Hasarın hafızası

"Pine bir kadın olarak kendisine çocukluktan itibaren öğretilen korkuları, kaygıları, sakınmayı, dilsizliği; erkeklerin evde, sokakta, işte kurdukları egemenliklerinin kolay kolay sarsılmamasını; ayrımcı, eşitsiz ilişkilenme ve paylaşım biçimlerini sessizlikle karşıladığı anların hepsine bu anlatısında meydan okuyor."

16 Haziran 2022 08:16


“Peki, ya bedenim bir hikâye anlatabilseydi?
Ne söylerdi o zaman?”
– Emilie Pine, Kendime Notlar

Ruhsal dünyamız şekillenirken aşamadığımız her engel, baş edemediğimiz her aksama hayatımızda zamanla fay hattına dönüşüyor. Bunları fark etmek, kabullenmek ve bunlarla ne yapacağımıza karar vermek uzun ve meşakkatli bir yol. Ki bazen yoklarmış gibi yaşıyor, bazen bakmaya çalışıyor, vazgeçiyoruz. Sonrası öncü, artçı depremler. Bir terapistin danışanının bakışını bilinçdışının dile geldiği anda tuttuğundaki sessizlik, gerilim, bazen sinir bozucu bir hale de bürünen bekleyiş bu fay hatlarına en yaklaşılan anlardan olsa gerek. Tıpkı yaratım sürecinde zihin ve dil çekirdeğinin çıtlayayazdığı zamanlar gibi. Ruhsal olanın, hayalin, zihinde inşa edilenin temsil edilmeye yaklaşması.

Kurmaca bir eser, doğum sürecinde yaratıcısıyla göbek bağını koparıp çeşitli araçlar vasıtasıyla, formdan forma girerek vücut bulur. Kurmaca dışında, hele ki otobiyografik anlatılarda, bu bahsettiğimiz yaratıcıyla kurulan bağ hayli sıkı, güçlüdür. Kendine dönük, sürekli kendine bakan bir gözün, aktaran dilin önünde heveskâr norm bariyerleri yükseliverir. İncinebilir olmamız, kırılganlıklarımız, utanç içimizde tıkır tıkır işler durur. Yazanın kendini bırakması, yaratım sürecinin belki de esrimeye, akışkan ve şeffaf içsel yolculuğa dönmesi pek kolay olmaz. Zira yazanın aktardığı tecrübeleri, duygulanımları, travmaları, kayıpları ve kazançlarıyla, yası tutup tutamamasıyla, eksikliği ve tamlığıyla, çizikleri, yarası beresiyle kendi hikâyesidir. Gerçektir. Bilinçdışına çıkmak da, orada kalmak da zordur. Tekin olmayan bir seyahattir. Her şeye rağmen ve her şeyle beraber yola çıkıp yazmak travmalar, çatışmalar, kayıplardan kurtulma, sağ kalma, kendine yaklaşma, bazen de tamamlanma, bütünlenme, hatta onarma/onarılma vesilesine dönüşebilir.

Bir süredir farklı yazı formlarının iç içe geçerek kurgulandığı kadın anlatıları okuyorum. Her biri birbirinden farklı olmakla beraber, ortaklaştıkları yerler yok değil. Bunların hemen hiçbiri ne salt otobiyografi ne deneme ne anı ne günlük ne mektup. Hatta belki de hepsi şiir. Uzun, parçalı. Bir oluş, yürüyüş hikâyesi. Olabildiğince sakınımsız, şeffaf. Yazmaya başlaması da, devam etmesi de hetero-patriyarkal düzende, eril kültürde “güç” ve “cesaret” isteyen anlatılar.

Emilie Pine’ın Kendime Notlar’ı da bunlardan biri. Yazma sürecinin sancılarını, ağrılarını, yazmaya karar vermekle vermemek arasında salınırken yazıya nasıl oturduğunu, yazarken durmak istediği anları ve yazının, yazmanın yarattığı, gün yüzüne çıkardığı duyguları, yazma sıkıntısını, biçim ve üslup arayışlarını, tercihlerini paylaşmasıyla kendine ait bir yere de yerleşiyor. Onun anlattıkları çoğunlukla hatırlanmak istenmeyen, üzeri örtülen, yokmuş, yaşanmamış gibi davranılan, yüzleşmekten kaçılanlar. Kimi duygu ve durumların faili de olan eş dostla arkadaşla, sevgiliyle, ebeveynle, terapistle dahi rahatlıkla paylaşılamayanlar. Başkalarının da dahil olduğu, gün yüzüne çıktığında başkalarını da nasıl etkileyeceği kestirilemeyenler. İnkâr edilenler, itiraf etmesi oldukça güç olanlar. Bunların yarattığı baskının yazma eylemine, o âna nasıl sızdığını okurken hissetmemek mümkün değil. Kitabı bitirmeden az evvel şöyle söylüyor Pine:

