğaziçi mi; betonlaşma, egosunun altında yoklaşan insan, kentleşme ‘canavarı’ ve daha birçok başlık da, bu sohbette yerini alıyor.
Bir önceki kitabınız İstanbul’da Kedi ile şehrin sokaklarına, şehrin peşinde, şehrin en eski sakinlerinden kediler kahramanlığında ulaşmıştık. Yeni kitabınız Boğaziçi’nde Balık’la bizi denizin, Boğaziçi’nin, efsanelerin, tarihin tanıklığına, kıyılar ve sulardan buraların en eski sakinleri kahramanlığında ulaştırıyorsunuz. Neden kahramanlar balık bu kez?
Biz insanlar kahramanlığa, kahramanlara düşkünlüğümüzden heykellerini dikip dikip deviriyor, gün geliyor başkasının heykelin dikiyoruz. İlle heykelse, biraz da kelebek, kertenkele, kanguru heykelleri dikelim. Ezen diktatörün de, ezilen işçinin de heykelini dikiyoruz. Üniversite, köprü, apartman demiyor, adımızı koyuyoruz. Mezar taşları yetmez oldu adımızı kazımak için. Belki balıkların gözünden dünyaya, kendimize bakmayı deneyebilirsek, kendimize gülebilir, birazcık da olsa haddimizi biliriz. Tarihimiz boyunca kahramanların peşinden gide gide, onları dokunulmaz kılarak, ilkelerimizin kurban edilmesine göz yumduk. Küçük bir örnek: Türkiye’de 12 Eylül’e giden yıllarda Nâzım Hikmet’e taparcasına bağlı Türkiye solu, “Şairimiz yıkanır mı yıkanmaz mı?” diye her şeyi bırakıp birbirine girmiş, konuyu gündeme getiren Aziz Nesin’i de telin etmişti.
Bu kitap için bir röportajınızda “İstanbul’un imdat çağrısı” demişsiniz. Şehir neden haykırıyor?
Biz “İmdat!” diyemediğimiz için... Tüketim çılgınlığımızda, bırakın İstanbul’u, dünyayı tükete tükete küresel ısınmayla felaketin eşiğine getirdik. Gönüllü köleler gibi kuşandığımız markaların boyunduruğunda uyurgezer yaşamamız yetmiyormuş gibi, toplumumuzun ileri gelenleri, kaç bin yıllık dünya şehri İstanbul’u markalaştırmak aymazlığında. İşletme fakültelerinde okutulan bir tür katliam diyeceğim, “değerlerin içini boşaltıp her şeyi fiyatlandırma” terminolojisini bizler de günlük yaşantımızda benimsedik. Dünyanın bilmem kaçıncı numara marka şehri İstanbul dense, gazetelerimiz iftiharla manşet atacak. Sanki şehri tüketen biz değilmişiz gibi, sermayenin kulluğunda politikacılara yöneltiyoruz öfkemizi. İstanbul’u satın aldığımız, almak istediğimiz, bindiğimiz otomobillerle yaşanmaz kılan biz değil miyiz? İstesek biz olamaz mıyız, İstanbul’u dünyanın ilk otomobilsiz şehri yapan, bunu talep eden, projeler hazırlayan?
Bu, bir şehrin imdat çağrısının yanında belki bir direniş anlatısıdır da? “Haliç kıyılarından bakın yedi tepeme / Göreceksiniz zaman beni korudu / Sizden tek istediğim de bu” diyen bir İstanbul’la başlıyor okumamız zira.
Bizler geçiciyiz, İstanbul kalıcı. Cumhuriyetle birlikte her şeyin yenisini arzulama sapkınlığımızda, tarihi yarımada denilen eski şehri kendi haline terk edip Haliç’in karşı kıyısına “Şişli’de bir apartman” sevdasında binalarımızı dikince, yedi tepeli İstanbul kendiliğinden korunmuş oldu. Henüz doğmamış kuşaklar bir gün bizi dehşetle anacaklar, yüzyıllarca doğayla bu denli bütünleşmiş şehri betonlayarak nasıl katlettiniz diye. Ya dağlardan, yaylalardan umutla kopup gelen, bedbahtlıklarının acısını, gelmez olaydım diye İstanbul’a öfkelenerek, ekmek parası uğruna şehre zincirlenenler... Ancak artık birdenbire şehrin ufku açıldı. Toplumun her kesiminden gelen gençler Gezi’de İstanbul’u bağırlarına bastı. İstanbul’da onları.
