28 Kürt aydının, entelektüelin ve siyasetçinin portrelerinin bulunduğu Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler, “Dört ulus-devlet arasında ifraz edilmiş Kürtlüğün parçalanmış zihinsel dünyasını birleştirme ya da aralarında ilişki kurarak bir tarih okuması gerçekleştirme” amacı güdüyor
07 Şubat 2019 10:00
İletişim Yayınları’nın araştırma-inceleme dizisinden yeni bir kitap yayımlandı: Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler. EHESS-Paris Siyaset Bilimi doktora öğrencisi Tuncay Şur ve Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Yalçın Çakmak’ın derledikleri kitabın önsözü Prof. Dr. Hamit Bozarslan tarafından kaleme alınmış. Bozarslan’ın cümleleri evvela kitabın arka kapağında sizi yakalıyor: “Bir ‘tür’ olarak biyografya, kendi geleceklerini kendi öz iradeleriyle belirleme hakkından mahrum bırakılan ve bu nedenle de kendi zamanlarına ve mekânlarına hâkim olamayan azınlıkların, diasporalaştırılmış grupların ve genel olarak ‘yenilmiş’ aktörlerin tarihinde de önemli bir rol oynamaktadır. Profesör Heinz Gstrein’in 1974’te ‘avukatsız halk’ olarak tanımladığı Kürtler de sembolleri, sözlü kültürleri, parçalanmış ama etkin toplumsal hafızaları ve nesilden nesile aktarılan yaşam hikâyeleri sayesinde ayakta kalabilen gruplar arasında yer alıyor. Bu oksijen kaynakları 20’nci yüzyılın önemli bir bölümünde ‘yasaklanmış’ bulunan Kürtlüğün, zamanda ve mekânda boğdurulamayan çoksesli bir olgu olarak var olmasını mümkün kılmıştır.” 28 Kürt aydının, entelektüelin ve siyasetçinin portrelerinin bulunduğu kitabın açılışı İdrisi Bidlîsî ile yapılıyor. Vural Genç tarafından kaleme alınan portrenin devamında yer alan isimlerden bazıları: Bedirhaniler, Said Nursi, Cegerxwîn, Sait Kırmızıtoprak, Abdullah Öcalan, Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Mehmed Uzun, Ehmedê Xanî ve Musa Anter… Kitabı derleyen Tuncay Şur ve Yalçın Çakmak, kaleme aldıkları sunuş yazısında isim seçimlerinde belirli bir tematik tasnif yapmadıklarını, bunun yerine farklı Kürt coğrafyalarında, farklı alanlarda üretim yapmış, ön plana çıkmış isimleri seçtiklerini söylüyorlar. Hem bir bellek dökümü hem de bir tarihyazımı olan çalışmanın amacı Şur ve Çakmak’ın kendi sözleriyle şöyle: “Dört ulus-devlet arasında ifraz edilmiş Kürtlüğün parçalanmış zihinsel dünyasını birleştirme ya da aralarında ilişki kurarak bir tarih okuması gerçekleştirme.” Şur ve Çakmak’a kitabın ortaya çıkışını, portreleri kaleme alınan Kürt şahsiyetlerini, silinmeye çalışılan belleği ve Kürt siyasetini konuştuk...
Bugüne dek Kürt tarihi ve siyasetiyle ilgili pek çok kitap yayımlandı; ancak dört parçayı da kapsayan bu denli özenli bir portre çalışması olmadı denilebilir. Çalışmanız bu anlamda bir boşluğu dolduruyor. Peki, bu çalışmayı ortaya koyma fikri nasıl ortaya çıktı?
Evvela kitapla ilgili ilk iki cümledeki takdir yüklü ifadeleriniz için çok teşekkürler. Esasen çalışmanın niyeti sevgili dostum ve meslektaşım Yalçın Çakmak’a aitti. Benim dahlim onun nazik davetine icabet etmemle mümkün oldu ve nitekim bu çalışma kuvveden fiile çıkmış oldu.
