"Hasret burcu şairinin zamanı içten dışa, dıştan içe bu türden sancılı çatışmalarla da yaşandı. Bu durum modern çağın her kültürel ikliminde görece böyleydi; derecesi farklı. Zamanıyla boğuşmaktan umutsuzca yıpranmış şairin sinir uçları denetimsiz yanıp sönecekti. Doğdum mu doğmadım mı, oldum mu olmadım mı; şair miyim değil mi? Bunu nasıl bilebilirim?"
26 Kasım 2020 19:30
“Her şeyin zamanı, ve gökler altında her işin vakti var; doğmanın vakti var, ve ölmenin vakti var; dikimin vakti var, ve dikilmiş olanı sökmenin vakti var; öldürmenin vakti var, ve şifa vermenin vakti var; yıkmanın vakti var, ve bina etmenin vakti var; ağlamanın vakti var, ve gülmenin vakti var; dövünmenin vakti var, ve oynamanın vakti var; taşları atmanın vakti var, ve taşları devşirmenin vakti var; kucaklaşmanın vakti var, ve kucaklaşmadan çekinmenin vakti var; aramanın vakti var, ve yitirmenin vakti var; saklamanın vakti var, ve atmanın vakti var; yırtmanın vakti var, ve dikiş dikmenin vakti var; susmanın vakti var, ve söylemenin vakti var; sevmenin vakti var, ve nefret etmenin vakti var; cengin vakti var, ve barışıklığın vakti var.”
(Eski Ahit/ Vaiz/ Bab 3/1-9)
“Şunu açıkça söylemekte fayda var: Hem sanatta hem de insan hayatının geçip gitmesiyle ilgili genel fikirlerimizde, genel anlamda daimi bir vakitlilik olduğunu varsayarız. Yani hayatımızın erken dönemleri için uygun olan şeyler geç dönemleri –ya da hayatımızın geç dönemleri için uygun olan şeyler erken dönemleri– için uygun değildir.”
(Edward W. Said, Geç Dönem Üslubu – Rüzgâra Karşı Edebiyat ve Müzik)
“Zaman geçer, birden görür: Çevreyi ve dünyayı dilediğince bir biçime sokmanın zorluğunu görür. Mutluluk… hâlâ gerçekleşmemiştir. Bunu anlar. Anlar ki kendi küçük özlemlerini bile gerçekleştirememiş, yakın çevreyi bile değiştirememiştir. Gösterdikleri, hatırlattıkları yüzde kaç uygulanmış, sözü ne dereceye kadar geçerli olmuştur; görür, yazdı da ne oldu!”
(Behçet Necatigil, Şiir Burçları/ Hasret Burcu)
Şair hangi şiirsel konağa gelirse ‘hasret burcu’na girmiş olacaktır? Bu burcun bir işareti, bir belirtisi var mıdır? Bu ve benzeri soruların kaynaştığı yol ayrımındayız. Bu ayrımda temel soru şudur daima: Şiir neyin arzusu, neyin hasretidir? İnsan kadar yaşlı, dünyaca geniş şiirin her bir şairini kapsayan hasret burcu atlasını çıkarmak kuşkusuz olanaksızdır. Her tekil insan ömrünün aynı evrim yasalarıyla işlediği gerçeğiyle bir soyutlamaya varmak mümkündür ama. İşte, Behçet Necatigil de “şair burçları”nı böyle bulmuş olmalı. “Doğdu / aç parantez - öldü / kapa parantez. Aradaki o boşlukta olan biten işlerin özenli bir kayıtçısıydı. Türkçenin tarihinde her kim varsa şair-yazar, yaşamlarından ve yapıtlarından kolay eskimez iki büyük sözlük yapmış olan şairin bulduğu soyutlama da kolay eskimeyeceğe benzer. Bu isimlerin, bu eserlerin yaratılma süreci her bir şair ve yazar için sancılı konular olmalıydı. Çünkü o parantez içi boşlukta doğmak-doğmamak, olmak-olmamak gibi karşıtlıklar çatışacaktır. Yunus’un “uyandım / büründüm / göründüm”ü, Mevlana’nın “hamdım / piştim / oldum”u, bu tür yaratıcı duraklarının mevsim adları gibidir. İçinden geçtikleri gökkuşağının anayolları. Geçmişten gelen bu şiirsel mevsimler, Necatigil’in burçlarına bire bir benzer.
Bir örnek de Borges’ten. Yetmiş iki yaşında bile kendine şiir çırağı diyen, şairliği ‘her yeteneğine feda’ kadar önemseyen Borges, ‘başyapıtım’ dediği Kum Kitabı’nın[1] bir öyküsünde (Ayna ve Maske) şair ile kralı zorlu bir durumda buluşturur. Kral zafer kazanıp dönmüş, şimdi de bunu şiirle taçlandırmak istemektedir. Danışmanların seçtiği bir şairi hemen görevlendirir. Yıl geçer, semalarda bülbül sesi duyulur, şair saraya gelir, kral ve huzurdakilere destanını okur. Krala göre iyidir destan. Ama özgün değildir; öncekilerin bulduğu hünerlerle kurulmuştur. Cansızdır. Gümüş aynayla uğurladığı şaire yenisini beklediğini söyler. Yıl geçer, bülbül öter, şair gelir. Destan hacmi kısalmış, şair hayli yıpranmıştır. Öncekine göre daha özgündür, kral biraz daha beğenir. Ama “Tanrı’nın koşulu üçtür” deyip altın maske armağanıyla uğurladığı şairden yenisini ister. Aradan yıl geçer, bülbül öter, şair yapıtını bitirmiş, ama neredeyse başka biri olmuş, saraya gelir, elinde destanı andıran hiçbir şey yoktur. Kralla baş başa kalmak ister. Kalırlar. İkisi baş başa şiirsel hikmetin yakıcı sonucuyla buluşurlar. Tek kelime, belki tek dize. (Dize miydi, kralın kulağına söylenen, tek kelime miydi, Borges bile duymamış.) “Sonrasına dair bildiğimiz şudur” diyor Borges: “Kral kalan ömrünü dilencilik ederek tamamlayacak, şairse kralın son hediyesi hançerle o gün orada canına kıyacak.”
