"Felsefenin henüz bilim tarafından çözülmemiş problemlerden ibaret olduğu, bilimin sınırları genişledikçe felsefenin sınırlarının daralacağını ileri sürenler hâlâ bulunmakta. Bilim dediğimiz şeyin felsefeden doğduğu açıktır, tarihe bakıldığında pek çok felsefi problemin bilimsel gelişmelerle artık problem olmaktan çıktığı da görülebilir – ama bütün felsefe?"
30 Mayıs 2020 11:45
Sevgili Kaan,
DEMEK mühendislik mezunusun ve hobilerinden biri felsefe okumak! Az rastlanır bir bileşim olduğu kesin. Genellikle mühendislerin dünyasıyla felsefenin, sosyal bilimlerin dünyası birbirinden irili ufaklı uçurumlarla ayrılmıştır. Birbirini anlayamayan, hatta birbirinden habersiz iki dünya.
Mühendislik fakültesine adımımı attığım andan itibaren, bu iki dünyanın ne kadar farklı olduğunu yaşamaya başlamıştım, kendimi öteki dünyaya ait hissediyordum kuvvetle. Epey vakit kaybetmekle birlikte sonunda sosyoloji bölümüne geçtiğimde, hayretle kendimi tamamen ait olduğum bir dünyada hissedemediğimi fark ettim. Bir ayağım dışarıda kalmıştı! Sonradan bu ikiliğin bana –ve sana– has bir şey olmadığını öğrenecektim: C. P. Snow daha 1959’da İki Kültür adlı –artık klasikleşmiş– kitabında doğa bilimleri ile sosyal bilimler (aslında tam olarak ‘kesin bilimler ile humanities’) arasındaki kopukluğa ve bu kopukluğun doğurduğu tehlikelere dikkat çekmişti… “Sürekli olarak iki ayrı gruba girip çıktığım duygusuna kapılıyordum;” diyordu,
“zekâca birbirlerine denk, aynı ırktan, toplumsal kökenlerinde büyük farklılıklar olmayan, gelirleri hemen hemen aynı olan bu iki grup arasındaki iletişim neredeyse tamamen kopmuştu; bu grupların içinde bulundukları entelektüel, ahlaki ve psikolojik iklim arasındaki ortak noktalar o kadar azdı ki.” (s. 2)
FELSEFEYİ hobi olmaktan çıkarıp metodik hale getirmek istediğine bakılırsa, mühendisliğin dünyasıyla yetinmediğin, halihazırda epeyce şey okuduğun belli. Ama kuzen olduğumuz halde henüz tanışamadığımız, tam tanışacakken araya Corona salgını girdiği için –bu da başka bir hikâye– sana doğrudan bazı kitaplar tavsiye etmem zor.
Bir başka zorluk daha: Benim de felsefeyle ilişkim hobi aşamasından pek ileri gitmiş değil, olsa olsa ikimizin benzeşen hikâyelerinden yola çıkarak bir şeyler söyleyebilirim sana.
Her şey az ve bitti
ESKİDEN, 1970’ler ve 80’lerde çok kolaydı bu iş. Felsefeyle ilgilenenlerin –aslında ilgilenmeyenlerin de– eline hemen Georges Politzer’in Felsefeye Başlangıç İlkeleri adlı kılavuz kitabı tutuşturulurdu; felsefe için ne gerekiyorsa burada vardır, başka bir şey okumak da fuzulidir, gibisinden. Ya da nadiren: Bununla başla, çevreyi bir tanı, sonra kendin keşfe çıkıp yeni yollar bulursun kendine.
Ama keşfi kolaylaştıran bir kitap olduğu söylenemez FBİ’nin: Aslında bir felsefeye giriş metni olmayan bu metin yeniyetmelikte okunduğunda, Tarık Günersel’in “İlk Elkitabını Bitiren Bir Liselinin Mutluluğu” adlı şiirinde anlattığı rahatlığı ve hafifliği verir insanın içine:
her şey çok berrak şimdi!
her şey çok berrak şimdi!
her şey çok berrak şimdi!
her şey az, ve bitti!
her şey ne kadar berrak!
her şey ne kadar berrak!
şeyler ne kadar az!
bütün azlar her!
her hep az azlardan!
hepler çok berrak şimdi!
her şey her, ve bitti!
Her şey ne kadar bitti!
herler ne berrak şimdi!
rak şimdi!
her şey ne kadar şimdi!
her şey az, ve bitti!
Kimi filozoflara göre felsefenin amacı mutluluğu aramaktır ama, bir felsefeye başlangıç kitabının buncasına mutluluk ve rahatlık vermesini kastetmiş olmasalar gerek. Hem de pek öyle uzun uzadıya aramaksızın! – Zaten iş, aramakta! Bulmakta değil, diyeceksin ki haklısın.
Bize hiçbir şey aratmayan Politzer’in kitabı dünyayı idealizm ve materyalizm diye ikiye ayırır. Bunda bir sorun yok, ama iki dünyadan birini kolayca mahkûm ederken her şeyin apaçık ortada, fazlasıyla açık seçik olduğunu ileri sürer. “Dünyanın a) bilimsel anlayışı, b) bilimsel olmayan anlayışı” arasında bir seçim yapmalı, daha doğrusu yazarın seçimini onaylamalıyız.
Dolayısıyla FBİ, tam da felsefe metinleri okumaya başlayacağımız sırada bize en çok gereken şeyi elimizden alır; hayret etme yeteneğimizi. Son zamanlarda zararlı yayın ilan edilmesinin sebebi de budur herhalde.