Türkiye’de sık sık tanıklık ettiğimiz gibi yine Kürtlerden, Kürt tarihinden ve siyasetinden söz etmenin zorlaştığı, Kürtlerin varlıklarının görünmez kılındığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir konuyu böylesi bir dönemde ele almak motivasyonunuzu etkiledi mi? Sizin tercihiniz nasıl bir seyir izledi?
Söz konusu Türkiye ise esasen Kürtlerin etnik, politik, kültürel düzlemde mevcudiyetlerinin yok sayılması veya görünmez kılınması Cumhuriyet’in ilanına müteakip farklı periyodlarda değişimlere rağmen süreklilik arz eden siyasalardan biri olmuştur. Denilebilir ki “Türk vatanında Kürt yoktur” telakkisi ve bu telakkinin tatbiki olan tedip ve tenkil oldukça geç bir tarihe, 1990’ların sonuna kadar, farklı veçhelerle devam etmiştir. Kürtlüğün mevcudiyeti ancak kimlikten kaçışla, onu politik ya da kültürel herhangi bir performansın dışında tutarak mümkün olabilirdi. Buna bir nevi mevcut siyasa açısından “pastörize edilmiş Kürtlük” diyebiliriz. 2000’lerle birlikte aynı anda devletin resmî diskurunda ve Kürt siyasal aktörlerinin politikalarında bir tür yeniden yapılandırma (reconstruction) görebiliyoruz. Bu evrede Kürtlük etnik mevcudiyet olarak kabul edilse de onun performansı ancak ve ancak devletin çizdiği “makul” sınırlar içinde icra edildiği takdirde “müstakbel” varlığını koruyabilir. Aksi halde tıpkı erken Cumhuriyet döneminde olduğu gibi farklı müdahalelere açıktır. Yani bir yandan Kürdün varlığı kabul edilirken bu sefer de söz konusu varlık Türklük karşısında "köksüzleştirilmeye" çalışıldı. Bu söylem de âdeta erken Cumhuriyet'teki " medeniyetsiz, vahşi Kürt" gibi Kürtler var ama "dilleri medeni değil" şekliyle ifade bulmaya başladı.
Hülasa, aslında sualinizde belirttiğiniz husus, yani Kürtlerin varlığının görünmez kılındığı hususu esas itibariyle devletin çizdiği “makul” sınırların ötesinde bir Kürtlük mülahazası ile doğrudan ilgilidir. Cari politik koşullar içinde böylesi bir çalışma yapmak kuşkusuz motivasyonumuz üzerinde etkili oldu. Evvela ne yazık ki Türkiye hâlâ “sakıncalı” belirli konularda akademik çalışma yapmak için asgari hürriyet ikliminin çok gerisinde, bu başlı başına motivasyona tesir edecek bir neden olarak sayılabilir. Fakat şunu belirtmek gerekir ki Kürtlerin yüzyılın başından beri neredeyse mütemadi bir biçimde egemenleri ile kavga hâlinde olmaları ve bu kavganın da yenileni olmaları (en azından şimdilik) tarihlerinin yazımını ertelemeyi gerektirmez. Kürtlerin tarihlerini yazmak için bir yüz yıl daha beklemeleri gerekmiyor. Kanaatimizce üç tür tarih yazımının Kürt tarih yazımında yer edindiğinden bahsetmek mümkün. Bunlardan ilki, birbirinden kopartılmış, sekteye uğratılmış, keyfî bir biçimde durdurulmuş egemenlerin müdahalelerinin bir neticesi olarak akseden bir tarih anlatısıdır. Diğeri, bizatihi “self-kolonizasyona” uğramış bir tahayyülün ürünü olan ve Kürtler tarafından icra edilen bir tarih yazımıdır ki bu anlayış da bütünlüklü bir Kürt tarih yazımının oldukça uzağındadır. Son olarak da çoğu zaman gayrı ciddi bir biçimde kaleme alanın eurosentrik bir tarih anlayışı geliyor. Bizim naçizane tercihimiz ve bu istikametteki motivasyonumuz mezkûr üç tarih anlatısının dışına çıkmaya çabalamak oldu.
