Stefan Jonsson: Bugün çoğunlukla güçlü faşist yönelimleri olan sağ kanat popülizmi görüyoruz. Umuyorum ve öyle düşünüyorum ki bu sağ kanat popülizm sonuçta kendini yok etmeye başlayacak...
03 Mayıs 2017 03:37
Linköping’deki REMESO’da (Araştırma, Göçmenlik, Etnik İlişkiler ve Toplum Enstitüsü) Etnisite Profesörü Stefan Jonsson kitlelerin birçok unsuruyla ve görünüşüyle olduğu kadar, farklı hükümet şekilleriyle ve bu biçimlerin dayandığı fikirlerle ilgili çalışıyor. 2008 yılında yayımlanan A Brief History of Masses: Three Revolutions kitabında Jonsson, popüler isyanın provokatif bir hikâyesini anlatmak için üç çok bilinen eseri kullanır: Jacques-Louis David’in 1791 tarihli Tenis Kortu Yemini, James Ensor’un 1791 tarihli İsa’nın Brüksel’e Girişi ve Alfredo Jaar’ın Onu Çok Sevdiler, Devrim’ini. Jonsson bu açıdan salt bir siyaset bilimci değil, sanatın toplumsal ve tarihsel ayna fonksiyonunu çalışmalarına yedirmiş edebî bir yazardır. Ardından gelen Crowds and Democracy: The Idea and the Image of the Masses from Revolution to Fascism’de “gölge aktör” kitlelerin önemine dair Almanya ve Avusturya’daki iki dünya savaşı arası dönemi odağına alarak derin bir analiz yapmaya devam eder.
Stefan Jonsson’ı 2013’te düzenlediğimiz Kitleleri Yeniden Düşünmek: Hukuk, Şiddet ve Demokrasi konferansından tanıyorum. Konferansta kendisini ilk kez dinlediğimde, kitleler üzerine geliştirdiği özgün ve farklı bir bakış açısına tanık olmuştum. Kitlesel hareketlerin literatürdeki büyük kısmı bu hareketlerin fonksiyonuna dair iken, Jonsson’ın sunumu –kelimenin tam anlamıyla– çok yakından bakıldığında kitlenin ne olduğunu –ya da olmadığını– göstermeye yönelikti. Bu söyleşide ise kitleler ile doğrudan bağlı, kitlelerin tamlayanı ve belirleyicisi bir başka konuyu konuşmak için bir araya geldik: Popülizm, çeşitleri, bugünün politikalarına yaptığı katkı ve kitlesel hareketleri nasıl şekillendirdiği.
Söyleşiden önce bir noktayı aydınlığa kavuşturmak istiyorum. Bu söyleşide bahsettiğimiz İnsanlar’ın kim olduğu ile ilgili. İnsanlar, çok genel anlamıyla başıboş dolaşan Multitudo’nun (çokluk) karşısına vatandaş olan ve bir devletle birlikte tanımlanan İnsanlar’ı (the People) yerleştiren Hobbes’un dikotomisine atıf yapar. Demos’a dair daha Spinozacı bir yaklaşıma eğilimli olduğumdan böyle bir ikili ayrıma karşı çıkmak istesem de, bu söyleşi bağlamında böylesi bir ikili ayrımın sonuç olarak çok kullanışlı olacağını düşünüyorum, özellikle karşımızda “kitle” olarak duran topluluğun tam olarak bu ikili ayrımın tanımına uygun düşmesi açısından: Bir devlet ile birlikte tanımlanabilen, vatandaş olan İnsanlar.
Popülizmin öznesi kimdir? Popülizmden bahsettiğimizde, A Brief History of Masses: Three Revolutions kitabınızda bahsettiğiniz, Quételet’nin Ortalama İnsan’ına rastlıyoruz. Elimizde ayrıca Marcuse’ün tek boyutlu insanı, Freud’un bir lideri takip eden kitle-insanı ve bunların karşılığında da Hardt ve Negri’nin proletarya Multitudo’sundaki aydınlanmış bilinçli kişi var.
Farkına varmış olduğun gibi benim kitaplarım doğrudan popülizm konusuna değinmiyorlar. Fakat her iki kitap da bu konuyla ilgili ve bir sonraki kitabımda popülizm konusunu da ele alacağım.