Ve zaman boğumlarına dair bir örnek de Nâzım Hikmet’ten: Masallar Masalı. Şaire bu şiiri yazdıran kozmik döngü de benzer anlamlar çağrıştırır:
“Su başında durmuşuz”… / Sonra su gidecek / güneş kalacak / sonra o da gidecek...
“Yıllar yılı şiir gözetiminde gide gele içimdeki gurbette” diye başlamıştı bir yazısına Necatigil. Bu yıllar yılına geceyi gündüze kaydırıp üç şiir kitabı sığdırmış, ama dördüncü kitabının eşiğine gelince (“birden bir ürpermeyle”) kendinde yeni bir şairi görmüştü. Bu şairin doğum sancılarıyla uyanmış gibiydi. “Benim şiirim Eski Toprak’la başlıyor” diyordu. Kimdi bu yeni şair, neydi söz ettiği gurbetten daha sancılı bulacağı hasret burcu şairliği? Onun “bu-ben” ya da “şair” diyerek kendine de mesafe koyabilen diliyle duymak en iyisi:
“Şair kendi şiirini özlüyor, gurbetlerde oyalanmanın zaman kaybından başka bir şey olmadığını gördü. Yazdıklarında ne kadar kendisi, ne oranda başkaları olduğunu gördü. Kendine özlemiyle dolmuştur. Yoğunlaşır, belirginleşir bu özlem. Şimdi şikâyetleri, tedirginlikleri kişisel biçimlere girer, kendi bakış açısını, kendi yazış biçimini bu surette bulur. Saplantıları, inançları dikeyinde derinleştirir. Sularda halkalar eşmerkezlidir, kıyılara daha sert çarpar. (…)”[2]
Okurları bilir, Eski Toprak’tan (1956) önceki işleriyle de –Kapalı Çarşı, Çevre, Evler– şiirsel kamudan cömert bir kabul görmüştü. Geçici barakasını kurmuş, her yazanın arzuladığı ‘bana şair desinler’e çoktan kavuşmuştu. Sonradan derlediği “Sevgilerde” de görüldüğü gibi, ‘olmamış’ saydığı kitaplarından bolca şiir vardı – geçmişinden vazgeçmemişti. Arkadaşı Turgut Uyar, Eski Toprak’taki şairi şöyle görmekteydi: “(Kitaptaki şiirlerin çoğunda), şiirin kendinden önce, Necatigil’in yoğun, yabancı, yadırgamış, yorgun kişiliği duruyor.”[3]
Gide gele, o kuşkuyla yaşamasından olabilir mi bu yorgunluk: Bu şiirler benim mi? Ama başka sesler var, başka söyleyişler, başka havalar. Zahmetle yarattığı şair kişiliğinden kuşkuya düşmek ağır bir tinsel kriz olmalı. Bu yaman çıkmazı şiir yolunda inatçı her şair yaşamıştır, diye de düşünüyordur.
Şiir için bu “çıkmazın güzelliğini” yaşayarak adlandıran somut bir örnek daha var: Turgut Uyar’ın kendisi. 1955’ten beri hep söz ederdi bu durumlardan; ama gene de muğlaktı sözü bize. Nihayet, bu iklimden beklenmez türde bir kitap çıktı da, şairin ‘çıkmaz/acemilik/korkulu ustalık’ ısrarının ne anlama geldiğini anlayabildik. Şiirde doğmak-olmak denkleminin içini biraz olsun canlandırabildik, Orhan Koçak’ın ‘Bahisleri Yükseltmek’iyle.[4]
Uyar’ın derin öyküsüne girmeyelim burada ama Orhan Koçak’tan aynı temalı bir örnek daha verip de geçelim.[5] Koçak, Enis Batur’u incelerken şu yargıda bulunmuştu:
“Şairler için, güçlü şairler için asıl kaygı konusu, kendi ölümlerinde hazır bulunamamak değil, kendi doğumlarında hazır bulunamamaktır. Şiir terimlerine tercüme edersek, şair olarak geleceğe kalıp kalmayacağı sorusundan çok, şair olarak doğup doğmadığı ya da kendini şair olarak “yeniden icat edip etmediği” sorgusu kurcalar onun içini (ne zaman “olmuştur”, hiç “olmuş” mudur?). İkinci kaygı birincisinin türevidir – ve belki de o ilk sancının hiçbir zaman tam aşılamadığının bir göstergesi.”[6]
Koçak’ın Enis Batur’da saptadığı bu izlek, (doğdum mu/doğmadım mı) Bahisleri Yükseltmek’in de temel izleğidir. Bu yazının izleğine göre de, aslında hasret burcu şairinin bir örneğidir. Koçak, Enis Batur’dan şu parçayı işaretlemişti. (Şairin Ars Poetika şiirinden).
Kömürden elmasa varmak için
çıktığım yolda elmastan yola çıktığımı
unutmadım: Yangınsa sonumda yazılan,
orada yazacağım an gelmeli de. Birer
kıvılcım olsun harflerim, her kelimemi
yalım dili taşısın – öyle bir ateş ki
içinde içimde tutulmuş bir karanlıktan
kana kanaya içsin herkes, istedim.
Aynı şiirde şu da vardır:
Hiçbir şeye benzemediği söylendi şiirlerimin,
Wallace Stevens’a benzediğim, hiç kimseye
benzemediğim, olsa olsa 'II. Yeni’nin devamı',
'III. Yeni’nin ta kendisi' sayılabileceğim –
'delisaçması bir söz ve işaret yumağı' denildi.