Peki, bu üç tarih anlatısının dışına çıkan yönteminizi nasıl tariflersiniz? Siz nasıl bir yöntem izlediniz?
Zikredilen ilk tarih anlatısı, kendisini tarihi kuran-yazan “muzafferler” olarak kabul eden egemenler tarafından icra edildiğini söyleyebiliriz. Bunun örneklerini imparatorluklardan, ulus devletlere uzanan tarih yazımının tamamında görebiliriz. En sarih biçimi ile resmî tarih olarak tanımlanan, kabul edilen bir tarih anlatısıdır bu ve bilindiği üzere bu tarih anlatısında ötekine ya da mağlup olana yer yoktur. Kitabın konteksi bağlamında düşündüğümüzde Türk tarih yazımında Kürtler tarih, zaman ve mekân dışıdır, olsa olsa “muzaffer” ulusların (burada Türkler) mefkureleri önünde küçük ama gerekli (zira aksi türkü “muzaffer” ulus kendi tarihini yazamaz) birer engeldir, nitekim kolayca aşılır. Bu tarihyazımı, yani resmî tarih yazımı, kendi içinde paradoksaldır, kafası karışıktır bu tarih yazımının çünkü namevcut olduğunu iddia ettiği ulus ya da topluluğu aynı zamanda kendisinin yegane düşmanı olarak da tayin eder. İkinci tür anlatı da uluslaşma çabasının bir zarureti olarak görülen, mevcudiyetini ispatlamaya dönük ama gecikmiş bir tarih anlatısıdır. Bu anlatı resmî tarih anlatılarına oldukça yakındır ancak Kürtler düşünüldüğünde başka bir etken daha devreye girer ki bu da hem topografik hem de zihinsel olarak parçalanmışlığın beraberinde getirdiği aynı ulus için birden fazla resmî tarih anlatısının ortaya çıkma riskidir ki bunu Kürt tarih yazımında açıkça görebiliriz. Son olarak oldukça oryantalist bir gözle kaleme alanın avrupa merkezli bir tarih anlatısıdır ki bunu neredeyse tüm doğu toplumlarının tarih yazımında görebiliriz. Bizim naçizane gayemiz, birinci sonuncu tarih anlatısının dışında yanı bunun anlamı şudur; hem pozitivist hem de oryantalist bir anlatının dışında bir tarih yazımını yakalamaya çalışmakla birlikte -ki bunun önemli örnekleri özellikle son on yıllık periyotta ortaya çıktı- esas olarak bizatihi Kürtler tarafından neşredilen ve her bir parça içinde sıkılıkla değişen resmî tarih anlatısını da kırmaktır. Bu da ancak Kürt tarihine bir bütün olarak bakmakla, yani tarihin üzerinde keyfî teşebbüsler ve müdahalelerden kaçınarak, ideolojik ya da politik bağlama göre tarih yazımından kaçınarak mümkün olabilir diye düşünüyoruz.
Horkheimer’ın “Tanınmamış olmak ve karanlıkta ölmek acıdır. Bu karanlığı aydınlatmak tarihsel araştırmanın onurudur” epigrafıyla açılıyor kitabınız. Kürt tarihyazımına olan katkınızda nerede durur bu anlatı?