KİTAP bir yana, Georges Politzer’in kendisine haksızlık etmiş olmayalım. Bir felsefeye başlangıç kitabı değildi onun yazdığı: FBİ Politzer Nazilerce kurşuna dizildikten, II. Dünya Savaşı bittikten sonra yayınlanmıştır, Politzer’in 1930’larda Paris işçi üniversitesinde verdiği diyalektik materyalizm derslerinden derlenmiştir ve bir öğrencisinin tuttuğu notlara dayanır.
Ayrıca felsefenin henüz bilim tarafından çözülmemiş problemlerden ibaret olduğu, bilimin sınırları genişledikçe felsefenin sınırlarının daralacağını ileri sürenler hâlâ bulunmakta. Bilim dediğimiz şeyin felsefeden doğduğu açıktır, tarihe bakıldığında pek çok felsefi problemin bilimsel gelişmelerle artık problem olmaktan çıktığı da görülebilir – ama bütün felsefe?
Felsefenin yerine bilimi koymaktansa, belki de bilimin göreceli olduğuna ilişkin varsayımları sorgulamak, bilimsel bilgilerin –göreceliği değil– mutlaklığı üzerine kurulu bir felsefe kurmaya çalışmak daha verimli olabilir – ama bu tamamen ayrı bir konu. (Daha sonra konuşuruz belki, ne dersin?) Tam da bunu yapmaya çalışmış olan ve kendisiyle yapılan bir söyleşide felsefeyi “henüz tam bilgi sahibi olamadığımız konularda spekülasyon yapmak” diye tanımlayan Bertrand Russell, aynı söyleşide “genellikle bilim,” demişti, “ne biliyorsak odur. Felsefe de bilmediğimiz. Tanımlaması zor değil; bu yüzden her an felsefe sorularının bilim alanına aktarıldığını görmekteyiz.” (Dünya Görüşüm, s. 7)
Öte yandan Russell’a göre bilim insanlığı ilgilendiren –ya da ilgilendirmesi gereken– konuların sadece küçük bir bölümüdür:
“Bilimin, hiç olmazsa şimdilik, bizi aydınlatamadığı daha pek çok ilginç nokta var; zaten bilinen bir şeyin dolayında hayaller kurmaya kalkmak bence yazıktır. Evren üstüne kafa yormak, varsayımlarla sınırlarını daraltmak, işte felsefenin uygulanabileceği alanlardan biri. Ama bence bunun kadar önemli bir diğeri daha var. O da bildiğimizi sandığımız, ama bilemediğimiz şeyleri göstermesi.” (s. 8)
FELSEFEYİ “henüz bilimleşememiş düşünce” olarak gören Politzer çizgisindeki anlayışın yeni bir versiyonu, Alan Woods ile Ted Grant tarafından yazılan Aklın İsyanı adlı kitap. Politzer’in kitabının adının yanıltıcılığı da yok burada; alt başlık “Marksist Felsefe ve Modern Bilim” adını taşıyor. Görecelik teorisinden evrime, kaos teorisinden genetiğe, quantum teorisine kadar modern bilimin pek çok alanındaki temel tartışmaları derli toplu bir şekilde özetleyen Aklın İsyanı, 19. yüzyıl dünyasında kalmış Doğanın Diyalektiği’nin ve Engels’in bugünün bilimsel verileriyle güncellenmesi olarak görülebilir.
Yine de –Lev Troçki’nin Edebiyat ve Devrim’indeki “Devrimci Sanat ve Sosyalist Sanat” adlı yazıdan alıntı olan– Aklın İsyanı’nın şu son satırları, çaresiz, buram buram 19. yüzyıl ilerlemeciliği kokuyor:
“Komünist insanın öz-eğitiminin ve kültürel yapısının kabuğu, çağdaş sanatın tüm hayati unsurlarını en üst noktasına kadar geliştirecektir. İnsan, karşılaştırılmaz ölçüde daha güçlü, daha bilge ve daha incelikli olacak; vücudu daha uyumlu hale gelecek, hareketleri daha ritmik, daha müzikal olacaktır. Ortalama insan tipi, bir Aristoteles’in, bir Goethe’nin ya da bir Marx’ın düzeyine çıkacaktır. Ve bu dağ sırasının üzerinde de yeni zirveler yükselecektir.” (s. 511)
Diyelim o güzel günler geldi, her biri bir Aristoteles, bir Goethe, bir Marx düzeyindeki mutlu insanlar, başka pek çok sorun bittiğine göre varlık sorunlarıyla daha çok uğraşmayacak mıdır, şu düzey meselesine takılmayacak mıdır, her şeyin ne anlama geldiğine kafa yormayacak mıdır, idealist felsefeyi tekrardan icat etmeyecek midir? Nedir?
Bilim, felsefe, sanat
NERMİ Uygur Felsefe’nin Çağrısı’nda felsefeyi bir araştırma, araştırma sorularını sık sık yenileyen bir çalışma biçimi olarak tanımlar: “Her araştırma gibi felsefe de yeni sorulara açıktır. Nerde sorular hep aynı kalmışsa, orda felsefe araştırma olmaktan çıkmış demektir.” (s. 14) Yani felsefe “yanıtı olmayan” sorular soruyor değildir, felsefe tarihi de yanıtsız soruların tarihi değildir.