Popülizmin konusunun Quételet’nin Ortalama insanı olduğunu söyleyemem, aynı şekilde bir şekilde yaklaşsa da Marcuse’ün tek-boyutlu kitle insanı ya da proletaryanın bireyleri de değil. Popülizmin öznesinin her zaman elitin bir kısmı olduğunu söyleyebilirim. Popülizmin öznesi, itici gücü, popülizmin aktörü bugün, elitin bir başka kısmına karşı kitle dediğimiz insanların bir kesimini harekete geçirmek amacıyla kitlesel medya aracılığıyla mücadele eden elitin belirli bir kesimidir, fakat “kitlelere” referans vermez.
Kitlelerin aktör olmadığını söyleyebilir miyiz?
Aktörler. Fakat bu aktörlük kendisini popülizmde göstermez. Popülizm, yukarıdan üretilir. Söylediğim gibi bu aktörlük, Quételet’nin ortalama insanı değil, çünkü bu ortalama insan daha çok bir istatistiki ortalamadan ibaretti. Marcuse’ün tek boyutlu insanına gelince, bu bize modern toplumun ve kitlesel medyanın ürettiği bir kişinin imgesini sunmaktadır, ve bu açıdan, bugün popülizm ile ilgili tartıştığımız yukarıdan gelen manipülasyonun öznesi, bir kişilik tipinin tanımıdır ve Marcuse’ün niyeti de bu tanımı yapmaktı.
Popülizm, en başta elitlerin “dürüst ve bozulmamış kişinin” sömürüsüne karşı bir hareket iken, bugün politikacıların, oy toplamak ve güç kazanmak için “dürüst ve bozulmamış kişiyi” sömürmek amacıyla kullandıkları retorik anlamına gelen kötücül bir anlam taşıyor. Yani, tanım sömürü karşıtı bir içerik ihtiva ederken, şu anda sömürüye yönelik çabaları meşrulaştıran bir hareketi anlatıyor. Bu dönüşüm nasıl oldu?
Farklı tarihsel bağlamlarda farklı şekillerde gerçekleşmişse de, bunun daha çok yerleşik politik elitin bir çeşit politik ihanetiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, yürüttükleri neoliberal ekonomik gündem bugün, tabii eğer böyle bir potansiyel hiç var olduysa, tüm demokratik potansiyelini tüketmiştir. Bu demokratik potansiyelin yerini bugün otoriter liderliğin farklı formları almıştır. Politik yönetimin bu formlarının da genel olarak dayanağı insanlar değildir. Yine de, özellikle üretilmiş hikâyelerin hakiki hikâyelere göre çok daha fazla prim yaptığı yeni medya potansiyeli sayesinde, güçlü bir harekete geçirme potansiyelleri vardır. Yani, bu dönüşümün aslında, birçok ülkede politik ve ekonomik elitlerin farklı fraksiyonları arasında gücün dönüşümü ve el değiştirmesi olduğunu söyleyebilirim. Bunun popüler irade ya da insanlar açısından derin bir dönüşüm olduğunu düşünmüyorum. Özünde ve kendi başına yeni bir politik özne yaratmayan yeni bir siyasi modele tanıklık ediyoruz. Bu açıdan tanımladığın dönüşüm popüler demokrasiden popülizme bir dönüşüme tekabül ediyor.
Étienne Balibar’ın Crowds and Democracy adlı kitabınız hakkındaki yorumlarında söylediği gibi, insanlığın politik bir özne olamamasından ortaya çıkan sıkıntısı, şiddetli politik hareketlerin yanında, demokrasinin istikrarsızlığının nedenlerinden biri sayılabilir mi?
Balibar’ın yorumunun bu noktada yerinde olduğunu düşünüyorum. Yine de ben demokrasinin istikrarsızlığının ana nedenini “kişinin [politik özne olamamasından ortaya çıkan] sıkıntısı” olarak tanımlamazdım, ama bize görünen şekliyle bu tanım doğru. Demokrasi, istikrarsızlığın rejimidir. Bu, neredeyse tüm siyaset bilimcilerin anlaştığı bir nokta. Tam da bu nedenle halk egemenliğinin, insanların gücünün, kendisini sağlamlaştırmak, işlenebilir hâle getirip cisimleştirmek açısından bir çeşit temsile ihtiyacı var. Kişiye –rasyonel kişiye– olan inanç demokraside istikrarı sağlamanın bir yoludur. Fakat insanlar politik olarak her zaman rasyonel bireyler olarak hareket ederler mi? Politik öznelerin sadece kişilerden oluşmadığını, bu kişilerin aynı zamanda kolektiflerin de birer parçası olduğunu biliyoruz. Rasyonel bireyler olarak hareket ettiklerinde demokrasi, partiler ve diğer oluşumlarla örgütlenebilen tahmin edilebilir bir sistem hâline geliyor. Fakat politik özne artık bu modele uymadığında ve farklı nedenlerle farklı şekillerde davranmaya başladığında, demokrasinin istikrarsız doğası ortaya çıkıyor. Bu, bugün tanık olduğumuz şeyin ta kendisidir: İnsanlar politik hareketlerini ve oylarını artık kendi rasyonel birikimlerine göre düzenlemiyorlar, ve hatta bazen kendi çıkarlarına karşı oy veriyorlar.