Bütün bunlar bensem, bütün bunlar bendim.”
Şiirin gurbetine düştüğünde şair (her şair) kendisine engin bir şans tanımıştır.[7] İçine girdiği ama epey yabancısı olduğu şiirsel dünyada kendini yaratma şansı. Bu kolay verilecek bir şans, hiç de bedava bir kredi değildir. Daha yeni geldim, yeni düştüm, acemisiyim bu yolun; daha dün uğradım kazaya, kalbim daha yeni kırıldı, daha yeni uyandım gerçeklere. Yeni hissettim kırıklarımın acısını. (‘Cahildim dünyanın rengine kandım’ diyordu Neşet Ertaş.) Şimdi ve hemen, bu ürkütücü yalnızlıkta bir barınak kurmalıyım telaşındadır şair.
Robinsonluk. Necatigil, gurbet dönemi şairliğini bir tür Robinsonluk diye betimlemişti. Dalgaların parçaladığı gemiden kıyıya vuran ne kaldıysa bulabildiği aletlerin yardımıyla hemen bir kulübe, bir sığınak kurma gayretindedir, kazalardan her nasılsa kurtulmuş göçmenler gibi. Gerçek bir güvenli sığınak mıdır şiir, henüz bilemez. Bulduğu, duyduğu ve büyülendiği kelimelerin gölgesine acilen sığınmalıdır ama. Rüyadan sıçrayıp uyanması sıklaşmış, çevreye verdiği rahatsızlık giderek artmıştır. Kendisine açtığı şansla, şiir içinde yaşar kalma şansıyla bu şair nereye kadar varır, bilinmez ama yolunda olmanın belirtileridir bunlar. Yaşamak için şiirden başka yerlerde var olma olanağı aranırken bazı seçimlerin şiire baskın çıkması gibi durumlar şairin şiire bağlanış tutkusuyla orantılıdır. “Gençtim, çok genç – şiiri düzen sanmıştım:” diyordu Enis Batur da. “Çileydi gözümde, arınma ve yurttu, / terkedilmiş yüzüm için her an yanımda yürüyen aynaydı, gecenin kaynağında / gövdemi dalgalayan simsiyah su, sanmıştım.”
Bu muhteşem ruhsal betimleme tam da içten içe davet edilircesine gelen şiir kazalarının öz-çekim manzarasıdır. Bu tür sancılarını şiirinin vazgeçilmez izleğine dönüştüren şairler de vardır. Onmaz kederini kabullenmiş, ama gene de bir umut o vuslatı özleyen dünya göçmenleri. Cevat Çapan’ın kendisinin ve çevirip buluşturduğu birçok yoldaşının izleği bu türdendir. Hepsi Batur’daki bu içsel manzarada gezgin birer şahittirler. Gurbetçi işte: “Hem çile, hem arınma hem de yurt.” O yurt nerede, hangi mevsimde, hangi zamanda?
Hangi zamanda? Hasret burcunda şairin iradesi dışında güçlü bir belirteç daha vardır: Zaman. Onu hangi biçimiyle yaşamışsa şair, balığın zoka yutması gibi tozunu-dumanını içine çekmiştir fazlasıyla. Üflediği şiir nefeslerini o toz-duman parçacıklarıyla bezemiştir. Şair zamanın yabancısı gibidir gene de; kendi halinde bir yabancı, demek yadırgı halde.
Örneğin Mayakovski’ye zaman ne yapıyordu ki, dişini sıksa da dayanamadı? Kendi yarattığı benliğinden hep umutla beklediği anlaşılma dönemi ha geldi ha gelecek, beklemekteydi. “Değerimi tam olarak tartabilmek için de zaman gereklidir” diyordu ama şunu da sık soran oydu: “Nereye gidebilirim içimin cehennemi tutuşunca?” Beklediği o zaman gelmedi, kaçacağı bir ada hiç görünmedi. Açlığın, kıtlığın, üstelik savaşın ortasına doğan yenidünya’nın toz-dumanından göz gözü görmez bir zaman. Bu zalim koşullarda şiir kuşunun etini hoyratça kesip yemek pek de yadırganmadı.
Mayakovski bu; ‘Sarı kazaklı kızıl şair’, devrimin büyüleyen ateşinden süzülmüş bir şiirsel benlik olarak görüyorken kendini, gürlemekteydi. En kısa “özetiyle”: “Ben Mayakovski! Odun yontucu! Bir pantolonlu bulut. Fütürist devrimci, ben. Halkın beğenisini şamarlayan ben, geldim. Aşkım Lili’nin köpeciğiyim ben. Ayrıca Kızıl Trenin ajit-propu olarak müjdeye geldim, ben! Kızıl destanımızı söylemeye. (Nâzım’da da bu izlekler sert sert nefeslenecektir.)
O böyle söyledikçe alay ediyorlardı. Şiir ağaları ona, o “Lili köpeciğine” “şaire” diyorlardı. Parti komiserleri buyruk yağdırıyordu. (Nâzım’a da “proleter kuşu” denmişti.). Muktedirler şair kadınlara on binlerce yıldır ne yapıyorlarsa, artık her şaire yapıyorlardı. Mayakovski’yi hoyrat bir kahkaha eşliğinde şöyle de teselli ediyorlardı: “Sen öl hele, sonra okuruz şiirlerini.”
Dayanamadı, fazla da uzatmadı. Ama ondan önce Sergey Yesenin intihar etmiş, Mayakovski sitemkâr bir kederle şöyle demişti: “Yaşamak yeni bir şey değildir, diyorsun / Ama ölmek de hiç yeni değil ki dostum!” Bu ölüm-yaşam denklemini bu kez de o ters yüzünden kendisi doğruladı. Yesenin’i haklı çıkararak.