Kitabınızı Paul Ehrlich’in “İnsan başka türleri yok ederken bindiği dalı kesiyor” cümlesiyle açıyorsunuz. Onlarca nesildir dünyanın her yerinde farkında mı değil insan bunun; yoksa dal mı umrunda değil, yarın mı?
Dünya yerine “gezegenimiz” kelimesini kullanmaya başlayabilmemiz küresel duyarlılığımızın ifadesi olacak. Başta küresel ısınma, nice hayvan ve bitki türünün soykırımının edilgen seyircisi konumundayız. Ne zaman ki, siyasi partilerimiz seçilebilmek, kendilerini bizlere beğendirebilmek için temel yaşam konularını gündeme getirecek, o zaman bizle birlikte türlerin geleceği umurumuzda diyebiliriz. İşte Türkiye: Onca parti seçime girdi. Küresel ısınma konusunda tek kelime söyleyen, söylenmediği için de eleştirilen tek kişi, tek sivil toplum kuruluşu çıktı mı? İşte nerdeyse her konuda fikir beyan etmekten kendilerini zapt edemeyen Türkiye üniversitelerinde hocalar: Japonya’yı felaketin eşiğine getiren ve hala denetleyemedikleri, Almanya’nın yasakladığı nükleer enerji konusunda ne düşünüyorlar? Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de üniversiteler sınıfta kaldı. Yüksek siyasetle uğraşmaktan kendi kurumlarında üniversite özerkliği ve akademik özgürlük konusunda bile ses çıkarmadılar, kariyerist hesaplarla YÖK’ün kapıkulu olmayı tercih ettiler. Ya gündem tutsağı medyanın, köşe yazarlarının umursamazlığı…
İnsan ve yaptıkları yüzünden göç eden, isimleri değiştirilen, yüceltildikçe de yerildikçe de illa oltaya gelen, çoğu oltaya gönüllü balıklar… İnsandan tanıdık sanki bu hikaye biraz da?
Lufari lüfer, barbuni barbunya, foriki torik… Hadi bu topraklarda konuşulan onca dil ve kültürün bir bütününü yansıtan İstanbul’a tek tip Türk-Hanefi üniforması giydirdik. Bari balıkları her şeyi millileştirme, dünyamızı tekdüzeleştirme gayretimizden muaf tutsaydık. İnsan aşırılıkta başını bir aldı mı, kendine dur diyemiyor. Dilimizde etnik temizleme yaparak aşağılık komplekslerine “Koy ver rahvan gitsin” diyenler, bu sefer de dilimizi aynı komplekslerinin kurbanı yapmadılar mı? İstanbul sokaklarında sağlı sollu isimlere bakın. “Kahve”yi “café”, “lokanta”yı “restoran”, “hoşçakalın”ı “bye bye” yaparak düştüğümüz gülünç halin farkında mıyız? Ağabeyimin Ege’de gördüğü “Restoran lokantası”na ne dersiniz? Dilimizi başka dünya dilleriyle harmanlayıp zenginleştireceğimize, balık isimlerinde olduğu gibi, özentilerimizin kurbanı yaptık.
“Dip sularına haber salan derin devlet, yeniden sofralarında ‘temsilen’ görmek istiyor bir zamanlar varlığını reddettiği balıkları” diyorsunuz kitabın bir yerinde. Buyrun, bir bugünün ülke vaziyeti okuması… Ne dersiniz? Ve devamında, aynı paragrafta söylediğiniz gibi, “Ama artık çok geç. Bir geçmiş yağmalanıp yıkıldı” mı halimiz?