Kitleleri Yeniden Düşünmek kitabındaki makalenizde, kitlelerin her zaman manipülasyona açık ve ne yaparsa yapsın, hükümetin amaçlarına yönelik kullanabileceği bir araç olarak kalma tehlikesi içinde olduğunu söylemiştiniz. Yani, medya ve popülist politik özneler kitlenin iradesini sürekli manipüle mi ediyorlar?
Tabii ki, aynen öyle oluyor. Ve insanların iradesinin özgürlüğüne her zaman birileri müdahale ediyor. İnsanların iradesini her zaman biriler manipüle ediyor ve insanların adına yönetiyor. Ve bazen insanlar bunu kabul ediyor ve meşru görüyor, bazen de kabul etmiyorlar. Popülizm de, bu durumlardan sadece biri. Bana göre “kitleler” kendi içinde hiçbir zaman var olamazlar, her zaman yaratılmışlardır ve insanları temsil iddiasındaki formlar, kurumlar ve liderler tarafından siyasal yapıdan oyularak çıkarılmışlardır.
Popülizmi farklı hükümet biçimleri açısından kullanıldığı biçimleriyle biraz anlatabilir misiniz?
Faşizm her zaman, faşist topluluk tarafından gösterilen bir dışlamacılık kavramı üzerine kuruludur: Faşist topluluk kapalı, ırki ve jeopolitik düşman imgeleri üreten bir topluluktur ve popülizmi de seçilmiş belirli düşmanlara karşı oluşturulan korku üzerine kurulmuştur. Öyle bir hiyerarşi içinde kurulmuştur ki, lider her zaman insanlar adına konuştuğunu, insanların sesini taşıdığını ve insanlar adına konuşanın bir tek kendisi olduğunu iddia edecektir.
Komünizm çok daha yatay bir fenomendir. Komünizmdeki popüler element, insan potansiyelinin ve gücünün genelleştirilmesiyle ilgilidir ve temsilin hiyerarşik ve dikey formlarının sürekli bir eleştirisidir. Bu nedenle, eleştirdiği liberalizm ve kapitalizm bağlantılı özel ekonomik ve politik sistem dışında, otomatik olarak özel düşmanlıklar ya da düşman imgeleri üretmeyecektir. O zaman, komünizmde yürütülen popülizm her zaman sistemik olacaktır. Eşiğini her zaman sömürü ve ekonomik eşitsizliklere karşı konumlandıracaktır. O nedenle belki de, sol görüşlü popülizm yatay bir adalete yönelik talep iken, faşist sağ kanat popülizmin her zaman rakipler, düşmanlar, yabancılar ve zenolar yaratacağı konusunda genelleme yapabiliriz.
Radikal demokrasi bana göre, popüler aktörün öz-temsiline olanak sağlayan ve bu nedenle komünist düşünceyle daha yakın bağları olan bir demokrasi örgütlenmesidir.
Tabii ki bunların basitleştirme olduğunu söylemek gerek. Komünizmin de proletaryanın ya da insanların öncü bir parti ya da elit tarafından temsil edilmesini öngören kavramları var, fakat bu, güncel bir sorun değil Leninist komünizmin tarihine bağlı tarihsel bir meseledir.
Nasıl oluyor da sağ kanat popülizm, radikal demokrasi olduğu iddiasındaki ülkelerde de kullanılabiliyor? Türkiye’den bahsetmiyorum—Türkiye’de demokrasi artık açıkça yok, fakat Avrupa’da demokrasi iddiasındaki ülkelerin retorikte ve düşman üretme pratiğinde bu sağ kanat popülizmi yeniden ürettiklerine tanık oluyoruz.