“Bu sayfalar yaklaşık sekiz yıllık bir dönemi özetliyor. Daha önce hiç kimseye anlatmadığım, kendime bile itiraf etmediğim pek çok olayı ve duyguyu içeriyor. Onları yazmak acı verici bir deneyimdi. Bu hikâyeyi yazmamayı seçerek bu acıdan kaçınabilirdim ama bunu yapmamamın basit bir sebebi var: Bunları yazmak yalnızca tehlikeli, korku ve utanç verici değil, gerekliydi de. Bunları benliğimin uzun zamandır inkâr ettiğim parçalarını geri kazanmak için yazıyorum. Bunca yıldır gömüldüğüm sessizliği dağıtmak için yazıyorum. En azından kendi hayatımda kendi varlığımı hissedebilmek için yazıyorum. Yapabileceğim en güçlü şey olduğunu düşündüğüm için yazıyorum. Son olarak zamanda yolculuk edemediğim için yazıyorum.” (s. 183-184)

Kitap burada söylediklerini başından itibaren doğruluyor. O anlattıklarının yüzeyinde duygularının akışına, birbirine karışmasına, dolanmasına müdahale etmiyor. Ne ve nasıl anlattığını bazen gerekçeleriyle paylaşıyor. Yazmak istediğiyle yazdığını karşılaştırıyor. Üstünü çizdiği yerler, başının sonunun neresi olduğunu bilemedikleri, başka ya da farklı nasıl yazabilirim sorusu, kurduğu bağlam, seçtiği parçalar, kötü, neşesiz, negatif olmasının sebebi... Yazmanın her ne kadar tehlikeli, korku ve utanç verici olduğunu söylese de gerekliolduğunu da düşünüyor. Bazen bana müsaade diyor, mola istiyor. Duruyor, bekliyor. Tekrar başlıyor. Bekleme anlarında köklenen ve güçlenen anlatma ihtiyaç ve arzusu, yazma iradesinin önündeki olası dış ve iç engelleri aşmasını da sağlıyor olsa gerek.

Kendime Notlar, çocukluktan yetişkinliğe uzanan sancılı ve yalnız, yaralı bereli bir büyüme sürecinin kronolojik olmayan tefrikası. Bir yandan da kendine ait bir dil, ses bulma, kurma çabasının. Pine bu kitapta ihlaller ve kırılganlıklarla baş edemeyişini, sınır çizemeyişini, rızayı bilmeyişini, fiziksel, zihinsel, duygusal hırpalanmalarını, acı, utanç ve sessizliklerini kat kat açıyor. Anlatısını yıkıcı dürtüler ya da yıkım geçidine dönüştürmüyor. Eksiklik, yetersizlik, boşluklarına yaklaşıyor. Nasıl yaşadığına, ne hissettiğine, bu sarmalın dışına çıkabilmesinin zorluk ve güçlüklerine odaklanıyor. Bu noktada yazı, türlü varoluşlarının getirdiği korku ve gücenikliklerinin, çekingenliklerinin de hem ifade edilmesinde hem de üstesinden gelinmesinde bir araç haline geliyor:

“Deniyorum. Ve korkuyorum. Kenara çekilmek, fazla çalışmak, depresyon ve duygusal çöküntü hakkında yazmaya korkuyorum çünkü incinebilir olduğumu itiraf etmenin beni güçlü değil, zayıf göstereceğine inanıyorum hâlâ. Genç, sevimli ve güçsüz olduğumu doğrulamaktan korkuyorum. Tüm zorlukları, kötü şeyleri ve hoşa gitmeyen şeyleri itiraf etmekten korkuyorum. Kendimi açık etmekten korkuyorum. Bana acınmasından. Gücendirmekten. Bana bağırılmasından. Rahatsız edici bir kadın olmaktan. Ve yeterince rahatsızlık vermemekten.

Korkuyorum. Ama yine de yapıyorum.” (s. 213)

Yüceltmiyor, çaresizlikle yaklaşmıyor. Öte yandan bir kurtuluş, kahramanlık anlatısı da kurmuyor. Çocukluğuna, yasalar gereği resmen boşanamasalar da ayrı yaşayan ve birbiriyle konuşmayan anne babasına, her yerdeki yalnızlığına, arkadaşlıklarına, okullara, içki ve uyuşturucu alışkanlıklarına, seksle bağına, regl kanına, partneri R.’yle ya da kız kardeşiyle ilişkisine, annelik arzusuna ve gerçekleşmeyişine, akademisyenliğine, araştırma, okuma, yazma, anlatmanın, başarılı olmanın kendisi için anlamına, feminizmine... Bütün bunlara yakın plan bakıyor. Patriyarkanın çocukluktan itibaren bedeniyle fiziksel ve duygusal bağını nasıl şekillendirdiğini, hemen her alandan hangi araçlarla kendisini tekrar tekrar var ettiğini kendi tecrübeleri vasıtasıyla anlatıyor. Zaman ve mekânlarda sıçrayarak, hatırladıklarıyla ilerliyor: “Her şeyi hatırlıyorum ve her zaman benim ötemde olacak bir bütünü parçalarına ayırıyorum.” Yazarken kendisini yeni yaralara, kırılganlıklara açık hale de getiriyor. Farkında olsa da bundan kaçmıyor.

