Costa Brava, feminist bakış açısıyla aktarılan deneyimlere, olayların başka taraflarını kavrayabilmek için ne kadar ihtiyacımız olduğunu neredeyse bir asır geçmişten gelen bir metin olarak tekrar kanıtlar
28 Nisan 2016 13:25
Helen’in bunu hissettiği yer bir iç savaş başlangıcıydı. Amerikalı feminist şair/yazar ve aktivist Muriel Rukeyser’in tek romanı Costa Brava, Halk Olimpiyatlarına Geldik (Savage Coast : A Novel), bize yaşadığımız birçok şeyin bizim inisiyatifimizde olmadığını, içine doğduğumuz çağın ve coğrafyanın hayatlarımız üzerinde nasıl silinmez izler bırakabildiğinin en gerçek örneklerinden.
Muriel Rukeyser, İspanya İç Savaşı’na küçük bir Katalan kasabasından tanık olmadan önce ilk şiir kitabı Theory of Flight ile 1935’te Yale Genç Şairler Dizisi ödülüne layık görülmüş başarılı bir şairdi. Hayatının geri kalanında da takdir gören bir şair olmaya devam edecekti ama bu ödülü aldıktan bir sene sonrasında yaşayacağı deneyimin hayatını, politik görüşlerini ve aktivizm deneyimini nasıl etkileyeceğinden ve geliştireceğinden bihaberdi. Rukeyser, her zaman politik bir karakterdi. Henüz 21 yaşında Afro-Amerikalılara “kardeşçe” davrandığı için hapsedilmiş ve yaptığı haberlerle ses getirmişti. Başarılı bir şair olarak devam ettiği hayatına damgasını vuracak en büyük deneyimi ise İskandinav ülkeleri ve Rusya’daki kooparatifler hakkında bir kitap yazan İngiliz bir çifte asistanlık yapmaya giderken rotasını Londra’dan İspanya’ya çevirmesi ile yaşayacaktı. Rukeyser bir aylık Londra macerasından sonra Finlandiya ve Rusya’ya gitmek yerine, Hitler’in Berlin Olimpiyatları’na karşı düzenlenen İspanya Halk Olimpiyatları’na gitmeye karar verecekti. Bu da yazarın sonradan “doğduğum yer” olarak tanımladığı İspanya’ya ve Halk Olimpiyatları ile ilgili haber yapmayı düşünürken kendisini iç savaşın bir parçası olarak bulduğu dönüşüm dolu bir yolculuğa sürükleyecekti.
Costa Brava, 20. ve 21. yüzyıl Cinsiyet ve Kadın Araştırmaları üzerine çalışan akademisyen Rowena Kennedy-Epstein’in; roman, Rukeyser’in yaşamı, savaşın kadınlar üzerindeki etkisi, savaş sırasında/sonrasında görmezden gelinen kadın deneyimi ve en önemlisi de bu derece önemli bir tanıklık olan Costa Brava’nın yazar hayattayken neden basılmadığı konuları üzerine incelemesinden oluşan bir giriş ile başlıyor. Bu giriş yazısını okurken ister istemez Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da ele aldığı “Shakespeare’in yazar kız kardeşi” teorisi aklımıza geliyor. Hemingway ve Orwell gibi erkek yazarların İspanya İç Savaşı tanıklıklarından yola çıkarak ürettiği Çanlar Kimin İçin Çalıyor? ve Katalonya’ya Selam eserleri hem yaşadıkları dönemde hem de günümüzde külliyatlarının en önemli parçalarından sayılırken bir kadın yazarın tanıklığı hayatta olduğu süre boyunca hatta ölümünden yıllar sonra dahi basılmaya değer görülmüyordu. Feminist Press tarafından 2013 yılında basılan kitap yazarın şiirlerini yayınladığı Covici-Friede’deki editörü Pascal Covici tarafından “saygı duyamayacağımız kadar anormal” bir başkaraktere sahip olarak tanımlanan metnin bu derece sert bir eleştiri ile geri çevrilmesinin sebebi ne olabilirdi peki? Üstelik sadece Rukeyser’in değil dönemin tanınan yazarları Simone de Beauvoir, Virginia Woolf ve Simone Weil gibi birçok yazarın iç savaş hakkındaki fikirlerinin ve metinlerinin de günümüzde hâlâ pek de üzerinde durulmayan çalışmalar olması, kadın yazarların savaş tanıklıklarının görmezden gelindiğinin açık bir göstergesi. Oysa hem Costa Brava’da Rukeyser’in hem de diğer kadın yazarların tanıklıkları, savaş ortamının kadınların kamusal/siyasal hayatına etkilerini ve onların görünürlüklerini yansıtması açısından birer belge niteliğinde. Özellikle İspanya İç Savaşı’na cephe gerisinde de olsa katılan ve üzerine kaynar su dökülmesi ile yaralanan Fransız filozof/yazar Simone Weil ve savaş sırasında hayatını kaybeden Alman fotoğrafçı Gerda Taro gibi isimler bize kadınların sadece savaşın nesnesi değil öznesi de olduğunu gösterirken.