Avrupa’da radikal bir demokrasi yok. Çoğunlukla partilerden oluşan parlamenter bir sistemimiz var ve bu partilerin çok büyük bir kısmı demokrasinin çok sığ bir tanımı üzerinde anlaşmış durumdalar. Bugünün Avrupa’sındaki en önemli siyasi meseleler, birçok partinin tartışmak isteyebileceği alanın bile çok ötesinde. Yani, birçok parti piyasa mekanizmaları ve piyasa güçleri hakkında bir fikre sahip ve bu fikir bir politik tartışmanın konusu bile olamaz. Konu ekonomik güce ve ekonomik adalete geldiğinde, bugünün Avrupa demokrasilerinde bununla ilgili konuşmak bile mümkün değil. Bu durum, hem sağ kanat hem de sol kanat popülizminin kullandığı bir şey, çünkü diğer partilerin temas etmediği daha derin politik meseleleri tartışmak istediklerini söylüyorlar. Sağ kanat için bu konu göçtür. Sol kanat için ise, ekonomik güçtür.
A Brief History of the Masses: Three Revolutions kitabınızda “egemenlik insanlara devredildiği anda, insanlar özünü kaybeder” diyorsunuz. Bu, özünü ne olursa olsun kaybedeceğini bile bile egemenliği insanlara vermek karşısında, politik popülist yaklaşımları meşrulaştıran bir bakış açısı değil mi? O zaman belki de en iyi çözüm anarşidir! Tabii ki abartıyorum, fakat bunun da tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Bu iyi bir nokta. Kitabımda bu konuyu tarihsel ve teorik olarak tartışıyorum. Eğer gerçekleşmiş bir demokrasi kurguluyorsak, bu gerçekleşme ister istemez “insanların” özünü kaybetmesine yol açacaktır. Bu, gücün artık herhangi bir temsil şekline değil kanlı canlı kadınların ve erkeklerin eline geçmiş olmasına bağlıdır. Bu yaşayan insan gerçeği temsil edilemez, “insanlar” olarak bile. Politik temsil şekle, forma, kurumlara ve örgütlenmelere ihtiyaç duyar, ve bu formlar yaşayan kadınların ve erkeklerin “insanlar” olarak şekillenme aracıdır. Fakat sonunda güç gerçekten ve hakikaten bu insanlara devredildiğinde bu tip formlar ortadan kalkar ve insanların özü buharlaşır. “İnsanlar” tekil bir egemenden çoğul bir olasılığa ve aktöre dönüşecektir. Bu duruma anarşi diyebiliriz. Ben buna, sıfır-derece toplum demeyi uygun buluyorum. Bu, politik bir meydana gelme durumudur: Politikanın kurumsal öncesi bir seviyesi ya da devlet politikasının temelleri. Bunun, politik sınır-belirlemenin tamamlanmadığı ya da yıkım sürecinde olduğu, toplumun kurucu ânı olduğunu hatırlamalıyız. Ayaklanmalarda, devrimlerde ve isyanlarda, toplumlar politik dönüşümler geçirirken olan aslında budur. Bu anlarda, bu politik meydana gelme tekrar kendini gösterir. Bu an aynı zamanda insanların –her zaman yanlış olan– özünün hem yıkıldığı hem de tekrar kurulduğu andır. Bu, genel olarak, insanlar kategorisinin açmazıdır. Biri çıkıp “insanlar adına konuşuyorum,” dediği anda, bu kişiyi haklı nedenlerle hain ilan edebilirim. İnsanlar bu açıdan karşımıza belirdiği ve bu açıdan insanların özünden bahsedebildiğimizi düşündüğümüz anda, hata yaptığımızdan emin olmalıyız. Bu öz ve bu temsil, insanları oluşturan kimliğe katılmayan bir kısım diğer insanı her zaman dışlayacaktır. Bu demokratik paradoksun ta kendisidir. Bu paradoksu kabul etmemiz gerekiyor çünkü bu, hiçbir temsil sisteminin ve hiçbir politik liderin insanların tamamı adına konuştuğunu iddia edemeyeceği anlamına geliyor.
İnsanları manipüle eden bu sağ kanat popülizmi ile mücadele etmenin yolu, sadece “akım” dediğiniz süreçte yeniden yaratılabilen insanları tekrar yaratmaktan mı geçiyor?
Bu, sağ kanat popülizmi ile savaşmanın en iyi yolunun bir karşı- popülizm ve karşı- hareket üretmek olduğunu düşündüğünüz sürece doğru. Medyanın bugünkü rolüne ve doğru olmayan, sahte ifadeleri dolaşıma sokarak hareketler yaratabildiğimiz bir durumda olduğumuz gerçeğine baktığımızda, halk hareketlerinin toplum hakkında doğru ya da yanlış kavramlar etrafında şekillenebilir. Aynı zamanda bu, kamusal alan kavramının ve kamusal alanın yorumcuları ve eleştirmenleri olarak entelektüellerin rolünün böylesine acilleşmesinin nedenidir.