Bu soruların bilimin sorduğu sorulardan önemli bir farkı vardır Uygur’a göre: Felsefe sorularına eksiksiz, genelgeçer, zorunlu yanıtlar beklemek beyhude iken, “bilimadamının sorusu, geçmiş bir yanıtın sonrası, gelecekteki bir yanıtın da öncesidir.” (s. 41)
Modern bilimlerin de her zaman kesin ve zorunlu yanıtlar ortaya koyamadığı göz önüne alındığında, felsefe ile bilim arasındaki ayrımın bir kez daha kaypaklaştığı düşünülebilir. Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir’ine bakılırsa ayrım çok net: Felsefe kavramlar yaratır, hatta nihai olarak “salt kavramlar aracılığıyla edinilen bilgi” olarak tanımlanabilir. Oysa “bilimin nesnesi kavramlar değil, ama kendilerini söylemsel sistemler içindeki önermeler olarak sunan fonksiyonlardır.” Dolayısıyla bilimci herhangi bir biçimde felsefeye ihtiyaç duymaksızın etkinliğini yürütebilir.
Bu arada, bu iki kitabı, Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir’i ile Nermi Uygur’un Felsefenin Çağrısı’nı metne nüfuz etme ve okuma güçlüğü açısından okuma listesinde iki ayrı uca koymak mümkün. Ben olsam başlangıç için Nermi Uygur’un denemelerini tercih ederdim.
Deneme, felsefeye başlamak, felsefe metinleriyle haşır neşir olmak için çok yerinde bir seçenek. İyi yazılmış bir deneme, felsefe sorularının kıyısında geziniyorsa, felsefe tarihi hakkında ciltler okumaktan daha öğretici bile olabilir. Saf şiir gibi saf felsefe de bir mittir, Bertrand Russell’ın denemeleri mesela, felsefeyle felsefe olmayan şeyin nasıl iç içe geçtiğine iyi bir örnek olabilir. Felsefeye az çok bulaşıp da Russell’ın kitaplarından hiç değilse birini okumamış olan var mıdır? Mistisizm ve Mantık, Neden Hıristiyan Değilim, Din ile Bilim, Aylaklığa Övgü… ilk aklıma gelenler. Nermi Uygur’la daha sonra tanıştım, ama lisedeyken Russell’ı okumak Politzer’in tam bir panzehiri gibi gelmişti bana, hatırlıyorum: Her şeyi matematiksel bir kesinlikle karara bağlamış, formüllerini dikte eden yanılmaz bir diskurun karşısında; sık sık yanılan, yanıldığını kabul de eden, nasıl düşündüğünü gösteren, okurla sohbet eden, tereddütlerini ve çıkmazlarını paylaşan, bilgisini otoritenin kılıcı olarak kullanmayan bir yazar. Sık sık beni dehşete düşürürdü –özellikle din, ateizm ve inanç konularında– ama Russell’ı yanı başımda hissederdim. Bu rahatlık ve okuma iştahı, pek çok şeyden daha önemli. Felsefeyle ilgili metinleri öksürük şurubu gibi tüketmek, en hafif ve moda deyimle sürdürülebilir olmayacaktır.
Şunu düşün: Felsefeyle ilgilenmeye, felsefe okumaya seni iten şey nedir? Bir mecburiyet olduğunu sanmam. Dünyaya dair bir tür meraktır muhtemelen. Şaşkınlık. Bunun dışında felsefeyle ilgilenmenin yararsız olduğu bile söylenebilir! Çünkü Nermi Uygur’un dediği gibi:
“Hiçbir felsefe sorusu, günlük yapıp etmelerin kaçınılmaz bir sonucu değildir. Felsefe sorularının, doğuşu bakımından, eylemlerden bağımsızlığını, eylemlerin, birçok insan için, birtek felsefe sorusunu bile birlikte getirmemesinde gösterebiliriz. (…) Hatta bir felsefe sorusunun, daha doğuşu bakımından, günlük eylemler ile bu eylemleri güden soruların akışına aykırı olduğu söylenebilir. Felsefe sorularının sorulduğu yerde günlük eylemlerin pek çoğu büsbütün durur.” (s. 17)
Bertrand Russell da Mistisizm ve Mantık’ta benzer şeyleri söyler:
“Felsefenin amaçladığı, dünyanın kuramsal olarak anlaşılmasının, hayvanlar için, vahşiler için, hepsinin ötesinde en uygar insanlar için bile pratik önemi yoktur.” (s. 29)
Bilim de sanat da tümüyle yararsız şeylerdir, felsefe gibi. Şu anlamda: Doğrudan, gündelik hayatta bir işe yaradıkları için yapılmazlar. Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın alıntılamaktan bıkmadığım –hep aynı şeyleri tekrarlıyor olmaktan mahcubiyet duysam da bıkmadığım– bir sözü var, bilirsin belki; rivayete göre “bilim seks gibidir,” demiş, “zaman zaman yararlı sonuçları olur, ama bu sonuçlar için yapmayız onu biz.”
Sık sık teknolojiyle karıştırıldığı için bilimin felsefe ve sanata kıyasla daha faydacı olduğu sanılabiliyor. Bilimle felsefenin uzun insanlık tarihinde çok yeni olması, felsefenin topu topu 2000, biliminse çok çok 500 yıllık bir geçmişe sahip olmaları, bize fayda konusunda çok şey söylüyor olmalı: Yüz binlerce yıl onlar olmaksızın yapabilmişiz! Sanat, diyeceksin, çok daha eski. Evet, haklısın ama tıpkı teknoloji gibi tarih öncesi sanat da pek çok başka şeyle iç içeydi, ritüellerle, inanç dünyasıyla, büyüyle… Neyse, konumuz bu değil; faydacı yaklaşımın felsefe okumakta faydasız hatta zararlı oluşu! Hoş, faydacılık herhangi bir şeyi okurken de faydadan da çok zarar getirir – ama konumuz bu da değil.