Rukeyser’in Costa Brava’sının o hayattayken basılmamış olması ise, şiir dünyasının roman ile olan bağları düşünüldüğünde, edebi bir talihsizliktir diyebiliriz. Yazar romanı savaşın başlangıcından bir yıl sonra tamamlamış ama basılmaya değer görülmediği için savaş tanıklığını, tren yolculuğuyla değişen hayatını, yolculuk sırasında yaşadıklarını şiirleri üzerinden anlatmaya devam etmiştir. Yolculukta yaşadığı birçok olay ve tanıştığı birçok isim şiirlerine de konu olmuştur. O dönem roman yayınlanmış olsaydı şiirleriyle arasındaki bütünlük daha net kavranabilir ve şiirleri o gözle okunabilirdi. Oysa bunu ancak şimdi yapabiliyoruz, yani yazar 1980’de 67 yaşında hayata veda ettikten yıllar sonra. Rukeyser yazınında gerçek ile kurmaca, bazen çakışarak bazen içiçe geçerek ama mutlaka birlikte hareket eden iki element gibi oysa. Bu iki öğeden biri olmadan Rukeyser’in şiir dünyası için yapılan tüm tanımlar ve tahliller eksik kalmıştır dolayısıyla.
Kitabın başkarakteri Helen, neredeyse bir hafta süren iç savaş tanıklığı, bu kısa zamanda yaşadığı cinsel ve politik uyanış ile yazarın ta kendisidir. İspanya İç Savaşı sadece Avrupalılar için değil Amerikalı antifaşistler için de sosyalizm ve anarşizm için son umut olarak görülüyordu. Çünkü bu savaşın kaybedilmesi bir anlamda faşizmin sadece İspanya’da değil Almanya ve İtalya başta olmak üzere Avrupa’da müthiş bir yükselişe geçeceği ve kadınlardan eşcinsellere, sanatçılardan komünistlere kadar “ari olmayan” herkesin bu faşizmin yükselişi altında ezileceği anlamına geliyordu ki nitekim öyle de oldu. Rukeyser ve onun gibilerin bu kaygılarının gerçek olduğunun en büyük kanıtı ise yazdığı makaleler, şiirler ve yaptığı eylemlerden ziyade yazarın yıllarca basılmayan romanı oluyor.
