Tatmin ve teskin etmeksizin

Han Kang’ın İngilizceye çevrilen iki kitabı The Vegetarian ve Human Acts insan tabiatının bir portresini sunuyor. Dürüstlüğü ölçüsünde ürkütücü bir portre...

02 Haziran 2016 14:00

Cesetlerle başlıyor “insan eylemleri.”

Kokuya daha fazla dayanamadığın için doğruluyorsun yerinden. Gözlerini loş mekânın içinde gezdirirken her cesedin yanındaki muma bakıyorsun tek tek, susturulmuş gözlerin gözbebeklerine bakıyorsun.

Sonra birden merak ediyorsun: Vücut öldüğünde ruha ne olur? Eski yuvasının yanı başında ne kadar oyalanır bir ruh?

Değiştirilmesi gereken başka bir mum olmadığından emin olmak için odaya baştan sona göz gezdiriyor ve kapıya doğru yürüyorsun.

Yaşayan bir insan, ölmüş bir insana bakarken, ölenin ruhu da o vücudun başında eğilmiş, kendi yüzüne bakmıyor mudur?

Dışarıya adımını atmadan önce bir an dönüyor ve omzunun üzerinden arkana bakıyorsun. Burada ruhlar yok. Sadece susturulmuş cesetler var; bir de o korkunç çürüme kokusu.i

***


Üç dört ay önceydi, Frankfurt Havaalanı’ndaki bir kitapçıdaydım. Kasadaki genç kadın aldığım kitapların fiyatını toplarken sıra Human Acts romanına gelince durdu, “Emin misiniz” dedi. Sustum. Açıklama ihtiyacı hissetti: “Bu çok sert bir roman, okuduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemiyorsunuz hayatınıza.” Romanın konusunu biliyor ve “sert” olabileceğini seziyordum. “The Vegetarian’ıii okudum” dedim sadece. “O zaman tamam” dedi kadın, “huzur vermeyen kitapları seviyorsunuz.”

Gerek Man Booker International ödülünü alan The Vegetarian’ı, gerekse Han Kang’ın İngilizceye çevrilen ikinci kitabı olan ve English Pen Ödülü’nü alan Human Acts’i okuduktan sonra, her iki roman üzerine Batı’da yazılan eleştirilere de göz attım ama Frankfurt’taki kitapçı kadının hükmü kadar iyi bir özete rastlamadım: Huzur vermiyor bu romanlar, okuduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemiyorsunuz hayatınıza. Han Kang, karakterleriyle birlikte okurunu da geri dönüşsüz bir yere taşıyor.

The Vegetarian’da kocasının deyişiyle “her açıdan sıradan bir kadın” olan Yeong-hye, gördüğü bir rüya üzerine artık asla et yememeye karar verince kendisinin ve yakın çevresinin bütün hayatı değişiyor, sorgusuz sualsiz devam eden bir düzen altüst oluyor. Ablası In-hye romanın sonlarında, kocası ile kızkardeşinin deligömlekleri giydirilerek evden götürülmesini bizzat sağladığı o meş’ûm ikindiyi hatırlarken, Ve her şey böyle bitmişti, diyor kendi kendine, hayatlarının bir daha asla eski hâline dönemeyeceği noktayı işaret eden o ikindi vakti.iii Ya da zulmü çok daha geniş bir ölçekte anlatan Human Acts’den cümlelerle söyleyeyim: İşkenceden önceki dünyaya geri dönmenin bir yolu yok. Katliamdan önceki dünyaya geri giden bir yol yok.

Muktedirin zorbalığı; düzenin tahakkümünü kalıcı kılan normların ezdiği birey; o normlardan ayrılmayı deneyenlere toplumun reva gördüğü zulüm; insanın kadir olduğu muazzam şiddet, sınırsız kötülük. İki romanda da bunu, bunları anlatıyor Han Kang. Bir bakıma fena hâlde tanıdık bir anlatı. Ama bunu, bunları her gün yeniden tecrübe ettiğimiz bir yer ve zamanda yaşıyor olmak, karşısında etkisiz kaldığımız haksızlıkların bilgisi ve bu bilginin hiç eksilmeyen ağırlığı Han’ın çizdiği insaniyet portresi ile derinden sarsılmamı engellemedi benim.