Özetle şöyle denebilir; felsefeye dair bol bol oku, felsefe metinleri oku ama felsefe okuması yapma. Trafik polislerinin karikatürlere konu olan “bekleme yapma!” uyarısı, bir dilbilgisi hatası değildir, bekleme eyleminin bir trafik suçu haline geldiği, olaylaştığı bir noktada megafondan yayılır. Tıpkı konuşmak ile konuşma yapmak arasındaki fark gibi. İlki doğal, sıradan bir eylemken ikincisi mühim ve merasimli bir şeydir. Şu aralar çok sık işittiğimiz “okuma yapmak” fiili de, okumayı bir zevkten çok bir iş, bir hadise haline getirmiyor mu, dolayısıyla bilinçdışı bir tamlama seçimi okuma yapanın okumayla ilişkisini ifşa etmiş olmuyor mu?
Fayda beklemeden, zevk için okumak üstünkörü okumak demek değildir, tam tersine okumaktan, düşünmekten zevk aldığımız ölçüde metinle ilişkimiz derinleşir. Senin bu konuda felsefe bölümündeki öğrencilerden önemli bir farkın var: Zaten daha baştan zevk aldığın için, kendi seçiminle bu tür şeyleri okumaya yönelmişsin, ödev için okumuyorsun: Bir sınıfta, rahatsız sıralarda mecburen oturuyor değilsin, harikalar diyarının kapısındasın. İnan ki büyük bir şans bu…
Sofie harikalar diyarında
“Hızlıca yürü!” dedi bi mezgit salyangoza,
Gelmiş domuz balığı basıyor kuyruğuma
“Bak Kaplumbağalarla ıstakozlara hele,
Kıyıda dansa hazır, verir miyiz el ele?”
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?
''Bilmezsin ne zevklidir ıstakozlarla birden
Tutulup fırlatılmak uzaklara sahilden."
Salyangoz baktı baktı, “Uzak!” dedi “Boşuna!”
Şükran doluydu ama, vermiyordu el ele.
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?
Pullu dostu dedi ki “Atılırsak ne çıkar,
Nasıl olsa karşıki yakada da kıyı var!
Fransa yakın demektir uzaksa İngiltere,
Gel etme salyangozum, verelim bir el ele.”
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?
Verir miyiz vermez mi, verir miyiz vermez mi?”[1]
SONUNDA bu şarkıya eşlik eden dans bitince Alice derin bir soluk alır. Ama Alice Harikalar Diyarında bile Sofie’nin Dünyası’nın yanında epeyce sönük kalır. Bir roman haline gelmiştir bütün bir felsefe tarihi, heyecanlı maceralara yedirilmiştir felsefi akımların tarifi.
1990’lı yıllarda bütün dünyada satış rekorları kırmış olan Sofie’nin Dünyası (Türkiye’de bugüne dek 46 baskı yapmış), hem bir felsefeye giriş kitabı hem de bütün bir felsefe tarihinin özeti. Hem de bir roman – ama kitabın belki en çekici görünüp en zayıf olan tarafı da bu.
15. yaş gününe hazırlanan Sofie Amundsen günün birinde posta kutusunda esrarengiz bir imzasız mektup bulur: Kimsin? Mektup bundan ibarettir. Sonra ikinci mektup gelir: Dünya nereden çıktı?
Ve olaylar gelişir… Sofie’nin maceraları sık sık felsefe tarihini bölüm bölüm anlatan metinlerle kesilir. Etkileşimin ve eğlendiriciliğin haddinden fazla önemsendiği, bilginin şekere batırılarak tüketilmesi gerektiğine dair inancın yaygınlaştığı 1990’lı yılların tipik bir ürünü. Baştan söylemeli, bir süre sonra yorucu olabiliyor. Matematiğin ya da felsefenin –öğrenilecek herhangi bir konunun– kendiliğinden eğlencesiz, ölesiye sıkıcı olduğu fikri, bu konulara dışarıdan eğlence aşısı yapılması gerektiğine dair inanç okullarda çok yaygındır; çocuklar sıkılmasın diye romanların kısaltılmış versiyonları salık verilir, onlara ‘okuma yaptırılır’ ve sonra o kitaplardan sınava çekilirler (daha sonra da niye okumayı sevdiremedik diye dizler dövülür), matematiğe zerk edilen eğlence matematik korkusunu daha da artırır vs. Çocukların da kendi önlemleri vardır: Üç yaşındayken Canan çikolatalı ekmeğin üzerinden çikolatayı yalamayı akıl etmişti. (Sonradan fark ettik ki ekmeği tek başına da iştahla yiyormuş zaten.) Bense tersine, bir süre sonra bu ansiklopedik-romanın, roman kısımlarını atlamaya başlamıştım, öyle hatırlıyorum.
Jostein Gaarder, felsefeye yaklaşmanın en iyi yolunun felsefi sorular sormak olduğunu söylüyor. Filozofların gerçeğin peşine düşmelerini bir polisiye hikâyeye benzettikten hemen sonra da şapkadan tavşan çıkarmaya geliyor sıra:
“İki bin yıl önce yaşamış eski Yunan filozoflarından biri felsefenin insanların hayretiyle ortaya çıktığına inanmıştı. İnsana yaşamak öylesine tuhaf gelir ki felsefi sorular da kendiliğinden oluşur, diye düşünüyordu.