Hasret burcu şairinin zamanı içten dışa, dıştan içe bu türden sancılı çatışmalarla da yaşandı. Bu durum modern çağın her kültürel ikliminde görece böyleydi; derecesi farklı. Zamanıyla boğuşmaktan umutsuzca yıpranmış şairin sinir uçları denetimsiz yanıp sönecekti. Doğdum mu doğmadım mı, oldum mu olmadım mı; şair miyim değil mi? Bunu nasıl bilebilirim? Yanıtsız sorularla sinirler iltihaplanacak; sabuklamalı-büyüklenmeli-küçük görmeli sert kibirler, taşlaşmış gururlar edinecek, daha da başka sahte fenerler yanıp sönecekti şairin zihin çakarlarında. Hassas uçlar her an kısadevre yapabilir, –bir eleştiri, bir dudak bükümü, hatta bir anılmama görsün veya duysun– alçak fazdan yüksek gerilime ansızın tırmanabilir, fazın şiddetini birden kendine döndürebilirdi. Ölçüler uydurdular; kalabalık ilgisine, kaptığı ödüllere bağladılar şiir yurdundaki varlık hacmini. Bunlar, bu şairlik koşulları birer ölçüyse, gönül ki, yanıla yıkıla, sahibine yetişme telaşında, kesip atmamışsa sürünecekti.
İşte, gene de direnip didinmiş, gurbete alışmış, derme çatma da olsa bir barınak edinmiştir. Kendini şair olarak görme-görmeme geçilmiş, bunu kendine doktorsuz inandırmıştır. Ama şimdi de kendilik-kişilik arayışı tutuşacak, hasret acısı tam burada başlayacaktır.
Belki de şiirin altın çağındaki şairler giriyordur düşlerine. Sözüne yasalar kadar kıymet verilen kişilikler doluşuyordur rüyalarına. Aslında bu arzusu tam bir abartı değildi, gerçekten olmuştu bunlar: Şair olduğu için adil olacağına da inanılan, biraz da filozofluğu bulunan Solon’a verilen yasa yapma görevi aynıyla böyleydi (İÖ 6). O Solon, –herkesle iyi geçinmeye özenle çalışarak– yaptığı yasayı nihayet ilan edince, iyi geçindikleri dâhil, onu bütün Atina yuhalamıştı. Evinden çıkamaz oldu, yuhçuları lanetleyerek öldü.
Solon gibiler az da değildi; böyle bir şair benlik modern çağa kadar nasıl kalabilsin? Ama hiç olmaz da değildi. Tarih yasası bu: zamana ukdesi kalmış bazı ölüler vakti gelince yeni kılıklara bürünüp dirilirlerdi. İşte biri: “Ben Walt Whitman!” diye başlayan. Şiirleriyle, acilen uygulanacak bir insan hakları evrensel beyannamesi ilan eden, dirilmiş bir yalvaç gibiydi. Çimen Yaprakları’na uzanmış. Geleceğin şairleri! / Geleceğin söylevcileri, / şarkıcılar, çalgıcılar! (…) Sökün kilitleri kapılardan / Sökün kapıları kasalarından.Yüzyılı çoktan aştığı halde, şairin acil dediği temel özgürlüklere bile muhtaç yaşamaktayız – doğu batı güney kuzey. Aynı zaman diliminde, vahşetinden türemiş modern uygarlığa nefretle haykıran başka yeni zaman şairi de vardı. Kendi şairliğini eski yalvaçlarla kıyaslayan “dandy” Baudelaire de bu kişiliklerdendi. Kökten başkaldırının yeni prensi Arthur Rimbaud tam böyleydi. Bu çağın uygarlığını da bu yeni insan türünü de sermaye bataklığında yeşeren yeni bir kötülük saydılar. Avrupa’ya lanet okuyarak yaşayıp gittiler. Çağının ‘kara güneş’ine kapılmış, sokak lambasında asılı Nerval hangi şairin rüyasına girmezdi?
Peki ama neyin peşindeydi, nereye doğru seyrederdi hasret burcu şairi. Şiirsel cennet inancının yeniçağ buharında söndüğü kesindi. Kitaplarla hayatların arası baştan yarılmıştı. Ama eskilerden birçok kompleksin yanı sıra bir de Empedokles kompleksi kalmıştı şaire. Sanrı serabı. O filozof şaire ‘işte budur aradığım temel töz’ dedirten, öyle sandırıp içine çeken volkanın akıttığı magma çoktan sönmüş, üstüne kentler kurulmuştu, bu tamam. Ama hangi modern şair kanardı yaşamasızlığın sıradanlaşmış diktasına? Abys’e atılan titanlar gibi uğulduyorlardı.
Şiirin gücü nedir? Nerededir? Hiç olmuş mudur? Bu konuları en çok çalışanımız Melih Cevdet Anday’dır. “Eski ozanlar, eski filozoflar,” diyordu, Şiir Çağı[8] yazısında, “günlerinin bütün bilgilerini edinmiş kimselerdi. Eflatun gibi Lucretius da her şeyi biliyordu. Ama sonra, sonra bilimler daraldıkça, filozoflar, birer bilim adamı olmaya yöneldiler ve ister istemez belli bir bilim dalında uzman durumuna geldiler. (…) Ozanlara gelince, onlar uzun bir süre bilimlerden söz açmadılar artık, giderek bilisiz, tüm bilisiz görünmeyi yeğlediler. (…) Bilimin varmak istediği yer değildi onların amacı, bu yüzden neyi bilip neyi bilmedikleri belli olmayan birtakım büyük ozanlar yetişti.”
Burada paragraf aralığı kadar durur ve şöyle sürdürür Anday: “Ama bu durum bizi aldatmamalıdır, biz bu durumdan, ozanı ancak bilisizliğin yetiştirdiği sonucunu çıkarmamalıyız.” Böyle diyerek şairi “bilgi evinin odaları”na çağırır. Arkadaşı Oktay Rifat, Anday’ı şöyle doğrulayacaktı: “Konuşarak kalktı / Masaya gitti / Kitabı aldı / Yuvası oradaydı.”