Nilüfer E. Güngörmüş sanata, sanatçıya ve yaratım sürecine psikanalizin bakış açısıyla yaklaştığı, sanatsal bakışla psikanalizin buluştuğu, kesiştiği yerleri ele aldığı Sanatçının Kendine Yolculuğu’nda yaratıcılık kavramının tanımını tam anlamıyla yapabilmek için yıkıcılığın kavramsallaştırması çerçevesinde düşünmemiz gerektiğini, bebeğin ruhsallığında ilk andan itibaren saldırgan dürtüler, yok edilme kaygılarıyla başa çıkma çabasının belirleyici olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:

“Yaratıcı hamle ötekiyle bir arada yaşayabilmenin ve ötekinin kaynaklarından faydalanabilmenin; dürtülerin istilasına karşı ayakta kalabilmenin; ilk dönemlere özgü doğal yıkıcılığın kötücül saldırganlığa dönüşmesini engellemenin; dış dünyanın değiştirilemeyen koşullarına, engellenmeye, gecikmelere tahammül etme kapasitesini artırabilmenin yoludur.” (s. 24)

Pine’ın kaygısının da yer yer hissedildiği anlatma arzusu ve okuyucuya da geçen anlatırkenki hazzı böylesi bir yaratıcı hamleyi çağrıştırıyor. Örttüğü, yok saydığı ama orada sessiz ve sinsice duran yıkım, tahribat, travmayı salt hatırlaması ve duygulanım düzeyinde yaşaması yeni ve başka boşluklara dönüşme ihtimalini taşıyor. Güngörmüş kitabıyla ilgili söyleşisinde bilinçdışı alanların, “görsel ve sessel imgelerle ve dilin sözcükleriyle temsil” edilmediklerinde “bedensel duyumlar, ham algılar, adsız duygular, coşkular ve duygulanımlar olarak” hissedilebileceğini ve bunun “kaotik” olduğunu belirtiyor. Anlamların oluşmamasının “endişe verici” olduğunu söylüyor ve bir “sanatçının çalışması da bu kaosa biçim vererek anlamlar oluşturur” diyor. Pine da duygulanımların içinde yarattığı kaosta kaybolmayı değil, yazarak, yaratarak, üreterek bunu akıtmayı, dağıtmayı tercih ediyor. Bunu yaparken salt özneliğine odaklansa da, yaşadıklarını kolektif bir oluşun parçası olarak gördüğü gibi, altlarındaki toplumsal iktidar mekanizmalarının neler olduğuna işaret etmekten de geri durmuyor.

Babasının hastalık sürecini merkeze aldığı, sadece o andan yola çıkarak değil, uzak ve yakın geçmiş hatırlamalarıyla da kurduğu ilk bölüm “Ölçüsüzlük Üzerine Notlar”, sancılı baba-kız ilişkisi vasıtasıyla babasının kendisi, kız kardeşi ve genel olarak ailesi üzerinde yarattığı tahribatı anlatıyor Pine. Arka planda ise Yunanistan’dan İrlanda’ya sağlık sistemindeki arızalar, çöküş. Hastalık ne, durumu nasıl, tedavi bilgileri, doktoru kim, en azından hemşire görmeyecek mi, neden hijyene özen gösterilmiyor, dikkat edilmiyor, kan alırken bile, ya çarşaf, yastık kılıfının kiri, peki yemek?

Kız kardeşiyle beraber Korfu Hastanesi’nde yatan babalarına üç hafta refakat ediyorlar. Yunanistan-İrlanda arasında yolculuklar, her iki ülkede ayrı ayrı hastane günleri, babasının iyileşerek Yunanistan’a dönüşü. Hayatlarında neredeyse sorunsuzca hiç varolmamış babalarının hastalığı iki kız kardeşin gündelik yaşamlarını altüst etmesinin yanı sıra Emilie için yolculuk, hastane ve ev günleri sancılı bir hatırlamaya da dönüşüyor. Bu, yaşamının gündelik akışını, zihinsel ve duygusal varoluşunu aksatıyor. Yaralı bir şimdiye çengellenip kalmaktan belli ki yazarak kurtuluyor. Şimdide gördüğü ve yaşadığı, geçmişi kıpırdatıyor. Parçalanan zamanları hafızasında ve kâğıt üstünde bütünlüyor. Güngörmüş ise kitabında Özcan Alper’in Sonbahar filmi özelinde kayıp ve yas temasına dair şöyle söylüyor:

“Sürekli şimdiki zamanda yaşamak travmanın ve tutulamayan yasın ayırt edici özelliğidir. Travma boyutunda, ruhsallaştırılamayan örseleyici gerçeğin hiç bitmeyen şimdiki zamanıdır bu. Yas boyutunda ise, kaybın ruhsallık içinde işlenip sindirilmemesinden, yasa dönüştürülmemesinden dolayı hep aynı şiddetle hissedilen, benliği sürekli yaralı konumda tutan keskin acının hiç bitmeyen zamanıdır.” (s. 120-121)

Pine’ın zihninin anlatısının zamandaki sıçramaları, hem kendisinin hem de metnin yaralı ve acı dolu şimdi’nin dışına çıktığı, geçmişe kendi şimdi’sinin içinde kalarak yeniden bakıp onu çözmeye, anlamaya, adlandırmaya çalışırken bugününe taşınan hasarları da onardığı duygusu uyandırıyor. Hem yaşanan çeşit çeşit travmayı hem de tutulabilmiş yasları bir arada okuduğumuzu düşündürüyor.

Kardeşinin tanık olmadığı kimi anları ve kendi duygularını hem kendisine hem kardeşine “itiraf” ediyor hastane günlerinde. Geçmişteki sorgulamaları şimdiye taşımakla kalmıyor, bir yandan da şimdi yeniden aynı ve başka sorularla babasını, onunla ilişkisini ve ona karşı olan duygularını düşünüyor. “Korkunç bir hastalığı olan bir adamı sevmek ile alkolik bir babaya sahip olmanın duygusal radyoaktif serpintisinden kendimi koruma güdüsü arasında sarkaç gibi gidip geldim” derken kendisine, şimdi hastanede yatağında makinelere bağlı olarak yatan babasına bakıyor ve merak ediyor: “Ona ulaşamazken onu nasıl sevebilir, nasıl kurtarabilirim?” Hem hasta bedenle hem de kendi hasarlı geçmişiyle baş başa kalıyor. İrlanda’dayken bir an önce Yunanistan’a dönmeye can atan babası, iyileşip kızlarından uzaklaştıktan sonra ne hastalığını ne de kızlarının neler yaşadığını hatırlıyor. Bu sayede Pine hiçbir şey yapmamak ile bir şey yapmak arasında salındığı anların babasının değil, kendi anıları olduğunu fark ediyor. Bunu babasının narsisizmine, utancına, yaşananları geride bırakıp hayatına devam etme isteğine bağlasa da, bu ne onu sinirlenmekten, öfkelenmekten alıkoyuyor ne de doğruyu hatırlatabilmesine yarıyor. Bilakis, babası ona “zorba” olduğunu söylüyor.

Bununla kalmıyor, babası Irish Times’ta alkolle yaşadıklarını anlattığı bir yazı yayımlıyor. Bu yazı hatırlama pratiklerinde çalışan iç mekanizmaların farklılığının “taraflar” arasındaki yaraları, uçurumları derinleştiren etkisini de gösteriyor. O an kendi hikâyesini yazmaya karar veriyor Emilie Pine. Hatırladıkları, hafızası, hayatına yapışan haksızlık duygusunu, çektiği acıyı bedeninden ve duygularından sıyırıp atmasının bir yolu olarak yazmayı, olabildiğince de açık yazmayı tercih ediyor. Yazmak, yazarak kendini temize çekmek, Güngörmüş’ten hareketle söylersek, onu “geçmişi tekrar eden bir şimdiki zamanda yaşamak, geleceksiz olmak”tan, yani kronik bir yas halinden çıkarıyor, elinde olanları, olabilecekleri görmesini sağlıyor. En önemlisi de, bir “gelecek tasarlamasını” olanaklı kılıyor. Yanı sıra üniversite, dersler, meraklar, yeni bağlar kurması da bakış ve zihnini şimdi’den sonraya çevirmesini sağlıyor.

Emilie Pine, babasıyla birlikte.

Zira sadece çocukluğunda değil, ilk gençlik ve sonrasında da farklı kayıplar, hasarlar yaşıyor o. “Bebek Yıllarından” bölümünde uzun sorgulamalar, bekleyişlerden sonra kırklı yaşlarının başında, “Yalnızca anne olmak istiyorum” diyen Pine fiziksel ve psikolojik travmalarına dair anlarını anlatıyor. Kaybolma, tükenme, başarısız olma korkularının yanı sıra hamile kalmak için seks yapmak, bekleyiş, testler, döngülerin takibi, muayeneler, riskler, düşükler, zorunlu kürtaj, tedavi uğraşları, farkındalık kursları, akupunkturlar... Vazgeçmekle geçmemek arasında gelgitlerin eziyeti, partneri R. ile özenle kurdukları hayatlarının tamamen değişmesi, daha da değişecek olmasının endişesi, buna değip değmeyeceğine dair soru işaretleri, anne olan arkadaşları ve bebekleriyle teması, kız kardeşinin hamile kalması ve akabinde bebeğin ölmesi, ikinci hamileliği... Bunlar arasında sürüklenirken devam eden akademik çalışmaları, araştırmaları, konferanslarını aksatmadığı gibi bunlara daha da fazla odaklanması. Onun bu tecrübeleri toplumdaki cinsiyet rolleri mekanizmalarının nasıl işlediğinin ve bir kadının bedeniyle bağına örtük ya da açık müdahalelerinin görülmesini de sağlıyor.