Bir sihirbazın oyunlarını seyretmek de aynı şeydir. Gördüğümüzün nasıl mümkün olduğunu kavrayamayız. Sihirbaz iki beyaz ipek mendili yaşayan bir tavşana nasıl dönüştürebilir, diye sorarız. Sihirbazın boş bir silindir şapkadan tavşan çıkarması nasıl anlaşılamaz bir şeyse, birçok insan için de dünya böyledir. Sihirbazın tavşan oyununda yaptığının bir aldatmaca olduğu açıktır. Ama bunu nasıl yaptığını meydana çıkarmak isteriz. Ancak dünya üzerine konuştuğumuzda durum biraz farklıdır. Dünyanın bir aldatmaca olmadığını biliriz. Çünkü dünyada yaşamaktayız ve onun bir parçasıyız. Aslında şapkadan çıkan beyaz tavşan biziz.” (s. 22)
Sofie’nin Dünyası’nda bu alıntının yer aldığı bölümün başlığı şöyle: “...iyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir...” Roman bizi filozof yapmak için olsa gerek, bin bir macerayla, her yirmi sayfada bir şapkadan çıkan tavşanlarla hayret etme yeteneğimizi sonuna kadar sömürüyor, emiyor. O kadar ki hayret rezervlerimiz tükendiği için roman çerçevesinde dünyanın haline şaşırmak bir lüks haline gelebiliyor. Halbuki neresinden bakarsak bakalım, bu dünya hayret verici bir yer. Asıl harikalar ve sefaletler diyarı burası.
TEMEL bir başvuru kaynağı olan Bryan Magee’nin Felsefenin Öyküsü isimli dev, grafik öğelerle bezeli eserinin ilk sayfalarında dev puntolarla Platon’dan bir alıntı var: “Felsefe merakla başlar.”
Grafik öğelerle okuru rahatlatan Felsefenin Öyküsü anlatımıyla da son derece açık ve sade bir kılavuz:
“Felsefe sizden inanmanızı ya da boyun eğmenizi değil, ussal olarak rıza göstermenizi ister. Felsefe, tek başına aklın bizi nereye kadar götüreceğini görmeye çalışır.” (s. 9)
Magee’ye göre, felsefenin gelişmesinde iki temel soru merkezi konumdadır: “Birincisi, “var olan her neyse, doğası nedir?”; İkincisi, “eğer bilebilirsek nasıl bilebiliriz?” (s. 9)
Bilimcinin filozoftan farkıysa, onun deney ve gözlemle karar verilebilecek sorularla uğraşmasıdır.
"Oysa, zamanın bir başlangıcının olup olmadığını ya da neyin “doğru” olduğunu bize söyleyebilecek ne bir deney ne de bir gözlem vardır. Ussal soruşturmaya uygun olmakla birlikte bilimin yöntemlerine uymayan bu gibi sorular, filozoflara miras kalmış tipik soru örnekleridir.” (s. 11)
Belki günün birinde zamanın başlangıcına dair deneysel bulgular elde edebiliriz, dolayısıyla zamanın başlangıcı –geçmişte pek çok konuda olduğu gibi– bir felsefi problem olmaktan çıkıp bilimin nesnesi haline gelebilir; ama zamanın ne olduğu, bir felsefi problem olarak kalacaktır. Ayrıca hangi bilimsel deney bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyebilir ya da doğrunun ne olduğunu?
Felsefenin Öyküsü’nde Sofie’nin Dünyası’ndaki envai çeşit macera yoksa da her iki kitabın ortak bir zorluğu var: Felsefeye başlangıç için bütün bir felsefe tarihini hatmetmek mecburiyeti, kabul etmek gerekir ki biraz zahmetli bir iş. Tam felsefe okumaya yeni koyulmuşken bu kadar yoğun bilgi bombardımanı, bu kadar çok isim, akım, ilke, tartışma sağanağı, merakımızı ve hayret etme yeteneğimizi törpülemesin sakın? Yok mudur daha sade bir şeyler?
Var. Neyse ki felsefeyi politik bir araçtan (sınıfsal mücadelenin bir aracı) ibaret gören, Marksizmi aşırı derecede basitleştiren, sorulara ait bir dünyayı hazır cevaplarla resmeden Politzer’e geri dönmek zorunda değiliz.
Felsefece Düşünmenin Yolları
BİR KURAMCININ yazdıklarından önce söyleşilerini okumak, düşüncelerine nüfuz etmeyi kolaylaştırır, okurun hızlı yol almasını sağlar. Felsefe zaten, doğduğu ilk günlerden beri diyaloglar üzerinde yol almamış mıydı? Hoş, o zamanlar yazı yoktu, ya da yepyeni, güvenilmez bir icattı…
Polonyalı mantıkçı ve felsefeci Józef Maria Bocheński’nin kitabı Felsefece Düşünmenin Yolları, bir söyleşi olmamakla birlikte, yazarın 1958 yılında yaptığı radyo konuşmalarından derlendiği için olsa gerek, baştan aşağı gündelik dille yazılmış. Diyaloglar halinde yazılmamış, ama denemede olduğu gibi, burada da üstü örtük bir diyalog sürüp gidiyor. Metinde felsefeye –henüz– yabancı okurun gözünü korkutacak çetrefil ‘teknik’ terimlerden eser yok. Her bölüm yüzlerce yıldır felsefenin çevresinde döndüğü temel sorunlardan birini ele alıyor: Yasa, Doğruluk, Felsefe, Bilgi, Değer, Düşünme, İnsan, Varlık, Toplum, Mutlak… gibi.