İnsaniyet portresi, evet. Han Kang’a değil, çevirmen Deborah Smith’e ait olan Human Actsiv isminden ilhamla buna “insan eylemleri”nin bir portresi, insanın yaptıklarının, yapabildiklerinin, bir bütün olarak en sansürsüz hâliyle insan tabiatının portresi de diyebilirim. İnsanı kendi türünün vahşetiyle yüzleştiren, dürüstlüğü ölçüsünde ürkütücü bir portre.

Han Kang’ın bir söylerken iki susan iktisatlı anlatımı da yüzleşmenin etkisini artırıyor bence. Biri bütün bir şehrin, diğeri tek bir insanın başkaldırısından yola çıkıyor bu romanların. Biri yaşanmış, diğeri hayal edilmiş bir zulmü anlatıyor. Han’ın dili genelde hep soğukkanlı, özellikle The Vegetarian’da metinle arasında bilinçli bir mesafe bırakarak yazıyor. Kenar süslemeleri ve melodramatik jestler onun işi değil, birer empati nesnesine indirgemeksizin istikrarlı bir sükûnetle anlatıyor karakterlerini, okuru teskin etmeyen yüksek gerilimli bir sükûnet bu, sonuçta, ağır bir tokatın tende bıraktığına benzer bir sızı kalıyor kitaplardan geriye– öfke, çaresizlik, mahcubiyet kalıyor; duygusal tatmin için romanlara sığınanlar, edebiyatla avunmak isteyenler sevmeyebilir bu üslûbu.

***


Han Kang 1970’de Gwangju’da doğmuş. Bizim “Demokrasi Ayaklanması” olarak da bildiğimiz Gwangju İsyanı olduğunda dokuz yaşındaymış ve o yıl ailesiyle birlikte ayrılmış şehirden, Seul’a yerleşmiş.

Human Acts, Han Kang, Tr: Deborah Smith, Portobello BooksHuman Acts Gwangju İsyanı’nın, daha doğrusu isyanın korkunç bir şiddetle bastırılmasının yani Gwangju Katliamı’nın Güney Kore toplumunda açtığı yaranın kuşaklara yayılan hikâyesi. Resmî rakamlara göre iki yüz, Batı basınına göre ise iki bine yakın insanın –hâlâ kesin olarak bilinmeyen gerçek sayı bu ikisinin ortasında muhtemelen, bazı bağımsız Kore kaynaklarına göre de 606– devlet güçlerince dövülerek, yakılarak, kurşunlanarak öldürüldüğü, tanınmaz hâle gelen cesetlerinin usûlüne uygun olarak gömülemediği muazzam boyutta bir yargısız infazdan, Antigone’yi hatırlatan bir modern trajediden söz ediyoruz. Ama isyanın nasıl başlayıp nasıl geliştiği, kimleri kimlerle karşı karşıya getirdiği konusunda hiçbir şey bilmeden de okuyabilirsiniz romanı, hatta mümkünse öyle okumanızı, ayrıntılar için internette tarama yapmayı benim gibi sonraya bırakmanızı öneririm. Romanı İngilizceden okuyacak olanlar da, çevirmen Deborah Smith’in kitabın başındaki kısa sunuşunu sona saklayabilirler pekâlâ.

Han Kang 1980’de, isyan günlerinde başlatıyor romanı ve sonra bizi sırasıyla beş, on, yirmi ve nihayet otuz küsur yıl sonrasına taşıyan bölümlerde isyanın ve katliamın hafızasını, o hafızanın farklı insanların hayatını –ve aslında bütün bir toplumu– nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Ama akışı lineer, tonu didaktik bir anlatı gelmesin aklınıza. Farklı bölümlerde farklı anlara ve karakterlere odaklanan, otobiyografik ögeleri de olan, alabildiğine çoksesli bir kolaj yapmış Han. Tek bir yüklemle özetlemek imkânsız romanın aksiyonunu, anlatıma hâkim olan şahıs da zaman kipi de sürekli değişiyor çünkü. Kurgu, kronolojik bir romandan ziyade bir senfonik şiirin orkestral yapısını andırıyor.