Modern şiirin de unutulmaz zamanları, şiirin bilimle, felsefeyle rekabete girişme gücünün yettiği zamanlardı. Bu büyük çağı (19. yy) ve sonrasını anlamak için yapısal bir yol öneriyor Roland Barthes. “Aynı zaman diliminde doğan (1870 ve 1871) iki edebi gemiyi düşünelim” demişti. “Kaptan Nemo’nun (Jules Verne) çağın bilimiyle donanmış, gözü hedefe kurgulu, içbükey kapanıklığında Nautilus’u, bir. Bir de simgesel karşıtını, Arthur Rimbaud’nun imgelerle donanmış Sarhoş Gemi’sini karşılaştıralım” demişti. “Bu iki geminin temsili, modern çağın iki farklı bireyinin de temsilidir” diyordu Barthes. Nautilus’u, burjuva sınıfının ilerici soyundan gelme sayıyor, “doğanın akılla tutsak edilmesi gerektiği inancını taşır bu gemi” diyordu. Doğa bu geminin zihninde birer nesne parçasıydı.
Kaptanı, tayfaları, yolcuları, geçtikleri sular bile sarhoş, inadını bozmadan dalgalara direnen Sarhoş Gemi nedir peki? “Bu gemi, ‘ben’ diye konuşur” diyordu Bartes. İnsan içbükey halinden dışa doğru bu gemiyle açılır. “Mağara psikanalizinden sıyrılmış olarak”. Hakiki bir açıklıkla dünyayı anlamanın özgün şiirine ulaşır.[9]
Bu iki gemi çok kez okyanuslarda karşılaşıp iki yandan bir kafadan çarpıştılar da. Acımasız bir kibirle birbirlerini görmezden geldiler. Bir gün, “zaman nasıl da körleşmeye uğratmış bizi, durup bir düşünelim” dediklerinde çok gecikmişlerdi. İkisi de aynı insancıl ağıttan, benzer türde acıdan doğmuş, acı telafisi uğraşından beslenmiş olduklarını düşündüklerinde, paylaşacak tek haber kalmıştı geriye: Doğanın derisi yüzülüyor! Olguda biraz anlaşıyorlardı; göz önünde, can çekişiyordu dünya. Bu kez de illiyet soruları, uzlaşmasız çözümler çatıştı. (Sonuç gene o kavga: “Faydasız romantik ukala seni! Arsız, vicdansız kâr makinesi seni seni!”)
Nautilus güneşte parlarken, Sarhoş Gemi birkaç tahtası kalsa da direniyordu: “Ölü sulardan iniyor (…) azgın boğalar gibi kayalara saldırıyor”du. Böyleydi durum; şiir tırnak içinde ya da altın sandıklarda korunsun korunmasın, çoktan kamusal önemini yitirmiştir şair. Üstüne kalan yalan batağında çırpınarak yaşıyordur. Bu duruma şiirin de şairin de gecikmiş ölüm durumu dendi, bilimsel tutanaklara en yalın haliyle şöyle geçti:
“Teknolojik ilerleme, gazete ve dergilerin serpilmesi ve fotoğrafın (akabinde filmin) doğuşu, sanatın yahut metnin statüsünü etkilemiş, yeni alımlama alışkanlıklarına zemin hazırlamış, (…) ansiklopedi yazarı ve peygamber-şair figürlerini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakarak bunları salt uzmanlara dönüştürmüştür. Sanatçıların laboratuarı değişime uğramıştır, şairin yerini ise profesyonel politikacı, profesyonel yazar ve profesyonel gazeteci almıştır. Şair adeta anakronik bir figüre –yabancılaşmış bir yazı şehidi, apolitik bir dandy ya da asosyal bir boheme– dönüşmüştür.”[10]
İşte tam burada, bu yakıcı gerçek karşısında ani bir sarsılışla başlıyor olmalı şiirde doğum. Her volkanın altında bilinmez bir itkiyle varlığını koruyan ateşler vardır, canlanır ya. Nemrut Dağı’nı sönmüş sanıyorduk, son günlerde üstünde beliren birtakım gaz dumanlı fenomenler ürpertmişti ya…
Bu çağda şaire kalan eylem; dirim refleksleri gösterebilmek oldu. Sönmüş sanılan volkanlardaki hırs gibi davranarak. Şair için eskiden beri çalışan diriltici hırs belki de şuydu: “Büyük Saat”in gongunu ilk çalan olmak. (Turgut Uyar).
Hasret burcu şairinin önünde, zaman engelinden de sıkı bir zorluk daha vardır: Kişilik. Şair için parlak yıldızların adı gibidir Kişilik. “Parlayan yıldız, ben de sencileyin değişmez olsam” diyordu John Keats. Kişilik nedir öyleyse? Eski değerlere karşı birisi çıkar, yeni bir şey ortaya koyar, hareket sürer. Birisi iki çarpı ikinin dört ettiğini bulmuşsa o buluş kültürel mülktür ona. (Turgut Uyar) Biri çıkıp daha güzelini söylese de devrolunmaz o mülkiyet mührü, şairle bütünleşmiştir adeta. Eskiden bugüne bu türden kişilik edinmenin denenmedik yolu kalmış mıydı? Şairin gözündeki olur olmaz seğirme, şaşı kırpışma, yersiz boğaz temizleme, olur olmaza kafa sallama tikleri dindi mi yani? ‘Övülmeye dair müzmin alışkanlıklar’ (Turgut Uyar’ın sözü bu), gitti mi?[11] Buldum sanıp daha derin yanılmaların ateşi söndü mü?
