Kimin “yerli ve millî”, kimin “hain ve terörist”, kimin “cenneti hak eden bir mümin” kimin “ahiretini yakacak bir gafil” olduğunu tayin etmeye kadar varmış siyasal söylemde...
03 Mayıs 2017 15:00
Yüz yılı aşkın bir süre önceydi. Viyana’da, kentin bir futbol takımı ile o sıralarda “birlikte imparatorluk” oldukları Macaristan’ın bir takımı maç yapıyordu. Viyana kentine 1897’de Yahudi karşıtı bir söylemle belediye başkanı seçilen Dr. Karl Lueger maç sırasında Viyanalıları alkışlayınca, etrafındakiler ona, alkışladığı takımın bir Yahudi takımı olduğunu hatırlattılar. Karl Lueger, istifini bozmayarak şu yanıtı verdi: “Hiç önemi yok, kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm!”
19. yüzyıl sonunda sosyalistler, Avusturya’da sanayi işçileri arasında büyük bir destek kazanmıştı ve Lueger, partilerinin simgesi kırmızı bir karanfil olan bu ‘Kızıllar’ın karşısına beyaz karanfil ile çıkan Hıristiyan Sosyalist Parti’nin lideriydi. Makineleşmenin sayıca büyüttüğü işçi sınıfı giderek daha güçlenen siyasal bir aktöre dönüşürken; aynı makineleşme küçük el sanatlarını boğuyor, artan üretimin önünü açtığı büyük mağazalar da küçük dükkânları (ve esnafı) yok ediyordu. Karl Lueger, bilinen ilk ‘popülist sağcı’lardan biri olarak, “Küçük adama yardım gerek” sloganıyla bu endişeli küçük burjuva sınıfın desteğini kazanmış ve Viyana Belediye Başkanı olmayı başarmıştı. Amansız bir demagog, ilke tanımaz bir pragmatistti. Kendisinden sonraki yüz yıl boyunca da bir ruh olarak insanlığın karşısına çıkacak olan o ünlü sözü, bir tür öncü, pre-faşist formüldü: “Kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm!”
Sonra faşistlerin ve neo-faşistlerin de devralacağı bir ‘sosyal mühendislik’ formülü…
Toplumu, aslında zorba bir sürdürücüsü olduğu ‘müesses nizam’ karşısında protest bir pozisyonda olduğu yanılgısına sürüklemek isteyen faşist töz, bu vecizde gizlenen “milletin (ya da ‘makul halk’ın) kim olduğuna karar verme yetkisi” olacaktı. İktidarı elinde tutan seçkin azınlık ile bu azınlığın lehine işleyen yerleşik düzen karşısında, devletin, “halkın (ya da milletin) malı” olduğuna dayalı (kulağa hoş gelen) demagoji; bu halk ya da milletin kimlerden oluştuğunu tayin etme yetkisiyle birleştiğinde, kalabalıkları peşinden sürükleyen bir ‘mühendislik formülü’ne dönüşüyordu. Ve eşzamanlı olarak kimlerin ‘milletten olmadığını’ söyleyen tehlikeli bir kışkırtmaya…
Bu hâliyle Karl Lueger’in elinde tuttuğunu iddia ettiği “kimin Yahudi olduğuna karar verme” yetkisi, bir kalıp, siyasî bir pozisyon olarak dönem dönem yeniden ortaya çıktı: Bizde bir süredir kimin “yerli ve millî”, kimin “hain ve terörist”, kimin “cenneti hak eden bir mümin” kimin “ahiretini yakacak bir gafil” olduğunu tayin etmeye kadar varmış siyasal söylemde olduğu gibi…
* * *
Günümüzde de dünyanın birçok noktasında, yüzeysel bir bakışta insanları ümitsizliğe sevk edecek şekilde, karanlık ve kaotik bir siyasal atmosferin ağır havası hâkim ve bu hava genel olarak “popülizmin zaferi” olarak tanımlanıyor. Dünya kapitalizminin iki büyük merkezi konumundaki ülkelerden ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesi ve İngiltere’de Brexit kararıyla ortaya çıkan yeni yönelim; Rusya, Macaristan, Polonya gibi eski sosyalist kamp ülkelerindeki fiili iktidarlar; Fransa, Hollanda, Avusturya gibi Avrupa'nın en önemli ülkelerinde iktidar adayı olma noktasına gelen ‘aşırı sağcı’ siyasal hareketler ve elbette Türkiye’de özellikle son dört yıldır dizginsiz bir otoriterleşme eğilimiyle iktidara tutunan AKP/Erdoğan yönetimi…
Yaygın bir kabulle ‘sağ popülizm’ olarak adlandırılan bu başlıca örnekler, Hindistan ve Mısır gibi kendi coğrafyalarının etkin ülkelerindeki iktidarlar da dâhil edilirse küresel bir örüntüye dönüşüyor.