Emilie Pine bedeniyle duygusal ve fiziksel temasını kitap boyunca farklı anlara odaklanarak, mesela regl ve kanla ya da seks ve rızayla, hamile kalma denemeleri vasıtasıyla didik didik ediyor. Anlar, sahneler halinde paylaşıyor bunları. Mesela “ilk korunmasız sevişmemiz” dediği ânı anlatıyor, “epey tuhaf” diyerek başlıyor:

“Tuhaf değilmiş gibi davranmaya çalışıyoruz. Alışıyoruz. İkimiz de bol bol seks yaparsak ardından hamileliğin geleceğini zannediyoruz. Fakat sürekli sevişmenin heyecanı aylar geçtikçe biraz sönüyor ve spermle yumurtanın bir araya gelmekte neden bu kadar isteksiz davrandıklarını merak etmeye başlıyorum.” (s. 44-45)

Bebek denemeleri boyunca sadece sevişmekle değil vulvasıyla, mukusla, yumurtalarıyla, kanamasıyla da bağı değişiyor. Bunlar hayatının merkezine yerleşiyor. Bir yandan Avangard Avrupa tiyatrosu dersleri verirken, bir yandan da ders aralarında ovülasyon testleri yapıyor, sonuçların doğru çıkması için dört saat boyunca çiş yapmaması gerektiğini unutmamaya çalışıyor. Tüm bunları ilk kez yakın bir kadın arkadaşına anlattığında arkadaşı kendisine acır gibi koluna hafifçe vurunca, kendi deyimiyle o andan sonra bedensel sıvılarıyla ilgili hiçbir hikâyeyi kimseyle paylaşmamaya karar veriyor.

Pine, hamilelik/annelik meselesinin toplumda ve kadınlar arasında ayrıştırıcı biçimde nasıl kullanıldığını, sağlık kurumlarındaki devlet ve özel ayrımını, yasaların ve uygulayıcılarının “hasta” bedende travmaya sebep olabilecek denli duygudan uzak olduğunu kendi tecrübeleri vasıtasıyla anlatıyor. Bunlarla hetero-patriyarkal düzendeki beden politikalarının travmatik sonuçlarını da gösteriyor:

“Her zamanki gibi belden aşağı çıplak, plastik kaplı arkaya yatık koltuğa uzanıyorum, bacaklarımı ayaklıklara yerleştiriyorum. Doğurganlık danışmanı ve iki hemşire var içeride. Bu kez farklı bir sonda kullanıyorlar; ılık su fışkırtan ucunda bir kamera var. Su tıkanıklıkları temizleyecek ve kamera yumurta kanallarımda ve yumurtalıklarımda neler olduğunu görecek. İşlem başından itibaren acı veriyor ve kamera içimde ilerledikçe acı şiddetleniyor.” (s. 76)

Haykırmak istese de yapmıyor, bunun kendisine ihanet olacağını düşünüyor, ses çıkarmıyor, acısını inkâr ediyor. Beri yandan kendisinin zorbaya dönüştüğünü düşünüyor, dile getiriyor. Hem kendisine hem R.’nin bedenine hem de ilişkilerine karşı rıza dışı davranan biri haline geldiğini saklamıyor. Anne olma arzusunun ve hamile kalma denemelerinin bedensel bütünlüğünü dış müdahaleye ve bakışa açmak anlamına geldiğini yaşayarak öğreniyor. Deneme sürecinin kadın için ne denli tahrip edici bir şekilde ilerlediğini apaçık görüyor.

Yaşadıklarının “kendiliğine” zarar vereceğini, onu kendisi her ne ise ondan kurtarmaya, uzaklaştırmaya çalıştığını fark ediyor. İyiden iyiye boğucu hal alan, kısıtlayan, sıkıştıran bu çabadan vazgeçiyor; hafifliyor, özgürleşiyor. “Kendime başka birisi, bir anneden farklı biri olma izni verebilirim. Sürekli servikal mukusunu çılgınca kontrol edip duran biri olmak zorunda değilim artık” diyor. Bir yas sürecindeki narsisist yaralanmanın sonucu olan çaresizlik, aşağılanmışlık duygularını, kaybı, inkârı, öfke ve suçluluğu derinden yaşadığı dönemleri, kendini açarak, partnerinin kendisine açılmasına kendini kapatmayarak, yeni ve başka araçlar/nesnelere “tutunarak”, daha da önemlisi yazıya dönüştürerek onarmaya başlıyor.