Bocheński’nin sözleriyle amaç, “felsefe konusunda tamamen hazırlıksız olan dinleyiciye, kimi sorunlar aracılığıyla, felsefenin ne olduğunu, nesnelerine nasıl yaklaştığını açıklamak.” (s. 9)
Her bölümde Bocheński sorunu ortaya koyduktan sonra, bu sorunu çözmeye yönelen felsefi gelenekleri (bazen isim vermeden) ve önerilen çözümleri tanıtıyor bize. Tabii, başka türlüsü mümkün olmadığı için, taraf tutarak. Ama taraflılığı, bize kolay ve hazır çözümler empoze etmek gibi görmüyor:
“Çünkü felsefi sorunlarda (…) hiçbir şey kolay değildir. Her kolay çözüm yanlış bir çözümdür. (…) Gerçeklik son derece karmaşıktır ve onun hakkındaki doğruluk da son derece karmaşık olmalıdır. İnsan ancak uzun ve yorucu bir çalışmayla onun birazını, çok değil ama birazını yine de kendine mal edebilir.” (s. 41)
Düşünmek, öğrenilmesi zorunlu kuralları olan, yorucu, güç ve dikkat isteyen bir çaba. Bildiklerimizin, şu ya da bu akımın, -izm’lerin berisinde; düşünmenin, hele “felsefece” düşünmenin değişik yolları olduğunu gösteriyor Bochenski. Bize bütünsel bir dünya görüşünü hazır sunmasa da (iyi ki) felsefeye bütünsel olarak bakmayı deniyor.
“Düşünen hayvan” olarak tanımlandıktan çok sonra irrasyonelliğiyle mahkûm edilen insan nasıl gündelik hayatında felsefesiz yapabilirse ve yapabiliyorsa, felsefece düşünmeksizin de var olabilir. Bocheński, bilimsel ya da felsefece düşünmenin herhangi bir düşünme olmayıp “ciddî bir düşünme” olduğunu söylüyor:
“Bununla da ilkin düşüncenin düzene sokulmuş olduğunu, ciddî düşünen bir insanın kavramlarını ve tasarımlarını özgür bırakmadığını, tersine onları kendi hedefine götürmeye zorladığını söylemek istiyoruz.” (s. 52-53)
Bocheński’nin felsefeyi “bilimsel düşünme” diye adlandırması bizi yanıltmasın, bilimsel derken niyeti ciddiyeti vurgulamak; yoksa bilimle felsefe arasındaki net ayrıma yeri geldiğinde o da değiniyor:
“Bilimler yasaları ortaya koyarlar, bu türden şeyleri arar, araştırırlar, ama yasanın ne olduğu onların hiçbirini ilgilendirmez. Oysa soru yalnız anlamlı değil, önemli de.” (s. 15)
DÜŞÜNMEK neden bu kadar zor? İlk felsefeciler ‘doğru düşünme’nin yasalarını ortaya koymak, safsataların teşhisi için yöntemler geliştirmeye çalışmak için az çaba sarf etmemişlerdi… İnsan zihninin felsefî ya da bilimsel düşünmeye doğuştan pek –hatta hiç– yatkın olmadığı, felsefenin doğduğu zamanlardan bu yana biliniyordu ama son birkaç onyılda nörobilim, bilişsel psikoloji gibi görece yeni bilimler tarafından bu kanıtlandı da… İnsan irrasyonel bir varlık değil, ama onun rasyonelliği, felsefi tartışmalarda değil hayatta kalma savaşlarında, grup içi iktidar mücadelelerinde bilenen başka tür bir rasyonellik – üstelik körelmiş bir organ gibi, günümüz dünyasında artık geçerli olmayan bir rasyonellik, kadim ve artık var olmayan bir dünyanın rasyonelliği.
Buna yine de irrasyonellik demekte ısrar edebilirsin tabii. Ama tamamen irrasyonel varlıklar olsaydık, bugünlere gelemezdik – yaşadığımız dünya tuhaflıklarıyla bizi sürekli şaşkına çevirebilir ama yasaları sert ve kesindir, bukalemun için de, karıncalar için de, bizim için de. Kediler için bile.
Bocheński’ye göre ciddî düşünmenin yanı sıra felsefe bizden bir de kendimize sadık kalmamızı ister:
“(…) felsefe ancak gerçek bir anlama isteğiyle ve akıl konusunda kararlı bir tutumla desteklenirse öğretici ve verimli sayılır. Çünkü felsefe her türlü tapınçtan, her türlü sınırdan bağımsız olarak, elimizdeki tüm güçle dünyayı açıklamakta kullandığımız insan aklından başka bir şey değildir.” (s. 108)
Her şey ne anlama geliyor?
“YARASA olmak nasıl bir şey” diye sorarak zihin felsefesinde hâlâ tartışılan bir problemi 1970’lerde ortaya atmış olan Thomas Nagel ilginç bir felsefeci. Kendisi ateist, ama materyalist değil; dünyanın “doğal bir teleoloji”ye sahip olması gerektiğini iddia ediyor. Zihin ve Evren adlı kitabının alt başlığı şöyle: “Materyalist Neo-Darwinci Doğa Görüşü Neden Neredeyse Kesinlikle Yanlıştır?”
Nagel, “kesin” bilim diye de adlandırılan doğal bilimlerin dünyayı açıklayamadığı kanısında. Hele hele insan bilincinin, halihazırdaki bilimsel ve felsefi yaklaşımlar için ciddi bir paradoks oluşturduğunu, içinde bilincin de temel bir öğe olarak yer aldığı bir evren tasarımının yapılması gerektiğini savunuyor. Zihin ve Evren’de bilincin doğa için beklenen bir şey olduğunu, ya da şöyle söyleyelim, doğanın adım adım bilince doğru yöneldiğini, bu nedenle rastlantı ve amaçsızlık gibi varsayımlarıyla evrim kuramının doğayı kavramaktan uzak olduğunu iddia ediyor. Zihin-gövde problemi –ya da bilincin canlı ve cansız maddede nasıl doğabildiği sorusu– Nagel’e göre günümüz bilimini ve felsefesini çaresiz bırakıyor: Bazı şeyler son derece tuhaftır ve rastlantısal olamazlar.