Amerikalı balıklar ile Türkiye’nin Paşakılıcı balıklarının öyküsü daha çok dip sularında cereyan ettiğinden ne olup bittiğini bilmemiz mümkün değil. Kâh bu suların balıklarının kılıçlarını biler, “İktidar senin!” diye coşturup bağırlarına basarlar, kâh öyle yönlendirirler ki, darbe hırslarının doruğunda, farkında olmadan kocaman bir ağa takılırlar. Günümüzdeyse hepsi şaşkın, ne yöne yüzeceklerinin karmaşık tedirginliğinde…
Ülke vaziyetine gelmişken, yine kitaptan bir cümlenizi alıntılayarak soracağım: “Herkes birbirine benzemeye zorlandığından, kimse “Kim hain?” diye sormuyor, soramıyor artık” diyorsunuz. Peki, sizce bizim benzemeye zorlandığımız biçim ne? “Hain kim?”den ziyade, hainliğin temeli neremizde?
“Hain kurttan kim korkar? Kim korkar? Kim korkar?”
Samandan yaptıkları evlerinin kurdun üflemesine dayanaklı olduklarından emin iki küçük domuz yavrusunun, saldırıya geçmek üzere olan kurda meydan okurcasına güle oynaya yukarıdaki tekerlemeyi söylediklerini hatırlıyor musunuz? Asıl hainler, başkalarını aşağılayıp, onları kışkırtan, onları düşmanlaştıranlar olmuş tarihimiz boyunca. Oysa asırlar boyunca, sahibine karşı ayaklanan kölelere egemen düzence hain denmesiyle şartlandırıldı kitleler. İdeolojilerini, inançlarını hain imalatıyla ayakta tutanlar, son kertede kendi yıkımlarına da neden olur, “Benden sonra tufan” aymazlığında hepimizin başına dünyamızı yıkarken, kendilerinden başka herkesi de işlerine göre hain gösterirler.
Kitapta yer alan “Boğaziçini Küreselleştiren Reklamcı” öyküsünde hem çok akıldışı hem de çok mümkün bir ihtimali anlatıyorsunuz. Kapitalizmin, küresel sermayenin şehirde, doğada kendine rengârenk yerler yaratmasını nasıl bir duygu ve final öngörüsüyle izlediğinizi merak ediyorum.
George Orwell’in 1984 distopyasını okuyanlar dehşete düşmüştü yazarın çizdiği gelecekte hepimizin dinlenip fişleneceği, özgürlüklerimizi yitireceğimiz dünyasından. Zamyatin’in Biz, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya kitapları da ürkütücü bilim kurgu senaryolarından oluşuyordu. Hepsi, “Aman dikkat edin, böyle dünyalar kurulmasın!” diye bizleri öyküleriyle uyarıyorlardı. Ben de onların yolundan gittiğimi sanıyordum. Yanılmışım. Özgürlüklerimizi yitirdiğimiz gelecek senaryolarım, bırakın ürkütücü olmayı, kimi çevrelerce “Ne kadar iyi olur!” diye benimsenirken, kimi senaryolar daha yazdıklarımın mürekkebi kurumadan günlük yaşantımıza girdi. Cennetin Dibi kitabımda New York merkezli çok uluslu bir şirketin, seçmenlerin tercihlerine göre ülkelere nasıl hükümet kiraladıklarını yazmıştım. Sonradan öğrendiğime göre, benim kabus diye yazdıklarıma, Londralı bankacılar “İşte aradığımız düzen!” diye bakmışlar, “Acaba böyle bir şirket kurabilir miyiz?” diye kolları sıvamışlar. Türkiye’den gazeteciler bir adım ileriye gitti. Yetkililerle söyleşi yapabilmek için benden Hükümet Kiralama Şirketi’nin New York’taki iletişim bilgilerini istediler. Distopyalarımızın egemen düzenin ütopyalarına dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasını geliştiren fizikçiler bunu benzer faaliyetlerde bulunduklarını zannettikleri Nazi Almanyası’na karşı geliştirdikleri inancında, ABD’nin bombayı Japonya’da sivilleri katletmek için kullanacağını akıllarından geçirmemişlerdi. Şimdi gerçekten birisi “Boğazı Küreselleştiren Reklamcı” öyküsünü okuduktan sonra bu işin patentini alıp Boğaz sularını yüzen renkli reklamlar geçidine dönüştürse? Belki artık, bombaya tövbe eden kimi fizikçiler gibi, yazarlar da totalitarizmlere örnek olan distopyalar yazmaktan vazgeçmeli.