Kendime Notlar için, bir onarma/onarılma biçimi olarak yazmanın örneklerinden biri de diyebiliriz belki, ama nasıl bir yazmak?

“İyi yazmak için sayfaya kan akıtmak gerektiğini söyleyen ünlü aforizmayı bilirsiniz. Bu deyişi icat eden erkek yazarı daktilosunun önünde, karşısında boş sayfayla hayal edebiliyorum. Ne tür bir kan hayal etmişti acaba?” (s. 115)

Koldan, bacaktan, baş yarasından, hangisinden diye soruyor Pine ve ekliyor: “Herhalde rahim ağzından gelen kanı kastetmemişti. O kandan bende çok var: regl kanı, hamilelik kanı, düşük kanı, hamile kalamama kanı, menopoz öncesi kanı.” Bundan sonra meydan okumanın dozunu gittikçe artırıyor Pine.

Patriyarkanın hemen her alanda olduğu gibi kanamamızla, kanımızla bağımızı da nasıl belirlediğini, buraya nasıl sızdığını hatırlatıyor. Bu kanla ne yaptığımızı, nasıl yaşadığımızı… Pedler, külotlar, yapışkanlar, pedleri çıkarırken kasık tüylerini yolmamaya dikkat etmeler, bir erkeğin çarşafına kan bulaşmamasını dilemeler, saklama ve saklanma zorunlulukları... “Meğer,” diyor Pine, “yanılıyormuşum, masamın başına oturup kanı sayfaya akıtmam, beyazı şoke edici kırmızıyla doldurmam gerekiyormuş aslında.”

Regl olduğu ilk güne, o âna, mekâna ve daha da önemlisi o güçlü utanç duygusuna dönüyor. Kendininkiyle beraber farklı tecrübeleri, efsaneleri, kadın oluşla kurulan bağları, okulda verilen kanama ve cinsellik eğitimlerini ve kanın “kir” olduğunun, bilinmemesi, gösterilmemesi, saklanması, sessiz kalınması gerektiğinin nasıl öğretildiğini ve bunların yetişkinken dahi kazınıp atılmasının, hatta bazı feminist sohbetlerde bile konuşmanın zorluğunu anlatıyor. Kanamanın, kanın yaşla beraber değişen anlamlarına da bakıyor. Kadınların hem bedensel hem de duygusal olarak baskı altına alınması, iradelerinin yok sayılması ve makbul kaplara dökülüp şekillendirilmesini kan ve kanamak vasıtasıyla gösteriyor. Neredeyse tabu addedilen regli yaşandığı haliyle dile taşıyor. Kan ve kanamak bir sembol ya da temsil değil; gerçekliğiyle varoluyor kâğıt üzerinde. “Kan yalnızca benim mürekkebim değil, yazılarımın da konusu olacak.” Kanıyla barışıyor Pine. “Zahmetli, dağınıklık yaratan, gerekli, canlı, ıslak ve ilham verici. Bir de kırmızı. Ve parlak. Ve de benim.”

Toplumun hamile kalmayan, düşük yapan “üretemeyen” bir kadına bakışıyla menopoza giren kadına bakışındaki benzerlikleri, kanamanın ve “meşru” addedilmeyen hamile kalmanın nasıl bir utanca dönüştürüldüğünü bizzat yaşıyor. Eril beden politikalarının, kurumların da desteğiyle işlemesi ve sürmesini, bunun bedenlerde ve duygularda yarattığı tahribatı da. Tüm bunlar bir tür uyanış onun için. Bedenini utanç ve özür olarak yaşamaktan vazgeçmeyi öğreniyor. Kanayan bir kadın olmayı henüz tecrübe bile etmeden kendisinden beklenenleri ona boca eden aile, toplum, okul, sağlık kurumlarına bu sefer geçit vermiyor. Kanama başlayınca da, bitince de bedenini en baştan tanımak, anlamak, duymaya çalışmaktan ve ona soru sormaktan vazgeçmemeyi öğreniyor.

Annesinin Bedenlerimiz ve Biz kitabını karıştırıp oradaki bedenlere baktığını ama kendi vajinasına bakmasını tavsiye eden kısma gelince kitabı kapattığını hatırlıyor. Uçaktaki bir kadın dergisinde vulva sağlığı konusunu anlatan bir yazının labiaplas reklamı olduğunu, yakın zamanda benzer başka bir makaleyi ve bedenin bir “kozmetik” olarak ele alınışının canını sıktığını hatırlıyor. Bedenin değiştirilmesi, düzeltilmesi, güzelleştirilmesi, törpülenmesi gereken bir kozmetik nesne olmadığını artık biliyor. Kendi bedeninden gençliği boyunca tiksinmesinin altında hangi öğrenmelerin yattığını, beden politikalarının kadınlar üstünde tahakküm aracına nasıl dönüştüğünü böyle böyle çözüyor. Ataerkil bakışa meydan okumak amacıyla porno kültürüyle mücadele ettiği “iddia edilen” bir dans gösterisini izlerken kadınların kasıklarında hiç kıl olmadığını fark ediyor. Dayatılan güzellik standartlarına karşı gelinirken dahi onun yeniden üretilmesi, tekrarlanmasına şaşırıyor ve orada kendisini tuhaf, ayrıksı hissediyor. İyi, tam, yeterli, yeterince dişi ya da “doğru dürüst” bir kadın olup olmadığını sorgulayan, kendisini yargılayan ve suçlayan bir kadın olmasının sebeplerini, bunu toplumsal, kültürel olarak dayatan, öğreten araçları ve içselleştirilmiş cinsiyet ayrımcılıklarını fark ettikçe kendisine daha da yaklaşıyor.