Sözünü ettiği bu teleolojik (erekbilimsel) dünya için kendisinin bir kuramı yok, meseleyi kestirmeden Tanrı ya da dine bağlamak gibi bir niyeti hiç yok. Kitabın hedefi doğalcı dünya görüşünün evreni kavramak için yeterli olmadığına dikkat çekmek. Evrenin cansızdan canlıya, basitten karmaşığa, kimyadan bilinçliliğe, içgüdüden akla doğru kaçınılmaz bir akışı zorunlu kılan içsel mantığı var ki bu mantığın keşfedilmesi gerekiyor Nagel’e göre.
Çılgınca görünüyor, değil mi? Bence de. Nagel’in “materyalist neo-Darwinci doğa görüşü” diye adlandırdığı günümüzün bilimsel anlayışı, dünyayı anlamamızı sağlayacak en doyurucu, en tutarlı açıklamaları içerir; nihai hakikati bize sunamıyor diye ondan vazgeçmek için herhangi bir sebep görünmüyor. Doğru, bilimsel anlayışın tesadüfi ve amaçsız evren modeli canımızı sıkar, çünkü –yine bilimin son bulgularına göre– her şeyi hikâyelerle kavrayan insan zihni özcülüğe, erekselliğe ve nedenselliğe yatkındır – ve insanbiçimciliğe. Filozoflar da daha metotlu düşünmelerinin dışında, insanların geri kalanındaki zaaflardan muaf değillerdir.
Peki ya Nagel haklıysa? Keşke haklı olsun… Ana itkisini “bilincin” sağladığı ya da tanrının eliyle tasarlanmış, içinde bir toz zerresi olmadığımız bir evren hepimizi daha mutlu etmez miydi? Ederdi etmesine ama, buna dair herhangi bir işaret, bir dayanak yok – ne dersin, sence var mı?
Haklı olmadığı durumda bile Nagel’in çabasını –bazı başka felsefeciler gibi– çılgınlık olarak damgalayıp geçmemeliyiz. Çünkü:
“Felsefenin meşru görevlerinden biri, en gelişmiş ve en başarılı çağdaş bilimsel bir düşüncenin bile sınırlarını araştırmaktır.” (s. 9)
DİKKATİNİ çekmiştir, felsefeden söz açmışken boyuna bilime geliyor konu. Tesadüfen ya da takıntıdan değil; değişik felsefe metinlerini kısa bir yazıda tartabilmek için örnek bir sorunu (beni en çok kendine çeken sorunu) kantar olarak seçmeyi düşündüm. Neyi, nasıl, ne kadar bilebileceğimiz felsefenin temel sorunlarından biri olduğu için bilim hiç de fena bir kantar sayılmaz doğrusu… Kantar deyince; söz konusu metinleri ölçecek, sıralayacak değiliz, derdimiz aralarındaki farkları berrak bir şekilde görebilmek.
Bir de tabii, saf felsefe diye bir şey nasıl bir mitse –felsefe de şiir gibi her köşe başında karşımıza çıkabilir, şu ya da bu şekilde yanımıza yöremize sinmiştir çünkü– “genel olarak felsefe okumak”tan da pek söz edemeyiz. Belli bir ya da birkaç problem felsefe metinlerine yöneltir bizi. Genellikle o problem çerçevesinde okuruz, metne bizi yönelten şey aklımızı kurcalayan problemler değilse okuyuşumuz farklı olur. Felsefe gibi, felsefe okumak da bir arayıştır, öteki türlüsü felsefe tarihi üzerinde gezinmek olur mesela. Ya da ‘felsefe okuması yapmak.’
NAGEL’in tam da Felsefece Düşünmenin Yolları ile karşılaştırılabilecek bir kitabı daha var, yakınlarda Türkçeye çevrilen. Her Şey Ne Anlama Geliyor? – Felsefeye Küçük Bir Giriş. Bu kitap da tıpkı Bocheński’nin kitabı gibi, belli başlı problemler üzerinden felsefeye yaklaşıyor. Dokuz temel problem üzerinden:
Zihnimizin dışındaki dünya bilgisi,
Kendi zihinlerimizin dışındaki diğer zihinlerin bilgisi,
Zihin ve beyin arasındaki ilişki,
Dilin nasıl mümkün olduğu,
Hür iradeye sahip olup olmadığımız,
Ahlakın temeli,
Hangi eşitsizliklerin adil olmadığı,
Ölümün mahiyeti,
Yaşamın anlamı. (s. 13)
Tabii ki bu kitaptan da tarafsızlık beklemek beyhude. Bize kendi yolumuzu çizme imkânı tanımakla birlikte Nagel elbette kendi bakış açısıyla yaklaşıyor her bir probleme. Başka türlü nasıl olabilirdi? Zihin felsefesi üzerinde onca zaman çalışmış birisinin “zihin-beden problemi”ni ele alırken yazdıklarını unutmasını, kendi görüşlerini göz ardı etmesini nasıl bekleyebiliriz?
“Benim kişisel görüşüm odur ki,” diyor Nagel, “şu ana kadar bu felsefi problemlerin çoğu çözülmüş değildir ve belki de bazıları hiçbir zaman çözülemeyecektir.” (s. 13) Ama bu kitap çerçevesinde mesele, okurun bu problemlerle tanışmasıdır:
“Birçok felsefi kuramı öğrenmeden önce, bu kuramların cevap vermeye çalıştıkları felsefi sorular hakkında kafa yormak çok daha iyidir.” (s. 14)
Bu iki küçük kitabı art arda okuyup karşılaştırmak ilginç olabilir. İkisi de tarihin, akımların, geleneklerin dışında, sadece belli problemlere odaklandıkları, basit, sade –ve hatta eğlencesiz– oldukları için aralarındaki farklar da okura çok şey söyleyebilir… Benim bu iki kitabı okuyuşum arasında çeyrek yüzyıllık bir vakit geçti, sen arayı o kadar açmazsın belki!