Anlattıklarınızın toplamında insanın kendinde daim ilan ettiği kudretini sorguluyorsunuz diyebilir miyim?
Tarih, özellikle benim kuşağıma, hep ileri giden bir süreç olarak okutuldu, benimsetildi. “İleri”nin iyi anlama geldiği, müspet çağrışımları olduğu bir süreç. Böylece avcı-toplayıcılar ilkel, tarım toplumu uygarlığımızda bir aşama, sanayi toplumu ve şehirleşme bizi köylülükten kurtaran gelişmeler olarak ele alındı. Üretim ilişkileri bazında oluşturulan bu anlayış, türümüzün geleceğinin bencilliğinde, doğa ve başka canlıları umursamazlıktan geldi. 19. yüzyılda İsviçre’de otomobillerin geçmesi için doğayı yaracak yol yapımına karşı çıkanlar gericilikle suçlanıyordu. Hıristiyanlık ve İslam gibi ayrıntılı cennet-cehennem tasviri olan dinlerde, ruhları yoktur gerekçesiyle kedilerimize, köpeklerimize, emeklerini sömürdüğümüz kuzuya, eşeğe yer yok. Şimdi de uzayda meteorları, başka gezegenleri, çeşitli mineraller elde etmek için alt üst etmenin, uzayın da dengesini bozmanın eşiğindeyiz. Önce biz. Hep biz. Her şey bizim için. Yetmedi mi birbirimize yazdığımız aşk mektupları? Bir de çok geç olmadan nesli tükenmeye yüz tutmuş türlere seslenebilsek...
Gerçeklerimizin bilim adına yaptığımız kandırmacalarda değil, efsanelerimizde gizli olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Son kertede bilim diye ürettiklerimiz insan türünün özellikleriyle sınırlı beynimizin dünyayı nasıl gördüğünün bir yansıması. Efsanelerimiz de öyle. Aradaki temel fark, gözlemlerimizin, nesnelliklerinde anlaştığımız ölçütlerle doğrulanabiliyor olması. Efsanelerle bilimin peşinde koştuğu temel soru, evrenin yaratılışı. Onu da daha evrenin %90’ını oluşturan kara madde ve kara enerjiyi açıklayamayan bilim yerine efsanelerden yaşamayı tercih ederim.
Kitapta İstanbul’un, balıkların, sokakların, mahallelerin, denizlerin tarihleri, mitolojideki, efsanelerdeki, siyasetlerdeki yerlerini izliyoruz. Bunca bilgiyi alıntılar eşliğinde bir araya getirmek için nasıl bir ön çalışma yaptınız masanıza oturup yazmaya başlamadan önce?
Önce cehaletimin vurdumduymaz özgürlüğünde hayallerime kulak vererek kelimelerle koşmaya başlıyorum. Karşıma sık sık çıkan “Dur” işaretlerinin beni yönlendirmesiyle, yazdıklarımla okunacaklar arasında, ne kadar süreceği önceden kestirilemeyen bir git gel başlıyor. Yazmanın en keyifli kısmı da bu. Zira hiç beklenmedik yolculuklara çıkıyor, kendinizden uzaklaştıkça uzaklaşıyorsunuz. Ve o yolculuk kendiliğinden sona eriyor bir gün. Daha fazla göremez, okuyamaz, yazamaz oluyorsunuz. Asıl masa başı bundan sonra, olup biteni toparlamakla geçiyor. Kitap bittikten bir süre sonra okuduğumda, “Bunu ben mi yazmışım?” diye şaşırdığım çok oluyor.