Endişe etmesine, fiziken acı çekmesine rağmen sessiz kaldığı pek çok ânı var Pine’ın. Bedenlerimizde çocukluktan yetişkinliğe taşıdığımız tüm işaretlerin de kim ve ne olduğumuzu gösteren birer kimlik, biyografik öğe olduğunu söylüyor ve soruyor. “Peki, ya bedenim bir hikâye anlatabilseydi? Ne söylerdi o zaman?” Bedenini dinliyor, duyduklarını yazıyor:

“Bence kandan söz ederdi. Kanın büyüleyici gelgitlerinden. Sonlanmaktan ve yenilenmekten. Parmaklarımla ellerimin başka birinin dudaklarına dokunuşundan söz ederdi bence. Tenin tene temasından. Islak ve yavaş. Yumuşak ve sert. Soğuğun şoku, sıcağın hazzı. Orgazmın hazzından, gülmenin hazzından, açlığını doğurmanın hazzından söz ederdi. Keskin ve baharatlı tatlardan, serinletici ve kremsi tatlardan söz ederdi. Gözetmeyi ve dizginlemeyi anlatırdı bence. Hoş ve nahoş kokuları anlatırdı. Temizliği ve pisliği. Hastalıktan ve iyileşmekten, metanetten ve gelişmekten söz ederdi. Kayıplardan ve üzüntülerden söz ederdi. Tek başınalıktan ve bir arada olmaktan. Dayanıklılıktan ve dönüşümden. Doyumdan. Mutluluktan. Neşeden.” (s. 137-138)

Sessizliğin kadınlara öğretilmesine yönelik itirazına kendisinden başlıyor. Kendisi hakkında konuşamamayı, kendisini yalnız hissetmesine sebep olanları anlatabileceği bir dilinin, sesinin olmamasını “felaket” olarak adlandıran, “sessizliğim tamdı” diyen Pine nasıl anlatacağını, nereden başlayacağını bilemediği tecrübelerini paylaşırken mırıltıyla başlıyor, sesi zamanla söze, kendinden emin bir dile dönüşüyor. Kendini her nasılsa öyle yaşadıkça ve anlattıkça sesi yükseliyor. Güçleniyor. Sakinliğini ve serinliğini kaybetmiyor. En nihayetinde, “Bir kadın kanını sayfaya akıttığında böyle görünüyor işte”.

Uzunca bir süre ses ile sessizlik arasında bir yaşam sürüyor Pine. Anne ile babası ayrıldıktan sonra kız kardeşiyle beraber annesiyle yaşıyorlar. Okuldaki beslenmeden evdeki televizyona, sabah kahvaltılarından kıyafetlere... sahip olmadıkları onda nefret uyandırıyor. Yokluk ve yoksunluklarla baş etmesinin yollarından biri olarak mesela yemeyerek temiz, hafif, güçlü hissetmeye başlıyor. Bunları sessizce yaşarken bir yandan da yüksek sesle konuşan, ne zaman ne diyeceğini bilemeyen, kendisiyle ilgili söylenenleri fazlasıyla ciddiye alan, hastalanıp sakatlansa da doktorlara şikâyetini anlatmayan, uyumayan, yanlışlar yapan, kaygıları gittikçe artan, evde de, dışarıda da yalnız bir hayat süren biri. Üç yılda beş lise değiştiriyor. “Hayır diyebilecek kadar özgüvenli” olmadıklarını da ekliyor. Rızayı, sınır ihlalini henüz bilmiyor. Tam buralarda mırıltı tekrar berrak ve güçlü bir dile dönüşüyor ve dolambaçsız konuşuyor Pine:

“Fazla hevesli bir oğlan elinin büyük kısmını içime soktuğunda kızlık zarımın yırtıldığını, iç çamaşırıma kan bulaştığını hatırlıyorum. Canım yanmıştı ama başka kızların olanları duyup bana gülmesinden korkarak sessizce yüzümü buruşturmaktan başka bir şey yapmadım.” (s. 151)

Çıkaracağı sesin nasıl algılanacağına dair endişelerinin onu hayır dememeye ittiğini, sessizleşmesinin kökenindeki tanıdık duyguları ve bu tanıdıklığın sebeplerini de dile getiriyor. Seksi “Burada değilim ben” cümlesiyle, rıza dışı sevişmelerle hatırlıyor. Pek çok istismara hem tanıklık ediyor hem de maruz kalıyor. Okul bırakanlar, uyuşturucudan ölenler, intihar edenler, babasının istismarına maruz kalanlar, koruyucu aile yanına verilenler: “Hepimiz hayatta kalamadık”, oysa “Yardıma ihtiyacımız vardı. Korunmaya ihtiyacımız vardı.”