Çokseslilik, romanın farklı yerlerinde farklı karakterlerin anlatıcı rolünü üstlenmesinden kaynaklanmıyor sadece, anlatıcılar kadar özneler de kararsız, metni taşıyan sesin kullandığı zamirler ve o zamirlerin işaret ettiği kişiler sürekli değişiyor. İlk bölümde cesetlere göz kulak olurken tanıdığımız delikanlı “sen” diye başlıyor cümlelerine mesela: Kendisiyle konuşuyor, aynı zamanda kendini onun yerine koyabilen okurla da konuşuyor ama bu konuşmanın maddi varlığına veda etmiş bir ruhun hafızasından süzülüyor olabileceğini sonradan anlıyoruz. İkinci bölümde “ben” diye konuşan birinci tekil şahsın artık nefes alıp vermediğini daha ilk cümlesinden seziyoruz oysa:

Vücutlarımız bir çarpı işareti hâlinde birbirinin üzerine yığıldı.

Tanımadığım bir adamın vücudu, yüzü yukarı bakacak şekilde, doksan derece açıyla karnımın üzerine fırlatıldı, onun üzerine de yaşı benden büyük bir oğlanı attılar, boyu öyle uzun ki, dizlerinin arkası çıplak ayaklarıma baskı yapıyordu. Oğlanın saçları yüzümü kaplamıştı. Bütün bunları görebiliyordum, çünkü o sırada hâlâ vücuduma sımsıkı yapışmıştım.v

Üçüncü bölümde, tek bir kişinin, editörlük yapan Eun-sook’un zihninde geziniyoruz ama bu da başlıbaşına kalabalık bir gezinti. Bir yandan, Eun-sook’un unutmaya çalıştığı yedi tokat, yedi darbe, yedi aşağılanma ile unutmayı reddettiği bir can, bir yoldaş, bir sevgili arasında gidip geliyor, öte yandan bu genç kadının editörlüğünü üstlendiği kitaplarda sansürcünün kalın bir kalemle üzerini çizdiği cümleleri ve o cümlelerden kalanları okuyoruz. Bir yandan da zaman ilerliyor. Bu bölümde 1985’teyiz mesela, Gwangju Katliamı’nın üzerinden beş yıl geçmiş ve Eun-sook’un iç konuşmalarından anlıyoruz ki katliamın kurbanları sadece katledilenlerden ibaret değil: Sen öldükten sonra cenaze töreni yapamadım sana, hayatım bir cenaze törenine dönüştü.

Senfonik şiir demiştim, hakikaten de eserini bir an olsun tek bir çalgı grubuna emanet edemeyen besteciler misali Han Kang da, bizi nefeslileri, yaylıları, vurmalıları bir arada işitmeye zorluyor adeta; romanın bütün bölümleri aslında aynı tema üzerine çeşitlemelerden oluşuyor ama öyle bir vokal varyasyonu var ki her bölümün, herhangi bir sayfada birkaç farklı okuma tecrübesini aynı anda yaşamanız mümkün.

1990’da, kendisine on yıl önce yapılan işkenceleri hatırlayan bir mahkûm (Bazı hatıralar asla iyileşmez. Zamanla silinmek yerine, diğer her şey aşınıp gittiğinde geriye kalan tek şey o hatıralardır); 2002’de, bize hem hatırladıklarını hem geçmişe ait belgeleri, hem de dinmeyen bir isyanın içine kazıdığı sessiz cümleleri sunan fabrika işçisi bir genç kız (Kimseyi affetmem ben, kimse de beni affetmiyor); 2010’da, otuz yıl önce öldürülen oğlunun sesini duymaya devam eden bir anne (Orası güneşli Anne; bir sürü de çiçek var. Niye karanlıkta yürüyoruz ki, hadi oraya, çiçeklerin açtığı yere gidelim) yerleşiyor romanın merkezine.