Şair ya da yazarın yazıyla kuracağı “İkinci Hayat”, hasret burcunun kişilik odağında düğümlenir.[12] Bu nasıl bir şeydir, şair kişilik nedir bu hayatta? O müthiş kitabında yazarların adına kayıtlı, sürgünle başlayan ikinci hayat serüvenini Nurdan Gürbilek’ten duyalım:
“Yazarlar bir yeri anlatmakla kalmazlar, daima yeniden yaratırlar. ‘Vatan’ Namık Kemal’in bölgesiyse, ‘ülke’ Cemil Meriç’in, ‘topraklar’ Orhan Kemal’in, ‘memleket’ Nâzım Hikmet’in, ‘coğrafya’ Tanpınar’ındır. Bu sözcüklerin aynı yere işaret ettiklerini kim söyleyebilir? Cemil Meriç ‘ülke’ sözcüğünden mağdurluk, hüsran ve öfkeden yontulmuş bir ülke yaratmıştı. Nâzım Hikmet’in ‘memleket’i yeryüzünün dört bucağına, Akdeniz’e, Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Hindistan’a açılan, kahredici olduğu kadar yaratıcı da olan bir memleketti. Orhan Kemal ‘topraklar’dan kanla beslenen, bir o kadar da bereketli topraklar, Tanpınar ‘coğrafya’dan yalılar, köşkler çeşmeler ve mescitlerle dolu, sılanın kendisinden yapılmış kültürel bir coğrafya yaratmıştı.”
Bu burçta, zamanın ve ölü şairlerin basıncından kurtulup kendinden doğanı da görebilecek midir şair? Evet, ama Orpheus ısrarıyla inip bir an görecek, kuşkuya düşecek, birden yitirecek, umutsuz şarkılara mahkûm olacaktır: Hiç yitirmemiş olma düşlerine. (“Kendine mahsus, özerk, ikincil bir yurt arıyorsan zahmetine katlanmalısın; deha mı arıyorsun, emeğinin çapına bak” gibi bir söz demişti galiba Oscar Wilde.)
Başkalarında görüp imrenip kendisinde bulamadığı nasıl bir kişiliktir şair için? Bu kişilik neyi kapsar ve neyi dışlar? Garip garip yollardan türlü kılıklarla geçildi ama ne kaldı geriye bu sorulardan? Yunus’tan (bürünmek/görünmek) Mevlana’dan (pişmek/olmak), Mallarme’den (pür olmak/ şair olmak), Nâzım’dan (Don Kişot’ça bağlanmak/adanmak) ve daha birkaçından bazı numuneler kalmıştı ‘kişilik’ten. Kişilik şairin kendi zamanına verdiği yanıttadır. Baudelaire’in içine doğduğu uygarlığın kendisine sunduğu kötülükte de yeşerir. Şöyle:
“Ünlü ozanlar şiir ülkesinin çiçekli illerini çoktan bölüşmüşlerdi” diyor Baudelaire:
“Kötülük’ten güzellik’i süzüp çıkarmak güç mü güçtü; gene de hoş geldi bana bu durum. Temelinden yararsız ve kesinlikle temiz yürekli olan bu kitap, kendimi eğlendirme ve engeli aşmaya yönelik tutkulu bir zevk girişiminden başka amaç taşımıyor”.[13]
İşin daha vahimi, zamanla şu oldu: Bu parlak yıldızların her biri şimdi birer sözlü yazılı folklore düşüştüler. Devletlilerin bile (onların bile) ağzından düşmemecesine, “şenlikli” festivallere ad oldular, konu oldular. Bu gelenek eskiden de vardı. Bildiğimiz bir örnek Arabistan’da yaşandı. Yedi Askı Dönemi’nde. Barbarlık Çağı’nda, Cahiliye’de. İbn Haldun’u da mest eden o çağların asabiye şiiridir, Giambattista Vico’yu da. Ama gel gör; modern çağa kadar şairleri doyuranlar daima kral oldular. Ayna ve Maske meseldi sadece. “Folklor her çağda, kişilik arayışındaki şairin ayak bağıdır” diyordu Cemal Süreya. Folklor ve ‘kişilik’ hakkında şunları yazdığı için, halk sanatını aşağılıyor diye kıyamet kopmuştu (1956’da).
“Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın, dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanını şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da, aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, ‘Kızılırmak Kıyıları’nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.”[14]
Cemal Süreya’nın altını çizdiği “şairi belli olmak”ın da anlamı budur. Sarhoş Gemi’nin kaptanı Rimbaud’nun kendisini göstermek için denediği yollar bu serüvenin en hızlı, en sancılı yaşanış örneklerindendir.[15] Çağındaki cehennemin ömrüne düşen tek mevsiminde bile ne denli fatal, ne kadar kirli, ne yaman dalgacı, ne çabuk yutucu, ne hızla aşındırıcı olduğunu (ansiklopedileri, kitapları yutarmış – yatılı okurken) biliyordu Rimbaud, erkenden. Ama kendince inşaya çalıştığı yeni gemisini, Parnasçıların limanlarda pek yüz gören şan-janlı gemisiyle takas arzusundaydı gene de. (Gurbet Burcu Şairleri’de bu eylemiyle de anmıştık kendisini.) Alayla ya da susuşla karşılandığını sezince, –ters perende– yüce ergen postuna bürünüp görkemli bir kaçışla sır oldu gitti. Yirmi bir yaşında. Hem kendinden hem Avrupa cehenneminden kaçtı. Nihayet otuz yedi yaşında, bir enkaz halinde, şiş ayak, kalbi paramparça geri döndüğünde (ve fazla beklemeden ölüp gittiğinde) onu karşılayacak-uğurlayacak herhangi bir arkadaşı yoktu, garda ve mezarda. (Altı kişilik töreninde, üçü aile bireyleri.)