Bu, bir acı hikaye. Ama aynı zamanda kahramanlarının umutsuzluk ya da karamsarlık taşıdıkları tek bir an’a rastlanmayan bir anlatı. Bu yanıyla da birçok sert yüzleşmeye rağmen okuru dram etkisi altına almıyor. Siz, bunu genel olarak tercih etmiyorsunuz, öyle değil mi?
Yazarın umutsuz olmaya hakkı yok. Ama siyasetçiler ya da din adamları gibi umut taciri de olmamalı. Daha da basite indirgersem; hepimizde doğuştan var olan, en zor, en beklenmedik koşullarda bile, rastladığımızda bizi şaşırtabilen sevgiyi, belki o an başkalarının fark etmediği “Mehtaba bak!” deyip paylaşabilmek… Bunu yapmak gerekiyor.
Kitapta Komet, Balkan Naci İslimyeli, Argun Okumuşoğlu, Mehmet Güleryüz ve daha birçok ismin çizdiği resimler de öykülere eşlik ediyor. Buna nasıl karar verildi?
Kitapların kelimelerle sınırlılığını aşabilmek için böyle bir şeyi tercih ettim. Okurun yazıdan yola çıkarak oluşturduğu hayal gücünü kırmadan, ona farklı dillerle, çağrışımlarla hitap edebilmek… Bir anlamda eskiye dönüş. Özellikle el yazması kitaplar, ressamların hüneri olmadan düşünülemezdi. İşte minyatürlerin eşlik ettiği Osmanlı dönemi kitapları... Günümüzde önce kârlılığı gözeten, “Kaç liradan kaç kitap satabilirim?” diye kültür pazarlayan yayınevleri işin kolayına kaçıyor. Kitaptaki yabancı ressamların eserlerinin kullanma hakkını uzun uğraşlar sonucu ben satın aldım. Türkiye’den dost ressamlar da eserlerini kullanma hakkını vermeselerdi ne Boğaziçi’nde Balık olabilirdi ne de İstanbul’da Kedi. Kelimelerle resimleri buluşturan ise, Türkiye’de nice eserin arkasındaki kişi, kitap mimarı Ersu Pekin.
İnsan, doğanın en güçlü canlısı ilan ederken kendini, doğaya en büyük zararı da hep kendisi verdi. Bugün, kentlerdeki betonlaşma, doğanın, suların, yeşil alanların mahvedilmesiyle kendi hikayesinin de sonunu getirme çabasında sanki. Bu hırçın gözü dönmüşlük karşısında neyi, nasıl kurtaracağız, kollayacağız?
Kurtarmak iddialı kelime. Onca imza topluyor, çağrı, yürüyüş yapıyor, protestolar düzenliyor, gönüllü kuruluşlarla bir şeyleri kurtarmaya çabalıyoruz. Lakin her şeyden önce kendimizi kendimizden kurtarmamız lazım. Tüketim çılgınlığımıza son veremiyor, onu bunu satın almayı hakkımız, özgürlüğümüzün bir parçası zannediyoruz. İktidarları, egemen düzeni, onu bunu eleştirirken, reklamlarla beynimizin yıkandığı piyasaya gönüllü kulluğumuzu sorgulamıyoruz bile. Öyle ki özü propaganda, yalan söylemek, kandırmak olan reklamcılık, toplumlarımızda saygın bir meslek. Devletler işkence yöntemlerini, psikologları da arkasına alarak askerine, polisine gizli gizli öğretirken, reklamcıları üniversitelerimizde yetiştiriyoruz. Böylece birbirimizle sade son kertede dünyanın nimetlerini değil, değerlerimizi de tüketme yarışına giriyoruz. Bir yandan kıyafetlerimizle, tükettiklerimizle markalaşırken, doğayı, türleri kurtarma çabamız, çifte standartlarımızın, kendimizi aldatmamızın ifadesi.