Bugün ‘sağ popülizm’ olarak anılan şey, yapısal olarak birbirinden çok farklı olan ülkelerde bile benzer şekillerde zuhur eden bir siyaset ve söylem üslubu esas olarak. Bu benzer-benzemez ülkelerde (ve toplumlarda) aynı tip demagogları ‘kitlelerin karizmatik lideri’ hâline getiren süreç(ler) ise Viyana Belediye Başkanı’nı yaratan süreçten çok farklı değil. Hızlı makineleşmenin zanaatçı orta sınıflarda yarattığı çöküş popülist milliyetçilikleri körüklemiş, Birinci Savaşta dünya pazarlarını paylaşmaya çalışan emperyalistlere, ölmeye hazır milyonlarca gönüllü asker sunmuştu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan ekonomik buhranların yol açtığı sosyo-ekonomik çöküş de dünyanın farklı noktalarında faşist rejimlerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bugünkü sağ popülist ya da bir başka adlandırmayla ‘temsilî diktatörlük’ rejimlerinin ortaya çıkışının arkasında da 80’lerden itibaren hâkim olan neoliberal iktisadi ve ideolojik hegemonyanın 2008’de zirveye çıkan ekonomik krizle kırılmaya başlaması yatıyor. Türkiye’deki ‘müesses nizam’ın, tarihin garip bir cilvesiyle, 1995’ten 2001’deki çözülmeye kadar süregiden kriz(ler) sayesinde daha erken aldığı bir darbe bu. Bugün neoliberal düzenin en başat ülkelerinde bile meşruiyeti sorgulanır hâle gelen ‘nizam’; Türkiye’de ekonomik varoluşundan ümidini kesmiş bir küçük esnafın, Başbakanlık binası önündeki merdivenlere, neredeyse Başbakan Ecevit’in ayaklarının dibine fırlattığı yazar kasa şahsında yıllar önce parçalanmıştı aslında. AKP’nin başarısı, son noktada bir kapitalist krizin ürünü olan bu tepkiyi, küresel sistemden aldığı destekle yine küresel sistemin istediği tipte bir kapitalistleşmeye yönlendirebilmesi oldu. Liberal demokrasi ve temel özgürlükler, Avrupa Birliği hedefi, serbest ticaret vs. bu dönemin dizginsiz özelleştirmelerine eşlik eden politik söylem kabuğuydu. 2007-8’den itibaren kriz küresel ölçekte sarsıntı yaratmaya başladığında ise AKP’de de bir ‘başkalaşım’ filiz vermişti. Şimdilerde, yaralı neoliberal hegemonyaya meydan okuma özgüvenine varmış bir otoriterleşmenin ilk izleri, 2007’deki ‘e-muhtıra’nın ardından gelen ‘seçim zaferi’yle birlikte görülür olmuştu. Kimi zaman “iki ayrı AKP” gibi algılanan bu başkalaşımın, aslında larvanın kurbağaya, tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi bir tür ‘organik devamlılık’ olduğu bugün daha net görülüyor. Onun farklı zamanlarda larva ya da kurbağa olarak görünebilmesini sağlayan şeyin, aslında fikri bir bütünlüğü ve sağlam bir ‘merkez’i olmayan popülist ideolojisi olduğu da… ‘Ortama ayak uyduran’, fikirlerini ve tezlerini birbirine tamamen zıt yönlerde değiştirebilen, bir yönetme stratejisinden çok iktidarı elde tutma, iktidarda kalma stratejisi olan, müttefiklerini ve düşmanlarını birdenbire ve hiçbir felsefi/etik sorgulamaya ihtiyaç duymadan değiştirebilen, meşruiyeti basit sayısal çoğunlukta arayan ve onu bulamadığında sayım (seçim) işlemini tanımayarak tekrarlatma riskini göze alan bir sağcılık siyaseti…
* * *
Aşağıda bakacağımız birkaç örnek, zaten kuruluşundan beri popülist bir siyasal hatta olan AKP ve liderinin, bu siyasî tarz ve üslubu, 16 Nisan referandumu sürecinde de –üstelik tüm makyajlarından arınmış olarak hoyratça kullandığını gösteriyor.