Rimbaud gibiydi, hızlı büyüyen şairler ocağından küçük İskender. Ama Rimbaud gibi bir başka sarhoşa (Verlaine) değil de, halden anlayan, güngörmüş, gerçek bir şairi tanımış Memet Fuat Abi’sine her nasılsa danışmayı akıl edebilmişti. Latife Tekin gibi. Danışacağı bir eleştiri “kurumu” olup olmaması değildi şairin sorunu. Kendi kendine yalan söyleyip söylememeye dair iç hukukunu bir eleştirmenden değil, kendinden duyup duymamasıydı. (Ör: Didem Madak’ın iç sesleri).
Şairin önünde ikballer açıktı yoksa. Profesyonel politikacı, profesyonel yazar, profesyonel gazeteci, reklamcı, danışman, devlet sanatçısı, saray davetlisi, köşe yazarı, yayıncı, vd... Neyi niye neyle değişecekti?
Bu seçimler çatışması yeterince hasta olma nedenleri değil mi? Hasret burcunda can alıcı bir sorun daha buldu şair: Hastalık. Kişilik ararken yakalandığı hastalık. Burada örneğimi bu kavramı defalarca sormuş bir filozof şairden, Nietzsche’den vereceğim; her zaman söylenip duran Nietzsche’ye soracağım, şiirde hastalık nasıl bir şeydir? Küçük (ya da değil) bir kaydırmacayla. Şem Bilim’de ‘filozof hastalığı’ için fikirlerini çarpıp –kaçırıp hasret burcu şairine yazacağım. (Kurnazın naçiz gerekçesi: Filozof şair Nietzsche, “Şen bilim”[16]adını, kavramını eski şairlerden almamış mıydı? Nerde bunun ilk sahibi?)
“Kimilerince kendi eksikliğidir şiirini yapan, kimilerince kendi zenginlikleri, güçlülükleri” diyor Nietzsche: Birinciler kendi şiirlerine hayati düzeyde gereksinirler. Şiirleri kendine bir destek, bir sakinleştirici, bir ilaç, bir kurtuluştur, diyor. Hasret için katlandıkları dünyayı yazanların çilesi vardır dizelerinde. Sapho’dan, Homeros’tan bu yana gelenler, doğudan batıya ve sayısız; Nietzsche’yi doğruluyordu. (Rabindranath Tagore soruyordu, Whitman gibi: Anlat bana esir, seni bağlayan kimdi? (…) Söyle bana esir, bu kırılmaz zinciri kim dövdü.)
İkinciler, şiir deyince şöyle bir dururlar ve onu nadir yetişen güzel bir lüks sayarlar. (Sâki, Bâki, Nedim, Mallarme, Valery, Pascal, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ted İbrişim ve daha gibi mi?) En iyi durumdayken bunların gözlenmiş halleri şudur Nietzsche’ye göre: “İnandıkları kozmik işaretleri, taptaze imgelerin apaçık göğsüne yazmış olduklarını sandıkları o coşku dolu minnettarlığın şehveti.” Bir de düzgün konuşsalar neyse (diye çıkışıyor). Daima çatışmalı, her yeri karmaşık bir gel-git içindedirler.
Nietzsche göremedi; birinciler’in ellerinde gelişen şiir yirminci yüzyılda gerçeküstücü bilince bürünerek belirdiğinde, ikinciler’in sırça parıltıları sönmekteydi. Bütün şairlerde, ansızın bir benildeme, beklemezliğin şaşkınlığı, bir apışma hali başlamıştı. Gerçeküstü sarsıntısının yankısını dindirmek zordan öteydi. Çünkü yeni şiir evreni hem bilinçte hem bilinçaltında saklı bütün hayatları kapsıyordu. Psikanaliz daha sık devreye girmekteydi.
“Eğer dinler isen haber vereyin / Akıl câsusu nedir göstereyin” diyordu Yunus, Kanaat Destanı’nda. Ama biz bu konakta Yunus’un değil de, Nietzsche’nin kanaatlerini dinlemeye devam edelim. “Belki de,” diyordu, Nietzsche, “hasta şairler diğerlerine oranla daha ağır basıyor şiir tarihinde.” Eğer şair hastaysa, bu hastalık basıncında şiirin kendisine ne olacak? Bu soruyu Nietzsche önce kendisine sormuş, hep sormuş, yanıtı kesmemiş gölgesine de sormuştu.
Fuzuli olsan işin görece kolaydı. “Derdini kendine derman kıl ey Fuzuli” der geçerdin. Ama benliğini ararken paniklemiş, terapiye koşmak zorunda kalmış bir şairsen? Nietzsche’nin yanıt aradığı eski soru yeniden tazelenmiştir ve şöyle: “Tam da burada deney yapma gereği, olanağı ve artık zamanı doğdu” diyor, “gezginin kurulmuş saati” imgesine başvurarak soruyordu: “Tıpkı kendiliğini uykuya bırakmadan önce saatini ayarlayan bir gezgin gibi, şairler de hastalığa bırakıverirler kendiliklerini” değil mi doktor? (Örneğin kendisi Hölderlin, Blake, Rilke, Artaud, Oktay Rifat, Sevim Burak, Turgut Uyar, Necatigil, Vüs’at O. Bener, Mehmet Taner, Lale Müldür, Mehmet Kazım, Sami Baydar, Yücel Filizler ve daha... Çileden kuleye, arınmadan kuyuya, gizli mabetlerden arka odalara huysuzca gezinenler. Kendi sorusuna kendi yanıtını bulmadan rahat duramayanlar, örnek sayılmaz mı?)
Paniktedirler: “Ne olacağım bu basınç altında ben!” Böyle sorarak, uyanınca karşılaşacağı şeyi de düşleyerek, keskin bir karar ânına hazırlanıyorlardır, uykuda bile. Bir şeyin ileri doğru sıçratan ruhunun eylem içinde yakalanacağını seziyorlardır artık.