Ve “Sonsöz”: 2013 yılında bu kez yazarın kendisiyle baş başa kalıyoruz, Han Kang bu kitabı niye yazdığını daha iyi anlamamızı sağlayan otobiyografik notlarla bitiriyor. Aslında “Sonsöz” başlığını gerektirmeyen, zira ilâve hissi vermeksizin romanı tamamlayan, Han’ın sesini onun tahayyül ettiği nice anlatıcıdan herhangi birinin sesi, romanın bir karakteri gibi işitebildiğimiz bir bölüm bu. Bu kitapta anlatılan her şey gerçek nihayetinde. Sadece Gwangjulular, Koreliler için de değil üstelik; Human Acts zulüm gören her toplumun, her bireyin artık geri dönülemeyecek bir hayattan kopmasının, koparılışının sahici hikâyesi. Han Kang da bu son bölümde, 2009’da Seul’de özel timlerin eylemcilere saldırdığı, altı kişinin öldüğü olayları televizyonda izlerken kendi kendine Ama bu Gwangju diye mırıldandığını hatırlıyor zira: Bir başka deyişle “Gwangju”, zorla kuşatılan, dövülen ve şiddet gören, bir daha tamir edilemeyecek şekilde parçalanan her ne idiyse onun adıydı artık.

***


Han Kang’ı Granta Dergisi ile kitaplarının Britanya’daki yayınevi Portobello Books’un ortak ofisinde editörü Max Porter’la konuşurken dinliyorum. Gwangju Katliamı üzerine yazmasının sebebini şöyle açıklıyor: İnsan olmakla ilgili hiç bitmeyen soru(ları)mdan ötürü.

Çok basit, çok temel bir merak bu. Human Acts’de sansürcünün üzerini kalın çizgilerle çizmesine rağmen –belki de bu sayede– Eun-sook’un aklına kazınan o satırları, insaniyetin özündeki barbarlığın kalabalıklar tarafından nasıl bir anda şiddete dönüştürülebildiğini anlatan bir yazarın yasaklanmış sorularını hatırlatıyor bana: Bizden cevap bekleyen soru şu: İnsanlık nedir? İnsanlığın öyle değil de böyle bir şey olarak kalması için ne yapmalıyız?

İnsanlığın öyle değil de böyle bir şey olarak kalması için ne yapmalıyız? Bunca şey görüp yaşadıktan sonra insan olmayı bu tür eylemlerle değil de şu tür eylemlerle özdeşleştirmenin imkânı var mı? Human Acts’in her satırına nüfuz eden bu sorular, The Vegetarian’da olabilecek en radikal cevaplarından birini buluyor.

Human Acts’de Gwangju Katliamı’nı bir doküdrama hâlinde anlatmayı seçerek bize insan eylemlerinin çoğul bir portresini sunan Han Kang, The Vegetarian’da daha mahrem ve tekil bir hikâyeye vermiş dikkatini, senfonik şiir kurgusu yerini nispeten basit bir oda müziği eserine bırakmış ve sonuçta konusu, karakterleri ve kudreti itibariyle benzerine kolay rastlanmayacak bir roman, unutulmaz bir portre çıkmış ortaya.

Güney Kore’de 2007’de üç ayrı novella hâlinde yayımlanan ve daha sonra filme uyarlanan The Vegetarian toplamda iki yüz sayfa bile değil. Üç ayrı anlatıcı, kronolojik bir izleğe sahip olan üç ayrı bölümde, hayatlarını temelinden sarsan olayı kendi tanıklıkları ve tecrübeleri üzerinden anlatıyor. Bölümlerin hepsi romanın başkarakteri Yeong-hye’a odaklı; yaşananları sırasıyla Yeong-hye’ın kocasından, kayınbiraderinden ve ablasından öğreniyoruz; Yeong-hye’ın her şeye kaynaklık eden rüyasıyla bezenmiş iç konuşmaları ise bütün bölümlerde araya girip çıkıyor.