Bugün Kürt toplumunu ve tarihini karanlıkta ölmekle yüz yüze olan bir toplum olarak değerlendirmek mümkün gözükmüyor. Fakat tarihsel açıdan aydınlatılmaya -ikinci sualinize yanıtımızda kısmen değindiğimiz üç farklı tarih anlatısının tahrifatından kurtarılmaya- ve dolayısıyla aslında yeniden gözden geçirilmeye muhtaç bir Kürt tarihinden bahsetmek gayet mümkün. Başka bir mülakatımızda da vurguladığımız gibi, bu ya da buna benzer çalışmalar egemenleri tarafından el konulan ya da tarih dışı bir zaviyeye itilen tarih anlatısının yeniden ve aslına uygun bir biçimde yazılması gibi bir gayeye katkı sunabilir. Yani esas itibariyle entelektüelin sorumluğu da hakikatsizliği tahkim etmekten ziyade hakikati özgür bırakacak bir pratik ve düşünsel tavır sergilemektir. Bu da Edward Said’in ifade ettiği gibi “kriz çözmekten ziyade kriz yaratmakla” mümkündür. Dolayısıyla bu ve benzer çalışmalar bize, söz konusu zaviyeden baktığımızda Kürt tarihyazımı üzerinde gerek resmî ideolojinin yarattığı, gerekse bilerek ya da bilmeyerek bizatihi Kürtler tarafından gerçekleştirilen tahrifatı ortadan kaldırmak gibi yeni bir okuma fırsatı sunabilir. Benzer bir durum Alevilik ve Bektaşilik çalışmaları için de geçerlidir.
Hakikatsizliğe dair çizdiğimiz bu genel çerçevenin doğrudan ya da dolaylı bir karartmaya vesile olduğunu söyleyebiliriz. Aslında tünelde gördüğünüz ışık tünelin sonundan ziyade frenleri boşalmış bir kamyonun üzerinize geldiğini gösteriyor. Hakeza buradaki ışık metaforu da aydınlanmaktan ziyade daha da kötüye gidişe delalet ediyor. Bu zaviyeden baktığımızda Kürt ve Alevi tarihi üzerinde tamamen bir karartma uygulanmıştır diyebiliriz. Horkheimer'ın bu değerli katkısı kitabın editörleri olarak bizlerin entelektüel sorumluluğunu motive edici bir ilke oldu diyebiliriz. Tabii hata ve yanlışlarımız varsa büyük bir içtenlikle bunların vebalini kabullenmeye de hazırız.
Kitapta yer alan isimlerin çoğu siyaset arenasından. Bunu bir başlangıç kitabı olarak gördüğünüz için mi seçiminiz bu yönde oldu, yoksa tamamen teknik sorunlar mı yaşadınız?
Çalışmanın sunuşunda da vurguladığımız gibi, bu eser hazırlanırken portresi yazılacak şahsiyetlerle ilgili belirli bir tematik tasnif yapma yoluna gitmedik. Bu tasnife, coğrafya, politik konumlanış da dâhildir. Dolayısıyla sualinize yanıt olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitabın bir başlangıç çalışması olduğunu söylemek, tabiatıyla devamı niteliğinde başka bir çalışma ya da çalışmaların yapılacağını söylemiş oluyor ki henüz bunu söylemek için erken. Ancak çalışmanın topladığı müspet alaka neden olmasın sorusunu da beraberinde getiriyor. Teknik sorunlar kısmına gelecek olursak, kuşkusuz hemen her çalışmada karşılaşılabilecek muhtemel zorluklarla karşılaştık, bunların başında şahsiyet listesinin mücbir nedenlerden ötürü daraltılması geliyordu. Öte yandan yazmaya aday araştırmacı da özellikle spesifik şahsiyetleri kaleme almada bilhassa güçlük barındırabilir. Özellikle kadın şahsiyetlerle ilgili yazmaya namzet araştırmacı bulmak bir hayli güç oldu nitekim bunun menfi neticeleri çalışmaya da aksetti. Ve tabii ki siyasal iklimin de bunda doğrudan etkisi oldu. Sonuç olarak okura, tematik yönü ağır basan derlemelerin bir özelliği olarak, ele aldıkları konuyu bütün yönleri ile barındıramayacaklarını özellikle hatırlatmak isteriz. Dolayısıyla bir tamamlanmamışlık her zaman var olacaktır. Bunu özellikle Kürt tarihi ve sürekliliği bağlamıyla düşündüğümüzde, tarih denen şeyin özelliği olan “bugünden başladığı” ironisine dikkat çekerek bir “sonunun” olmayacağını düşünebiliriz.