Popülizmin belirleyici özelliklerden biri, toplumu, 'millet/halk' ile yönetimi elinde bulunduran 'yozlaşmış elitler' şeklinde bir karşıtlık üzerinde kurgulaması: Kamuya ait gücün gerçek sahibi olarak gösterilen halk, devlete el koymuş bu azınlığa karşı partisi/lideri ile ‘iradesini’ ortaya koymakta ve kendisine ait olanı geri almaktadır…
Tüm referandum kampanyası boyunca, önerilen anayasa değişikliğinin kapsamını tartışmak yerine, milletin/halkın dışında tarif edilen bir ‘engelleyici düşman’a karşı milletin iradesinin tesis edileceğinin söylendiği hatırlardadır. Bu ‘milletin iradesini engelleyici düşman’, tüm ‘uzlaşmacı’ tutumuna rağmen CHP olarak tarif edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 8 Nisan’daki İstanbul mitinginde söylediği şu sözler bu popülist söyleme tipik bir örnektir:
“Bir gün FETÖ'nün borazanlığını yapan, ertesi gün PKK seviciliğine soyunan, bir sonraki gün başka bir terör örgütünün avukatlığını üstlenen parti, Cumhuriyet’in partisi olamaz. Cumhuriyet’in sahibi cumhurdur, millettir. Bunların her şeyden önce millete ve millî iradeye saygısı yok. Ne yaparlarsa yapsınlar biz bunların hepsini aştık, aşıyoruz ve aşacağız. Biz, 'söz de karar da milletindir' diye yolumuza devam ediyoruz, devam edeceğiz.”
Sağ popülizmin bir başka temel argümanı, ‘azınlığın kurulu düzeni’ olarak resmettiği kamu otoritesini itibarsızlaştırarak, bunu, lider/parti/hükümet şahsında temsil edilen bir ‘millet iradesi’ ile ikame etmesidir. ‘Başkan ve adamları’ burada kamunun yerini almakta, ‘eski yozlaşmış düzenin’ yerine ‘millî iradeyi temsilen’ yeni bir düzen kurmaktadır. Referandum mitinglerinde, SSK hastaneleri hakkında 20 yıl önce yapılmış bir TV programının video görüntüleri eşliğinde yapılan; “Bunlar sigortanın müdürüyken hâlimiz neydi öyle” temalı şovlar tam da bu kapsamdaydı. 17 Mart’ta Eskişehir’de şöyle söylüyordu Erdoğan:
“Çıkmış ana muhalefetin başındaki zat, ‘huzur yok, mutluluk yok’ diyor. Yazıklar olsun, eline gözüne dursun. Sen SSK'nın başındayken hastanelerin hâlini benim kardeşlerim bilir. İlacımızı alamıyorduk. Kimdi o zaman müdür, sendin. Ey Kılıçdaroğlu, senin dikili bir ağacın yok.”
Son örnek, popülist siyasetin toplumsal barış için risk oluşturmaya başladığı noktayla ilgili… (Genellikle sandıktan çıkan) sayısal çokluğun milletin iradesi olarak görülmesi, seçimini başka yönde yapanların ise dışlanması, popülist siyaset için sadece bir argüman değil, fizikî karşılığı olan bir ‘yol haritası’ aynı zamanda. İktidar odaklarınca bir tür ‘fetva makamı’ gibi görülen Hayrettin Karaman’ın referanduma kısa bir süre kala, 26 Mart’ta, Yeni Şafak gazetesi tarafından yayımlanan yazısındaki sözleri bu açıdan çarpıcıydı. Şöyle diyordu Karaman:
“Müslümanlar Yahudilere, Hristiyanlara ve diğer din mensuplarına aralarında, kendi toplumlarında yaşama hakkı tanıdıklarına, onlarla ‘iyilik ve adalet çerçevesinde’ ilişkiler kurduklarına göre kendi insanlarından olup zaman içinde değerlerine, öz medeniyet ve kültürüne yabancılaşmış parçalarına bunu tanımayacaklar mı?”
Karaman’ın hemen ardından kendi sorusuna “Elbette tanıyacaklardır” diye yanıt vermesi, sorunu ortadan kaldırmamakta, tersine derinleştirmektedir. Nitekim ‘fetva makamı’, yaşama hakkını ‘lütfedilen’ bir şeye, bir ‘tercih’e dönüştürmektedir. Yazarın bir sonraki cümlede “Hayır cephesinde yer alan insanların büyük çoğunluğu” ve “yabancılaşmış parçamız” diye tarif ettiği insanlar için ‘şimdi’ tanınan ‘yaşam hakkı’ bir başka durumda ‘tercihen’ tanınmayabilecektir o hâlde! Burada, toplumun yarısına ‘yaşam hakkı’ lütfedilmektedir. Kim tarafından? Sayıca bir miktar daha fazla olduğu varsayılan diğer yarısı tarafından. Silahı çekmiş ama –şimdilik– patlatmamıştır!
Erdoğan da referandumdan bir gün önce İstanbul Tuzla’daki konuşmasında şöyle diyecektir:
"Bazıları şöyle diyor, 'evet' diyen de 'hayır' diyen de, kardeşim 'Hayır' diyeni anlayışla karşılarım ama evetle hayırı aynı kefeye koyamam, aynı kefede, aynı torbada nasıl durur, olur mu böyle bir şey? Anlayışla karşılarız o ayrı mesele. Niye? Demokrasi bu.”
Viyana Belediye Başkanı Kreuger’ün sözlerini hatırlıyor musunuz?
“Kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm!”