1936’da Hitler faşizminin kendini gösterdiği bir dönemde Berlin’de gerçekleşecek olimpiyatların protesto edilmesi için bir çağrı yapılmıştı. Ama Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere birçok ülke bu protestoyu gerçekleştirmeyerek belki de Hitler rejimine karşı verebilecekleri son tepkilerden birini de kaçırarak iki haftalığına Berlin’de refah ve barış içinde yaşayan bir şehir illüzyonuna tabi tutuldular. Bu sırada 1936 Berlin Olimpiyatları’nı boykot hareketleri Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Macaristan, Fransa, İsveç, Çekoslovakya ve Hollanda’da ortaya çıktı. Birçok sporcu bu boykot üzerine Barselona’da gerçekleştirilmesi planlanan “Halk Olimpiyatları” için İspanya’ya doğru yola çıkmıştı ki oyunların başlamasına iki gün kala iç savaş patlak verdi. Geriye kalan mektuplardan, o dönem gazetelerde yazdığı makalelerinden yola çıkarak Rukeyser’in kendisinden hareketle yarattığından şüphe duymadığımız Amerikalı gazeteci Helen de Barselona’ya doğru yola çıkan ve İspanya’nın kuzeybatısındaki küçük bir kasabada altı gün boyunca mahsur kalan trenin yolcularından biri idi. Trende Amerikalı, İngiliz, İsviçreli ve Macar olimpiyat takımlarının oyuncuları ve oyunları izlemeye ya da Barselona’ya tatile giden yüzlerce insan iç savaşın yansımalarına bir kasabadan tanıklık etti. Bu sırada henüz yirmi iki yaşında olan genç şair Rukeyser için bu altı gün sadece politik olarak fikirlerinin oturması değil, kendini ve özellikle cinselliğini de keşfi anlamına geliyordu.
Kitabın başlarında sadece olayların tanığı olarak gördüğümüz çekingen ama çokça meraklı bir karakter olan Helen’in birkaç gün sonra trendeki yolcular ile kurduğu dostluk ve dayanışma ile hem savaş anının hem de kendi hayatının önemli aktörlerinden birine dönüştüğünü görüyoruz. Eşi ile İspanya’da buluşmak üzere yola çıkmış evli ve çocuklu bir diğer Amerikalı kadın karakter ise Helen’in dönüşümünü daha yakından görmemiz için özellikle seçilmiş zıttını gösteren bir ayna gibi. Diğer Amerikalı kadının, trenin kasabada kaldığı süre boyunca yaşadığı stres ve korku karşısında Helen’in soğukkanlılığı ve trendeki diğer yolcular ile iletişimi, aksiyonun bir parçası haline gelmesi onun karakterinde sonradan nasıl derin değişiklikler olacağını iki karakterin karşıtlıkları üzerinden daha net gösteriyor. Her ne kadar kitap ilk kez yayımlanmak istediğinde yazarın editörü tarafından “vakit kaybı” olarak değerlendirilse de 2013 yılında yayımlanan ve Güldünya Yayınları tarafından, Sedef İlgiç çevirisi ile geçtiğimiz aylarda Türkçeye kazandırılan kitabın hem konu hem de kurgu itibariyle bırakın vakit kaybı olmayı son derece bağlamına sadık bir metin olduğunu daha ilk sayfalardan fark ediyoruz. Kitabın feminist bir yazar tarafından yazılmış olması ise savaşta erkekler kadar aktif olarak yer almış olsalar da çoğu zaman eril bir bakış açısı ile, bir nesne gibi anlatılan kadın hikâyelerinin bir diğer yüzünü görmemizi sağlıyor. Trendeki Katalan aileden, Macar Olimpiyat takımına kadar tasvir edilen ve Helen’in ilişkilendiği tüm bu isimlerin gerçek olması ise bir kurmaca olarak okuduğumuz metnin gerçeklikle bağını fark ettiğimiz anlarda ise iç savaşın gerçekliği ile bir kez daha karşılaşıyoruz.