Nagel’i eleştiren yazılara, mesela Daniel Dennett’in yazdıklarına da bir göz atabilirsin. Bazen ateşli bir tartışmanın tam göbeğine düşmek, konuya hızlı girişi sağlar – yüzme öğrenmek için doğrudan suya atlamak gibi…
DOĞRUDAN suya atlamak deyince: Felsefeye dair, felsefe hakkında bir şeyler değil de, doğrudan felsefe okumak var bir de… Klasikler, temel metinler her zaman orada. Yüzyıllardır. Platon ve Aristoteles okurken, belki tarihsel bağlamı, metnin arkaplanını verecek yorumlu bir versiyonu seçmeli ya da önceden söz konusu metinlere dair kılavuz metinlere bir göz atmalı derim. Aristoteles’in nerede isim vermeden Platon’a çattığını bilmek fena mı olur? Ama sen belki de metinle arama hiçbir şey girmesin diyorsundur, olur ya...
Nagel ne derse desin, bizler evrimin çocukları olduğumuzdan zihinlerimiz hakikati bulmaya değil, yiyecek aramaya, grup içinde liderlik savaşı vermeye odaklanmıştır, felsefe yapmaktan çok türlü çeşitli hinlikler, ayartmalar peşindeyizdir. Bilinç dediğimiz şey bir hikâyeler bütünü olduğu için, duyduğumuz ve uydurduğumuz hikâyelere çok bağlanabildiğimiz için, biyolojik türler arasında hakikatle ilişkisi en sorunlu olan türüz belki de. Biyo-kültürel-teknolojik varlıklar olarak ancak üçte bir biyolojik sayılırız da ondan.
Demek ki insan aklı kendiliğinden mantık ve felsefeye uygun değildir. Düşünmek ve akıl yürütmek, tıpkı dil gibi, öğrenmek değilse de edinmek zorunda olduğumuz şeylerdir, bu nedenle felsefenin yanı sıra mutlaka mantık okumak lazım gelir. Safsatayı düzgün akıl yürütmeden kolayca ayırabilmek, felsefeyle üst paragraftakine benzer kanaatler arasındaki farkı anlayabilmek için. Mesela Aristoteles’in Organon’u ya da mantıksal yanlışları, çarpıtmaları ve safsataları ele alıp sergileyen yeni yazılmış kitaplardan biri… İki Kültür’ün öbür yakasından geldiğin için, senin doğrudan mantık okuman gerektiğini sanmıyorum gerçi. Lewis Carrol’dan söz etmiştik ya az önce, Alice Harikalar Diyarında’yı bir felsefe/mantık kitabı gibi okumak da çok eğlenceli olabilir! Şimdiden gülüyorsun bak!
Nasıl ki dil sadece gramerle öğrenilemezse, mantık da öyle, okuduğun romanlardan seyrettiğin filmlere, etrafındaki kişilere, kafa yorduğun şeylere göre yavaş yavaş sindireceğin bir şey. Evet, gördüğün mühendislik eğitimi muhakkak sana mantıksal safsatalar konusunda epey bir bağışıklık kazandırmıştır, yine de buna fazla güvenmemek lazım. De omnibus dubidantum. Her şeyden önce de kendi bildiklerinden kuşku duymalı.
Tanışıp yüz yüze görüştüğümüzde uzun uzadıya konuşuruz. Sen de bana sevdiğin kitaplardan söz edersin. Kitap seçmek dünyanın en zor işlerinden biri, iyi bir tavsiye her zaman altın değerindedir. Hoş, konuşurken araya pek çok şey girer –yazarken bile giriyor–, söz her zaman bir yerlere kayar, eskilerin mektuplaşma adeti o bakımdan çok daha iyiymiş, yazmak insanı kendi düşüncelerine çekidüzen vermek zorunda bırakıyor…
Ama gevezelik, konuşurken de gevezeliktir, yazarken de. Sözlerime burada son verirken son bir ukalalık daha yapayım izin verirsen: Muhtemelen çok şey okumuşsundur, bunu tahmin ettiğim halde sana temel birtakım kitaplar, felsefeye giriş metinleri önermeme lütfen şaşırma, gücenme. Ne kadar yol alırsan al, sık sık başlangıçlara dönmek iyidir. Bak, mektubun sayesinde hiç aklımda yokken Zihin ve Evren’den sonra Nagel’in Her Şey Ne Anlama Geliyor’unu okudum, o sayede Bocheński’yi hatırladım, hatta ta liseden kalma kitaplarımı karıştırıp Bertrand Russell’ları buldum; altlarını çizdiğim ve yanlarına not düştüğüm cümlelere bakıp eğlendim – nelere hayret ettiğime hayret ettim… Benim için minik bir zaman yolculuğu oldu. Umarım benim mektubum da seni yeni birtakım okumalara sevk eder, eski kitapları hatırlatıp yeni kitaplara kapı açar.
Hoşçakal, şimdi okurları değil sadece ikimizi ilgilendiren başka bir muammayı çözmeye çalışacağım: Dayımın torunu benim kuzenim mi olur? :)
Görüşmek üzere, sevgiler, sizinkilere çok selamlar
M.
Not: Google “yeğen” diyor.
•
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
GİRİŞ RESMİ:
Fraktal geometriyle üretilmiş bir desenden detay.
[1] Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında, Kısmet Burian çevirisi. (Cumhuriyet Kitapları)