Sıkıcı bir evlilik rutininin içinde silik bir şahsiyet, sosyal ilişkileri zayıf, ketum, kapanıp okuduğu kitaplar dışında pek bir meşgalesi ve sutyen takmayı reddetmek dışında hiçbir sıradışı yönü olmayan, büyük heyecanlara da büyük jestlere de yabancı görünen bir genç kadın Yeong-hye ancak biz onunla, kocasının “pürüzsüz” saydığı bu sıradan hayatın bittiği noktada karşılaşıyoruz. Gördüğü bir rüya üzerine aldığı ve “tercih etmiyorum” diye açıklamakla yetindiği et yememe ve pişirmeme kararı, Yeong-hye için hakikaten kişisel bir “tercihten” ibaret görünüyor başlangıçta. Bu tercihin, bu kısık sesli isyanın, Yeong-hye’ın kendi hayatını ve kişiliğini de şekillendirmiş olan ataerkil, otoriter ve –evet– etobur düzenevi karşı varoluşsal bir başkaldırıya dönüşmesi ise genç kadının inadı kadar, düzenin kendi normlarını savunma refleksinden, bu refleksin insanlara yaptırabildiklerinden kaynaklanıyor.

Bireysel farklılıkları yok etmeye çalışan, yok edemediğinde de “anormal” damgası vuran, kendinden ziyadesiyle memnun bir toplumun hegemonyası var arkaplanda. Bu hegemonya, hikmetinden sual olunmayan gündelik şiddet sayesinde sürüp gidiyor. Yeong-hye’ın vejetaryen diyet tercihi, hayvanlara karşı şiddeti sessizce sorguluyor ilkin; onun bu tercihine gösterilen tepki ve tepkiye direnmesinin sonuçları ise toplumsal düzenin bütün hücrelerine, aile ilişkilerine, evlerin içine sirayet etmiş ve normlaşmış, “normalleşmiş” bir şiddetle yüzleştiriyor bizi, insanın insana yapabildiklerine tanık oluyoruz.

***
 

The Vegetarian, Han Kang, Tr: Deborah Smith, Portobello BooksThe Vegetarian’ın aynı adı taşıyan ilk bölümünde, her yönüyle vasat, böyle-gelmiş-böyle-gitsinci, evliliğinin de beyaz yakalı işinin de heyecansızlığından memnun bir adam olan Mr. Cheong, biteviye hayatının karısı Yeong-hye’ın vejetaryen olmasıyla nasıl rayından çıktığını anlatıyor. Vietnam’da savaşmış ve Liyakat Nişanı almış olmakla övünen babası tarafından on sekiz yaşına kadar baldırları normlara uygun şekilde– kırbaçlanarak büyüyen, kendisinden beklenenleri eksiksiz yerine getiren, sessiz sakin bir evkadını Yeong-hye. Böyle bir kadının et yememeye, pişirmemeye, evde et bulundurmamaya başlaması, önce kocasında, sonra kardeşlerinde ve anne babasında muazzam bir şaşkınlık yaratıyor, birdenbire alışmadıkları bir şeyle, tercih kullanan, itiraz eden ve söz dinlemeyen bir insanla, normun dışına çıkan bir bireyle karşılaşıyorlar çünkü. Yeong-hye, buzdolabındaki et ve et ürünlerini attığını söylediğinde, Mr. Cheong duyduklarına inanamıyor:

Nasıl olup da bu kadar ben-merkezci davranabiliyordu? Yere diktiği gözlerine, yüzündeki soğukkanlı ifadeye baktım. Onun, canı ne isterse bencilce yapabilen böyle bir yanı da olabileceği fikrini hafsalam almıyordu. Bu kadar mantıksızca davranabileceği kimin aklına gelirdi ki?vii

Bu şaşkınlık, bu kabullenememe hâli, Yeong-hye’ın tercihine toplumca makûl bulunabilecek bir gerekçe uydurmayı reddetmesiyle pekişiyor, kilo vermek istediğini söylese, hazım sorunlarını bahane etse sorun kalmayacak ama onun Bir rüya gördüm cümlesinin ötesine gitmeyen açıklaması, kocası, annesi ve babası tarafından kendi otoritelerine karşı bir saygısızlık manifestosu, “anormal” bir davranış, bir sapkınlık olarak görülüyor. Anlayamıyorlar. Yeon-hye’ın tercihi karşısında duydukları şaşkınlığı baskıya, baskıyı da zorbalığa dönüştüren şey tam da bu zaten.