Bu süreçte şairin zayıflık ânında yaşadığı pişmanlığa yüz verip geri çekilmesinden kaygılandığını söylemişti Nietzsche. Ama o aniden sertleşmeler neydi... Bir de o hiç çekilmeyen iç karartıcılığı… Hoyratça şeyler yaşamıştır ya da tanık olmuştur: Katı dediği ne varsa buharlaşıyor, buharlar zehir taşıyordur; gerçek adına ne varsa zehirleniyor, yalana bulaşıyordur. Duyduğu gürültüler, bu kayan görüntüler, bu hoyrat kalabalık, yalanların performans gösterisinden geliyor olsalar gerek. Terapistine soracaktır bunu. Yanıt beklemeden kendisi yanıtlayacaktır. Ama bu sorular sayesinde, dipte saklı o gönüllü gönülsüz sapmalarını eskisinden daha iyi bulup çıkarıyordur artık. Sınadığı yan yollarının, açtığı patikaların, nefes alıp verdiği durakların gönüllü bakıcısı yazılmıştır kendi kendine. İş tanımı geniştir ama: “Dertli şairler, ıstırapları yüzünden bilinen yollara düştüklerinde ve sonra da o yolları çıkmaz sayıp bilinmez yeni diyarlara vardıklarında, henüz işlenmemiş düşüncelerin güneşli yerlerini yokluyorlardır” diyordu. (“Hayatta çok geç öğrendim / Yolumu kaybetmeyi ormanda.” Cevat Çapan / Walter Benjamin.)
Her seferinde çıkmazda bulsa da kendini, şaşkın bir iyimserlikle, daha güvenlidir artık şair. Şaşkındır ama görmüştür insan çıkmazının ve kendi çıkmazının aynı varlığını. Turgut Uyar’ı beklemeden, “o şair sağlıklı olsa da hastadır artık” diyordu Nietzsche. Şiirsel gereksinmeleri, zihni-egosu, bilinçaltı, iti-biti… Bunların damarına basıp basmadığını, akıl oyunlarına itip itmediğini anlıyor, en azından seziyordur. Ama artık kolayca bu yoldan sapmak istemeyeceğini biliyordur kendince. “Güneşe doğru, sessizliğe, yanlışlığa, yumuşaklığa, sabra, ilaca, bir anlamda canlanmaya doğru”dur artık yolu. Barışı savaştan üstün gören her şair gibi, diyordu, mutluluk kavramını tersinden kavrayan her öğreti gibi, bir çeşit son durumu, son bir ereği tanıyan her metafizikçi gibi… ama hepsinden önce “fizik!” diyordu: “Bir çeşit ayrıyı, öteyi, dışı, alt-üst her egemen dinsel ve estetik biçimde arzulayışı” da içeren fizik istiyordu. Metafizikten önce.
“Hastalık şiirin esin kaynağı değildir, değil mi?” diye sormuştu doktoruna, ışık saçan gözlerini belerterek. Serüvenine yol, doktoruna ayar veriyordur aslında. Henüz son şiirini, Dionysos Dithyrambosları’nı yazmaya, yani çıldırmaya vakti vardır.
Ondan öğrendiğim şu oldu: Hastalık, şiirsel kişilik arzusunun hasret sancılarındandır, sancısı yaşanmadan varılamaz arzuya. Arzunun adına ikinci hayat, yurt, sıla, toprak, ülke, şehir, ithaki filan denir. Avcıyı dağdaki uçuruma çeken yaraladığı geyiktir. Ve atlar, develer ve hasret yüklü kervanlar…
Necatigil, hasret burcu sürecini şununla sonlandırıyordu:
“(G)örür, yazdı da ne oldu!
O zaman hikmet burcuna girer.”
•
[1] Borges, Kum Kitabı, çev: Münir H. Göle, İletişim, 1988.
[2] Behçet Necatigil, Bile/Yazdı, Cem, 1979. “Şair Burçları”, s. 66-68
[3] Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, YKY, s. 58.
[4] Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, Metis, 2011.
[5] Bana kalırsa Orhan Koçak, şairleri şairlerden daha iyi anlayan, sanatların iç bağlarını toplumsal bağlarla düşünerek yazandır; kendinden öncekilerden bile erken gelmiş gibi engin bir eleştirmendir. Dilerim en son gider.
[6] Orhan Koçak, Kopuk Zincir, Metis, 2012, s. 217
[7] Mahmut Temizyürek, “Gurbet Burcu Şairleri”, K24, 20 Ekim 2020.
[8] Melih Cevdet Anday, Bakır Çağı, Everest, 2009. s. 108.
[9] Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin Yücel. Metis, 1998, s. 73-75
[10] Svetlana Boym, Tırnak İçinde Ölüm, çev. Emine Ayhan. Metis, 2009, s. 19
[11] İlhan Berk, gençlik yaşlarında, kapıları çalıp “Ünlü şair İlhan Berk burada mı oturuyor!?” diye sorarak dolaşırmış bazı semtleri. Bu bir meyhane söylentisiydi. Ona sorduğumda ilk kez benden duymuş gibi gülmüş, gülmüştü, “Harika! diye diye.
[12] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis, 2020.
[13] Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden, Çekirdek Yayınlar, 4. baskı, 2001. s. 330.
[14] Cemal Süreya, “Folklor Şiire Düşman”, Toplu Yazılar 1, YKY. S.
[15] Ey mevsimler, ey şatolar! / Deyin kusursuz kim var! // Ben de herkes gibi tuttum / Büyülü mutluluğu denedim. // Hevesten arzudan oldum: / Görün sıfırı tükettim. // Yedi bitirdi bu beni / Takat komadı yok etti. // Sıvışma saati, yazık! / Ölüm saatidir artık. // Ey mevsimler, ey şatolar ey!” (İlhan Berk çevirisi).
[16] F. Nietzsche, Şen Bilim (1887), çev. Ahmet İnam, Say, 2017 (çevirmen filozof beni affeder umarım.)