Okur olarak Kürt tarihine, Kürt siyasetine etkileri daha sınırlı olan Abdullah Cevdet, Şerif Paşa, Ziya Gökalp gibi isimlerle; günümüzde ve yakın dönemde Kürt tarihinde etki bırakmış isimleri aynı kitapta okumak ilginç bir deneyim. İsim tercihlerinizde etkili olan neydi?
Bir önceki sorunuzla bağlantılı bir soru olduğu için isterseniz kaldığımız yerden biraz daha teferruat vererek devam edelim. Müsaadenizle Abdullah Cevdet ya da Şerif Paşa gibi isimler Kürt modernleşmesi ve Kürt milliyetçiliğinin şekillenmesi hususunda oldukça önemli şahsiyetlerdir. Öte yandan Gökalp gibi bir isim her ne kadar ilk bakışta Türk milliyetçi teorisinin fikrî membalarından biri olarak görülse de –ki öyledir- aynı zamanda bu çalışmada zikredilen şahsiyetin portresinin müellifi olan Fuat Dündar’ın ifade ettiği gibi “Cumhuriyet tarihinin ilk Kürdologlarından” biridir. Yeri gelmişken yinelemekte fayda görüyoruz: Kürt tarihine bakarken ve tarihinin yeniden yazılması gerektiğini kuvvetle savunurken, tarihteki bir şahsiyetin ittihatçı, sosyal Darwinist ya da bizim ideolojik politik konumlanışımızın oldukça uzağında bir yerde olması bize onu tarihin dışına itme lüksü tanımamalıdır. Aksi hâlde, “hainlerin” olmadığı, yenilgilerin yaşanmadığı, “ihanetlerin” olmadığı, her milletin kendisine bahşettiği “altın çağdan” günümüze kadar doğrusal bir biçimde kesintiye uğramadan, iç çelişkilerden, çatışmalardan azade bir tarih anlatısı ile karşı karşıya kalırız ki, kanaatimizce bunun örneklerini bulmak çok da güç olmasa gerektir. Özetle, isim tercihleri hususunda, bir şahsiyetin Kürt tarihinde bir havari olup olmadığı, hain olarak telakki edilip edilmediği, hangi Kürt coğrafyasından olduğu, siyasetçi olup olmadığı ve son olarak kadın ya da erkek olduğu gibi kıstaslardan uzak durduk. Eser hazırlanırken oldukça geniş bir isim listemiz vardı fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, bir yandan eserin teknik sınırları öte yandan kısmen değindiğimiz diğer aksaklıklar hâlihazırdaki listenin oluşmasını etkiledi.
Sizin de belirttiğiniz gibi, kitabı okuyacak herkesin yöneltebileceği soru belki de kadın figürlere neden bu kadar az yer verildiği. Yer alan 28 portre arasında kadın olarak sadece Gültan Kışanak’ı okuyabiliyoruz.
Şüphesiz oldukça isabetli ve sıklıkla sorulan bir soru bu. Belirttiğimiz gibi, şahsiyet Leyla Zana, Ayşe Şan, Mina Qazi, Rewşen Bedirxan, Leyla Qasım gibi birçok isim vardı fakat üzülerek belirtmeliyiz ki bu isimleri yazacak aday bulmakta oldukça güçlük çektik. Sonuçta da neticeleri sizin de belirttiğiniz gibi ortada. Dolayısıyla bu büyük noksanlığı gidermek ve muhtemel çalışmalarda bu konu üzerine ehemmiyetle eğileceğimizi söylemek isteriz.