Bu zorbalığın nelere yol açtığını –merakını bizzat romanı okuyarak gidermek isteyenlere saygı gereği– anlatmayacağım. Birinci bölümün sonunu hazırlayan dehşet sahnesinin hakikaten dehşet verici olduğunu söylemekle yetineyim; bunda Han Kang’ın (ve Deborah Smith’in) sahneyi anlatırken dilin temel mekaniğini mümkün olan en katkısız, en sade biçimde kullanmasının da payı var. Her şey bir anda olup bitiyor; kâğıt üzerindeki sükûnet, yazıdaki tasarruf yaşanan andaki şoku, paniği eksiltmiyor, artırıyor.

Bu sahnedeki zorbalığın romanın ikinci ve üçüncü bölümlerinde benzer biçimlerde tekrarlanması ise, istisnaî bir olayla, bir zirveyle karşı karşıya olmadığımızı, aksine şiddetin adeta kaçınılmaz olduğu bir düzende yaşadığımızı hatırlatıyor bize. “Yaşadığımızı” diyorum zira Han’ın The Vegetarian’da anlattığı ilişkiler her ne kadar Kore toplumuna ait çizgiler taşısa da, roman genel yapısı, temaları ve karakterleri itibariyle yurtsuz ve zamansız. Yirmi birinci yüzyılda yazılmış bir Yunan trajedisi okuyoruz. Nev-i şahsına münhasır bir kadının yaşadığı kriz, orta sınıfın varoluşsal sıkıntısı ya da ataerkil düzenin cürümü değil buradaki temel mesele. Han’ın gözünü insan eylemlerinin uç noktalarına, insan tabiatındaki şiddete dikmiş olması The Vegetarian’ın hepi topu birkaç kişilik “küçük” hikâyesini Human Acts’in geniş politik toplumsal tuvaliyle birleştirerek, ilk bakışta birbirinden çok farklı görünen bu romanları “ikiz” kitaplara dönüştürüyor.

Bireyle toplum arasındaki, birbirini hiçbir zaman tam olarak anlayamayan herhangi iki insan arasındaki, “norm” bellenenle “anormal” sayılan arasındaki, düzenin devamını isteyenlerle değiştirmek isteyenler arasındaki çatışma ve bu çatışmanın doğurduğu karşılıklı şiddet, her iki romanda da “İnsan olmak ne demek” sorusunu billûrlaştırmaya yarıyor. Hangi tarihsel ve toplumsal çerçeveye oturursa otursun, herbirimizi ilgilendiren, senin, benim, onun ayrı ayrı cevap arayacağımız bir soru bu, bütün çoğulluğuna rağmen insanı nihayetinde kendi içine döndüren tekil bir muhasebe.

***
 

Romanın “Moğol Lekesi” başlığını taşıyan ikinci bölümünde, o dehşet sahnesinden iki yıl sonra yalnız ve hâlâ et yemeden yaşayan Yeong-hye’ı bu kez kayınbiraderinden dinliyoruz. İsmini hiç öğrenmiyoruz ama yapmak istediklerini tam yapamamış bir video sanatçısı olduğunu biliyoruz kayınbiraderin. Vasatın bir parçası, bir yandan da vasatı aşabilme ihtimalini canlı tutan imgeler gezdiriyor zihninde. Karısının kızkardeşi Yeong-hye sayesinde, önce bu imgelere hayat vermesine, sonra da cüret ettiği ilişkinin ve imgelerin “bedelini” gayet ağır biçimde ödemesine tanık oluyoruz.

Arzuyu tetikleyen tesadüflerin, bir hayali gerçekleştirip bir tabuyu yıkarak korkuyu aşabilmenin, yasak olanın cazibesinin, vücutlarının her yeri rengârenk çiçek resimleriyle bezenmiş bir kadınla bir erkeğin sevişmesinin, o sevişmenin kameraya kaydedildiğini bilmenin, kaydedilen dolayısıyla tekrar tekrar izlenebilecek dokunuşların, birleşmelerin, ayrılmaların, birbirinin içinden geçen çiçekli kolların, bacakların, mor taç yapraklarının, pembe çanakların, sarı turuncu kırmızı erkek ve dişi organlarının anlatıldığı bir bölüm bu.