Helen’in aşk yaşadığı Alman asıllı Hans da, trenin kaldığı süre boyunca kasabada başlayan kolektifleşme, dini ikonların yakılması ve İspanya’ya doğru bir pikapın arkasında seyahat etmeleri kadar gerçekti. Hatta Rukeyser ve Hans olarak tanıdığımız Otto Boch’un yazışmaları yazarın Amerika’ya dönüşünden sonra da devam edecektir. Ta ki Uluslararası Tugaylara katılmak üzere trende bulunan Boch’un, 1939’da cephede hayatını kaybetmesine kadar. Bu ölüm üzerine şu satırları yazacaktır Rukeyser ve sevgilisi Boch’u savaş sırasında hayatını kaybeden herkesi temsil eden bir mite dönüştürerek hayatı boyunca tekrar tekrar anmaya devam edecektir:
Senin söylediğin gibi “devrim”
Başka aşkları, başka çocukları, başka hediyeleri getirdi – ama
Sevgilim senin olduğun yerdeydi yaşam
Saatlerimdeydin, savaşta düşsen de
Güneşin aydınlattığı tarlalarda ya da bir yerlerdeki mucizede,
Senin aşk ve savaş sözcüklerin, ölüm ve başka vaatlerin
Yadigarım ol hayat boyu süren bir sesle…*
Birlikte çok kısa zaman geçirmiş olsalar da Rukeyser ve Boch’un mektuplaşmaları ve görüşme çabalarının devam ediyor olması, Hans’ı romanın en gerçek imgelerinden biri yapıyor. Çünkü Helen’in Hans ile daha birbirlerinin adını bile bilmeden sevişmiş olması, kitabın başkarakterinin neden “saygı duyulamayacak kadar anormal” bulunduğunun göstergelerindendir. Çünkü genç bir kadın sadece savaşın başlangıcına tanıklık etmekle ve bunu kayda geçirmekle kalmıyor, çekinmeden cinselliğini özgürce yaşıyordur da.
Oysa, Rukeyser’in de oldukça etkilendiği ve şiir ödülünü aldıktan sonra tanışma fırsatı da bulduğu D. H. Lawrence gibi dönemin birçok yazarının metinlerinde üstü kapatılma gereği bile duyulmayan bir cinsellik söz konusudur. Fakat bu metinlerin genel özelliği cinselliğini çekinmeden yaşayan “şeytan” kadın karakterlerin genelde kötü karakterler olması ve cinselliklerini erkekleri tuzaklarına düşürmek ya da “melek” kadınları üzmek için kullanmalarıdır. Costa Brava’nın başkarakteri Helen ise ne şeytandır ne de kötü, sadece cinselliğini özgürce yaşayan bir kadındır. Ama karşılıklı rıza ile cinselliğini yaşayan, trendeki diğer aktörlerle birlikte kasabada kalındığı süre boyunca belediye başkanı ziyaretinden yolcularla temas kurulmasına kadar birçok konuda aktif rol alan bir Helen vardır ki bu da onu “anormal” yapmaktadır. Rukeyser’in Helen ve Hans’ın ilk defa seks yaptığı anı tasvirine gelecek olursak romanın bazı noktalarına özellikle sirayet eden şiirselliğin en çok hissedildiği bölümlerden biri olarak karşımıza çıkar. Adeta bir düz yazı değil lirik bir şiirdir bu anın tarifi.
“Ve Avrupa ve Amerika sallandı, sallandı, çalkantılı bir deniz, doğaüstü güçleri olan atların geceyi damgalaması gibi hareketlenen dalgalarla imlendi; ordularda yeniden buluşmak için bekleyen yaralı ülke.”
Costa Brava, iç savaş üzerine yazılmış romanlar arasında kurgusal olarak belki de en sıralı olandır. Helen’in yola çıktığı ilk günden, tren yolculuğuna, kasabada geçen günlere, Barselona’ya varışlarına ve Belçika takımı ile kiralanan bir tekneyle Barselona’dan ayrılışlarına kadar her şey düz bir zaman çizgisinde anlatılır. Bu da başkarakterimiz Helen’in büyüme ya da dönüşüm hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz sürecini kreşondaları eşliğinde takip etmemizi sağlar. Böyle bir metnin okurla buluşmak için seksen yıl beklemiş olması ise sırada hâlâ bekleyen ne çok feminist metin olduğunu bize bir kere daha hatırlatır. Yaşanan bir iç savaş, devrim ya da sıradan bir çağın son derece sıradan bir günü olsun fark etmez feminist bakış açısıyla aktarılan deneyimlere, olayların başka taraflarını kavrayabilmek için ne kadar ihtiyacımız olduğunu neredeyse bir asır geçmişten gelen bir metin olarak tekrar kanıtlar.