Türkiye’deki Çözüm Süreci bittiğinden beri kitapta portreleri yer alan Ehmedê Xanî’nin, Cegerxwîn’in, Feqiyê Teyran’ın isimlerinin verildiği kültür merkezleri kapatıldı. İstanbul Kürt Enstitüsü ve birçok kültür-sanat derneği kapatıldı. Bir hafızasızlaştırma girişimi olarak da okunabilecek bu durum, Kürt tarihi açısından nasıl değerlendirilebilir?
Fernand Braudel’e göre olaylar tozdur ve uzun dönem tarihsel süreçlere bakışımızı bulandırırlar. Bu tespit olayların önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Olaylar elbette önemlidir ancak olayların yarattığı karmaşa ve bu karmaşanın bulanıklaştırdığı tarihsel görümüz bizi sürekli ana ve aktüel olana, daha sarih bir ifade ile reel politik olana hapseder. Zikrettiğiniz örnekler elbette oldukça önemli ve evet yine bahsettiğiniz bağlamda değerlendirilebilir ancak adını andığınız her bir ismin kendisinin Kürtlerin tarihsel hafızasında sembolik isimler olmalarının ötesinde ne kadar yer edindikleri konusunda şüpheliyiz açıkçası. Tarihi ve onun mirasını keyfî bir biçimde kesmek -ki bu her zaman egemenler tarafından olmayabilir, bizatihi hükmedilmiş toplum da bunu kendi kendine, kendi içinde icra edebilir- görmezden gelmek ya da salt sembolik bir mana atfetmek bizi resmi tarih anlatısının kötü bir kopyası ile baş başa bırakabilir. Biraz açmak gerekirse, bugün dört parçalı Kürt coğrafyasının tarihsel hafızası evvela her bir parçanın egemenleri tarafından bulanıklaştırılmıştır. Ancak o kadar önemli bir diğer nokta da aynı zamanda her dört parçanın birbirine karşı ve kendi içinde de bir tür “self-kolonizasyon” diyebileceğimiz başka türlü bir rejimi tatbik etmeleridir. Örneğin bugün Qasımlo bir grup için havari iken diğer biri için liberal ya da hain olarak rahatlıkla telakki edilebilir. Hatta bu fragmantasyonu aynı parça içindeki farklı grupların tarih algısında bile rahatlıkla görebilirsiniz. Sait Kırmızıtoprak ve Sait Elçi buna fevkalade iki örnektir. Şunu da vurgulamak gerekir ki politik topluluklar arasında bu tür münakaşalar gayet mümkündür ancak esas mesele politik hasımlıklar ya da fanatizm içinde Kürt tarihinin sürekli olarak tahrif edilmesi ya da gayet keyfi bir biçimde kırpılıp biçilmesidir.
Çalışmanın devamı gelecek mi, örneğin bir sonraki kitap aracılığıyla daha fazla yazar, müzisyen ve yönetmen tanıyabilecek miyiz?
Gelmesi için çabalayacağımıza dair söz verebiliriz ve tabii eğer muvaffak olursak noksanlıkları gidermek için de elimizden geleni yapacağız. Öte yandan bu çalışmaya tamamlayıcı bir katkı sunacağına inandığımız bir başka hususu entelektüel meşgalelerimiz arasına almış bulunmaktayız. O da Kürt aşiretleri üzerine tasarladığımız bir çalışma. Tarih ve güncellik arasındaki akışa, hem bireysel hem de kolektif portreler açısından bakmanın bir resmi tamamlayan değerli parçalar olduğunu düşünüyoruz. Zira bu alanın henüz çalışılmamış bir alan olduğunu da özellikle düşündüğümüzde sesimizin yankılandığı bu mülakat vesilesiyle konuya merak duyan meslektaşlarımız ve araştırmacılara da buradan bir çağrı yapmak isteriz. Bize ulaşmaları çok da zor olmasa gerek.