Retoriğin, bugünün sağ kanat popülist hükümetlerine bir özel yanlış yönlendirme ve manipülasyon aracı hâline geldiğini söyleyebilir miyiz?
Retorik her zaman bu şekilde kullanılan bir araçtı ve her zaman aynı şekilde doğruyu söylemek ve rehberlik etmek için de kullanıldı. Retorikten kurtulamazsınız; politikanın doğal ve organik bir parçasıdır; sadece politikanın değil diğer tüm insan faaliyetinin ve söz içeren her alanın bir parçasıdır. Bugünün hükümetlerini niteleyen şey, retoriğin izleyicileri ve dinleyicileri yanlış yönlendirmek ve yanlış bilgilendirmek, onlardan gerçeği ve ekonomik olguları saklamak amacıyla kullanılmasıdır. Bu, politik sistemimizin çöküşüdür.
Bu açıdan bugün çökmemiş herhangi bir sistem olduğunu söyleyebilir miyiz?
Politikacılara, sorunlara hakikatli bir şekilde yaklaşma olanağı veren tarihsel durumlar var. Ayrıca politik liderlerin bazı konularda doğruyu konuşamadığı durumlar da mevcut. Bugün birçok nedenle –İsviçre’de, Avrupa’da ve Türkiye’de– oy verenlerin desteğini almanın ekonomik ve toplumsal sorunlara derinlemesiyle hitap etmeklle ilgisinin kalmadığı bir siyasî kültürdeyiz. Örneğin, Avrupa’da göçmen meselesiyle ilgili kimse gerçek sorunlar hakkında konuşmuyor. Tartışmalar tamamen belirtiler etrafında ilerliyor. Birçok politikacı entelektüel olarak, göçmen sorununun çözümünün, göçmen yaratan çatışmaların ve Avrupa’nın bu kadar göçmen çekmesinin nedeni olan global eşitsizlikle bağlantılı olduğunu anlıyor. Yine de kimse bu konuları, göçmen krizi denen sorunla bağlantılı olarak konuşmuyor. Onun yerine tartışmalar, Avrupa’nın ne kadar çok ya da az göçmen barındırabileceği üzerine yürüyor. Politikacılar bu sorunu kendi sınırları ve AB sınırları içinde çözebilecekmiş gibi davranıyorlar. Ve sonuçta, tüm bu diskur tamamen akıl dışı ve anlamsız bir hâl alıyor.
Ben de tam size bunu soracaktım. Bu durumda politik elit, popülizmi kendi aleyhine kullanıyor gibi görünüyor. Onlar da kendi çıkarlarına karşı hareket ediyorlar.
Kesinlikle. Avrupa’nın göçü yaratan dengesizlikler ve adaletsizlikler yaratmasındaki karmaşıklığına rağmen araştırmacılar, politikaları belirleyenler ve kurumlar, göçün global doğasına dikkat çekmeye çalışıyor. Fakat yine de hiçbir politikacı bunu politik arenada dile getiremiyor. Bunun değişeceğine inanıyorum, fakat bu değişimden önce şiddetli bir barbarlık ya da şiddet ya da toplu katliama tanık olacağız.
Bunu sadece Avrupa’da mı öngörüyorsunuz, başka bölgelerde de mi?
Avrupa’da, Avrupalı olmayanlara karşı gaddarlık ve insanlıktan çıkarma pratikleri, bu insanların toplama kamplarına yerleştirildiği ve hapsedildiği bir seviyeye geldi ve çok da kamusal bir itiraz bulunmuyor. Bu ülkelerdeki otoritelerden birinin sağ kanat militanların ya da vigilante gruplarının bu kamplara girerek istediklerini yapmasını görmezlikten gelmesi, yani izin vermesi an meselesi. O zaman çok kötü şeyler olacak. Ve bunun yakın zamanda vuku bulacağına inanıyorum. Hiçbir hükümet bunun sorumluluğunu almayacak fakat gerçekleşmesine izin verecekler. Sorumlu otoriteler sorumluluğu reddedecekler ve failleri lanetleyerek gösteriş için yargılamalar yapacaklar. Fakat bunun olmasına izin verecek olanlar da kendileri.