Erotizm dozu hayli yüksek ama Han Kang, okurunu şehvânî bir anlatımla sayfaya bağlamaktan çok daha zor bir işi başarıyor burada. Vücutlarını “vejetal” birer imgeye dönüştürmüş olan iki insanın sevişmesinde, Yeong-hye’ın et yememe tercihini yankılandıran bir yakarış mevcut. Genç kadın, maruz bırakıldığı şiddete denk bir kuvvetle bu tercihinde direniyor, çünkü et yemeyerek kurtulmak istediği şey kendi içindeki şiddet aslında; roman ilerleyip gördüğü rüyayı anlatan pasajlar birbirine eklendikçe daha iyi kavrıyoruz ki Yeong-hye, kendi tabiatına direniyor et yemeyerek, insan olmaya direniyor, vücudunu başlı başına bir eylem alanına, bir son sığınağa çevirerek insanlığından kurtulmaya, bitkiselleşmeye çalışıyor. Her noktasında ayrı bir çiçek açmış bedenlerin birleşmesi de bundan farklı değil; erkekle kadın, vücutlarını bir eylem aracına dönüştürüyor ve kendilerinden kurtulmayı, farklı bir şeye dönüşmeyi umarak yatıyorlar birbirlerinin üzerine: Vücutları birbirine geçmiş taç yaprakları gibi mi görünecekti...? Tek bir vücut gibi mi görüneceklerdi; bitki, hayvan ve insanın karışımı olan melez bir vücut?

***
 

“Alev Ağaçları” başlıklı son bölümde romanın anlatıcısı bu kez Yeong-hye’ın ablası In-hye. Çocukken baba şiddetine maruz kaldıkları yıllarda anaç bir güdüyle dört yaş küçük kardeşine kol kanat germeye çalışan, on dokuzuna gelince aile evini terk edip tek başına Seul’a yerleşen, hep kendi ayakları üzerinde durmaya alışmış, kozmetik ürünleri satan bir dükkânın sahibi, “sessiz” bir adamın karısı, gençliğini artık geride bırakmış bir kadın ve bir anne olan In-hye’ın hayatı da kız kardeşinin et yememeye başlamasıyla temelinden sarsılıyor. Kendinden gayet emin yaşarken bir anda bitmez tükenmez “acaba”larla baş başa kalıp her şeyi sorgulamaya başlıyor: Zorbalığa seyirci kaldığı o an (Bunu önlemek için yapabileceği bir şey yok muydu? Şüpheler aklında geziniyordu sürekli); kocasının evi terk edişi (Bütün bunlar ne zaman başladı?... Her şey ne zaman yıkılmaya başladı?); evliliği boyunca üstlendiği rol (Belki de onca içtenlikle yardım etmeye çalıştığı kişi kocası değil de kendisiydi).

Han Kang’ın bizi In-hye’la birlikte Yeong-hye’ı ziyarete götürdüğü sayfalarda bu sorular da çoğalıyor, genişliyor, genelleşiyor; deliliğin nerede başlayıp nerede bittiği üzerine, iki insanın birbirini anlamasının imkânı ve imkânsızlığı üzerine, insan tabiatına isyan eden bir insanı nelerin beklediği üzerine düşünmeye başlıyoruz: İnsan olmanın tarifini nereye kadar değiştirebilir insan? Kendini insan olmaktan ne kadar, nereye kadar çıkarabilir? Çıkardığında, geriye ne kalır?

Cevaplardan ziyade sorulara güvenerek yazıyor Han Kang, bu soruların okura huzur vermeyeceğini biliyor bence ve bundan memnun. Yeong-hye’ın dönüşümü –sonunu saklı tutarak söylüyorum– bize sınırları hatırlatıyor belki ama ihtimallerin evrenini de genişletiyor. Neyin imkânsız olduğunun berraklaşması, nelerin mümkün olabileceğini düşünmemize engel değil. Aksine, okurun tam da bunu yapmasını sağlıyor The Vegetarian.