Yalnızlık, mutsuzluk, kaybolmuşluk duygusunu derinden yaşıyor. En çok tekrarladığı kelime acı; zihinsel, fiziksel, duygusal acı. “Keyifli ve kaygısız” görünse de kendi deyimiyle içten içe soğuklaşıyor, donuklaşıyor. Kendisine değer vermediğini, kendi kendine yıkıcı davrandığını fark ediyor. Tüm bunları anlatacak bir dil, ses bulmakta güçlük çekiyor. İyiden iyiye sessiz, sözcüksüz, söyleyemeyen birine dönüşüyor gençliğinde. 19 yaşındayken kadınların kişisel hikâyelerini anlatmak için cesaretlendirildiği feminist bir etkinlikte kendi kendine “Hiç tecavüze uğramamıştım” derken dinledikçe fenalaşıp salondan çıkıyor. “Çünkü tecavüze uğramıştım.” İki farklı an hatırlıyor. Hayır, yapma demesinin, durmasını söylemesinin, bağırmasının bir işe yaramadığını: “Sonra yalnızca dişlerimi gıcırdatmış ve yakında biteceğini bilerek sessizce gözyaşı dökmüştüm.”

Onun “Hasarlıydım ama o günleri atlattım” ifadesi kırılganlığın kabulü olarak okunabilir mi? Pine kendi incinebilirliğini ve yaralarını ilişkiler, ilişkilenmelerle beraber salt kendi sorunu gibi algılamamaya, görmemeye başlıyor. Bu inkâr duvarlarını kırmasını, örtmekten, yok saymaktan, unutmayı tercih etmekten vazgeçmesini sağlıyor.

Üniversite, dersler, seminerler, kitaplar ve buralarda tanıştığı insanlarla bağları onu değiştiriyor, kendi sesine, bedenine yaklaştırıyor.

“Kendi bedenime, tenime ve sinir uçlarıma –bana ait olan, başkasına değil– bir haz alanı olarak sahip olabilmek ve bir fail olabilmek, uzun bir dönüşüm gerektirdi; bana hâlâ radikal gelen bir dönüşüm bu. (...) Meğer seksin eğlenceli olması gerekiyormuş ve öyleymiş.” (s. 181)

Otuzlarına geldiğinde fiziksel benliğine farklı bir tavırla yaklaşmayı keşfedişinin sarsıcılığından söz ediyor ve artık, “Fazlasıyla burdayım”.

Özetle denilebilir ki, Pine bir kadın olarak kendisine çocukluktan itibaren öğretilen korkuları, kaygıları, sakınmayı, dilsizliği; erkeklerin evde, sokakta, işte kurdukları egemenliklerinin kolay kolay sarsılmamasını; ayrımcı, eşitsiz ilişkilenme ve paylaşım biçimlerini sessizlikle karşıladığı anların hepsine bu anlatısında meydan okuyor. “Kadınlara ait oldukları yere dönmelerini, sessiz olmalarını” söylemelerinin pek çok yolunu hem kendi hem de yakın çevresinin tecrübelerinden aktarıyor.

Profesyonel ve güçlü görünmek için geriye çekildiği ve sustuğu anların kendisini dönüştürdüğünü, bu anlardaki acıları hatırlamanın yeni bir varoluşa kapı araladığını görüyor. Öğreniyor ve hatırlatıyor: “Meğer aynı anda hem yüksek sesle konuşmak hem sessiz kalmak mümkünmüş.” Korkmamak ya da korkmuyormuş gibi davranmak değil, rağmen denemekten vazgeçmemek. Yazmak dahil.

O halde bu yazı boyunca kulağımdaki seslerden biri gelsin, Asuman Susam’dan:

“beyaz su, göz gözeyiz gözlerimle
sayıklama ve sıyrık sustukça çoğalan
sen bil de söyleme sır seste
direnmeyi görünür kılabilir
dil yetmiyor, ama çığlık”

 

KAYNAKÇA:


Emilie Pine, Kendime Notlar, çev. Begüm Kovulmaz, Domingo Yayınları, 2021, İstanbul.

Nilüfer E. Güngörmüş, Sanatçının Kendine Yolculuğu-Sanat ve Edebiyat Üzerine Psikanalitik Denemeler, Metis Yayınları, 2021, İstanbul.

Asuman Susam, Plasenta, “füsünkâr”, Everest Yayınları, 1. basım, 2018, İstanbul.