Yani, popülizm etrafına birçok zarar verdikten sonra ancak yıkılmaya ve kendini yok etmeye başlayacak?
Bugün çoğunlukla güçlü faşist yönelimleri olan sağ kanat popülizmi görüyoruz. Umuyorum ve öyle düşünüyorum ki bu sağ kanat popülizm sonuçta kendini yok etmeye başlayacak. Eğer bunu yapmazsa, kendisini ancak barbar ve şiddet yanlısı, kendisine “ait olmayanın” sürüldüğü, hırpalandığı ya da öldürüldüğü toplumlarda var edebileceği için, toplumları yok etmeye başlayacak.
Bu yükselen sağ kanat popülizmine karşı insanların kendisini tekrar kuracağını düşünüyor musunuz, ya da bunu yapabilmek için güçlü liderlere mi ihtiyacımız var?
Her ikisine de ihtiyacımız var. Herkesin ortaya çıkması ve lider olması gerekiyor. İnsanlar ve liderler arasında bu açıdan bir farklılık yok. Politik bir özne olmak ve aşırı sağcılığı durdurup demokrasiyi yaşatmak için yapılabilecekleri yapmak her bir vatandaşın elinde. Bu, demokrasinin özüdür. Birinin bizim adımıza konuştuğu bir yerde ancak kısıtlı bir süre boyunca hep birlikte insanlar olarak hareket edebiliriz. Demokrasi de bu süreçle ilgilidir: Aşağıdan gelen hareketler mevcut politik temsil şekillerine, liderliklere ve politika yürütme biçimlerine itiraz etmek ve bunları yıkmak için harekete geçer.
Kitlelerin aktif ya da pasif olduğu durumları genelleştirebilir miyiz?
Politik “kitleleri” harekete geçiren, politik liderliğin, çıkarlarını düzgün temsil edememesine yönelik genel algıdır. Özellikle baskı altında hissettiklerinde harekete geçerler. Tam tersi kitleleri pasif kılan, çıkarlarının korunduğunu ve iyi bir şekilde temsil edildiğini hissetmeleridir.
Bu, insanların hissettikleriyle mi alakalı? Objektif şartlarla ilgili değil mi?
Objektif ya da sübjektif olabilir –burada bahsettiğimiz şey olan politik arzuların politik bir nesnellik yaratmada özgün bir yöntemi vardır. Fakat eğer, şiddet ve kontrol ile yöneten başarılı bir baskıcı faşizmden bahsediyorsak, politik hareket ister istemez pasifleşecektir. Ki bu da, faşist yönetimlerin altında demokrasiye ya da popüler aktöre yer olmadığını gösteren bir başka unsur.
Genel olarak, bu sağ kanat popülist hükümetler ile faşizme topyekûn bir dönüş yaşanabilir mi? Sağ kanat popülizmi faşizmi önceler mi? Sağ kanat popülizmine ve şiddet içeren pratiklerine karşı bir popüler hareketin ortaya çıkacağını ve bu hareketin faşizmi engelleyebileceğini düşünüyor musunuz?
Benim ümidim bu yönde ve demokrasiye inanan herkesin böyle düşünmesi gerekiyor. Tarih şiddet dolu, fakat eğer demokrasiye inanıyorsanız iki şeye daha inanmanız icap ediyor: Birincisi insanların çatışmaları ve düşmanlıkları barış içinde çözmeyi becerebilecek bir politik sistemi kendi başlarına örgütleyecekleri; ikincisi de insanların meşruiyeti olmayan, hukuka aykırı politik liderlere isyan ederek bunları yıkması. Tarih insanların kendilerini demokratik şekillerde tekrar yarattığını ve örgütlediğini gösterdi. Bugün demokrat olmanın anlamı budur. Yine de, bu inanç, sürecin tamamen barış içinde olacağı ya da faşizmin gelmeyeceği anlamında okunamaz. Faşizm çok büyük bir ihtimalle tekrar ortaya çıkacak, özellikle Türkiye’de, ABD’de ya da Asya’nın farklı bölgelerinde otoriter hükümet yapılanmalarının giderek sıklaştığını düşünürsek. Bu, azınlıklar ve göçmenler başta olmak üzere insanlığın bir kısmına ölümcül bir tehdit oluşturacak. Bu, demokrasinin asıl sınavıdır. Azınlıklar ve göçmenler bu “insanların” arasında sayılacak mı? Yabancı, bir vatandaş olabilir mi ya da hâline gelebilir mi? Bu, bugünün demokrasisinin bölünme noktasıdır.