Romanın başlarında, et yemeyi bırakıp hızla zayıflamaya başladıktan sonra görmeye devam ettiği kâbuslarından birinde genç kadının şiddeti kendi vücudundan söküp atmak istediğini kavramıştık:

Artık sadece memelerime güveniyorum. Memelerimi seviyorum, hiçbir şeyi öldüremez onlar. El, ayak, dil, bakış – bunların hepsi birer silah, onlar oldukça hiçbir şey güvende sayılmaz. Ama memelerim öyle değil. Yuvarlak memelerimle iyiyim ben. Hâlâ iyiyim. Öyleyse neden küçülüp duruyorlar? Neden artık yuvarlak bile değiller? Niye? Neden böyle değişiyorum ben? Niye bütün kenarlarım keskinleşiyor – neyi yontacağım?viii

Yeong-hye kendini yontuyor roman boyunca, başka bir şey hâline gelebilmek için eksildikçe eksiliyor. Ablasına, Dünyanın bütün ağaçları birer kız ve erkek kardeş gibiler derken meramı açık – pençeleri, dişleri, yaralayan elleri, ayakları, dilleri, bakışları olmayan o silahsız kardeşliğin bir parçası olmak istiyor. Onun isyanı, onun özlemi bu. Şiddetten uzak durabilmek, öldürmemek, yaralamamak, incitmemek uğruna kendini terk etmek, tabiatını değiştiremediği için insanlığından vazgeçmek, bitki olmak, ağaç olmak... Onun eylemi bu.The Vegetarian’ın sonu yaklaşırken nihayet arzusuna kavuştuğunu, yeterince eksildiğini müjdeliyor In-hye'a: Abla, ben artık hayvan değilim. Sansürcünün sorulmasını istemediği o soruya Yeong-hye’ın cevabı bu. Başka cevaplar aramak Han Kang gibi soruyu aklından söküp atamayanlarımıza düşüyor.

 

Notlar:
i Han Kang, Human Acts, Portobello Books, Londra, 2016, sf. 13. Kitaptan aktardığım cümleleri Türkçeye ben çevirdim, sadece uzun alıntılarda sayfa numarası verdim.
ii Romanın Türkçesi Vejetaryen adıyla April Yayıncılık tarafından Göksel Türközü’nün çevirisiyle sonbaharda basılacak. Bu tercümeden tadımlık bir bölümü burada okuyabilirsiniz.
iii Han Kang, The Vegetarian, Hogarth, New York, 2015. Romandan yaptığım bütün alıntıları bu baskıdan çevirdim, yine sadece uzun alıntılarda sayfa numarası verdim.
iv Koreceyi yedi yıl önce öğrenen, bu dilde Han Kang’ı okuyup tercüme ederek ustalaştığını söyleyen ve şimdi Han’la birlikte Man Booker International ödülünü alan çevirmen Deborah Smith, kitabın İngilizcesine bu ismi vermesinin nedenlerini Asymptote’taki yazısında anlatıyor. Dillerin birbirinden farklı nefes ve anlam dünyaları üzerine düşünenlere bu yazıyı okumalarını öneriyorum. Romanın Korece orijinal ismi olan –romanize edilmiş yazımıyla– Sonyeon-i Onda ise ‘’Çocuk geliyor’’ olarak Türkçeleştirilebilir.
v Human Acts, sf. 50.
vi ‘’Ataerkil, otoriter ve –evet– etobur düzen’’ yazar yazmaz böyle bir düzenin, ‘’Hiçkimsenin Türkiye'yi vejetaryen diyete mahkûm edilmiş bir aslanlar ülkesi haline getirmeye hakkı yoktur’’ (Recep Tayyip Erdoğan, 11 Mayıs 2016) cümlesinden daha net bir tarifi olamayacağını düşündüm.
vii The Vegetarian, sf. 21.
viii The Vegetarian, sf. 41.