"Birol Ünel’in halinde ‘punch’a hakkını veren ‘punk’lık, bir poz ve tarz olarak çivili deri ceket giymek değil, çivili ceketin ta kendisi olmaktır: Hırpani bir kahverengi kumaş ceketin görünmez çivileridir. Kırılan şişelerden kesilen ellerin kanının yüze sürülmesi ve o kanlı yüzle sahneye çıkılmasıdır. ‘Skinhead’lere kafa atmaktır. Sabah uyanınca içilen bira ve sigaradır. Perişan cazibedir."
09 Eylül 2020 09:38
Birol Ünel’i şahsen tanımazdım ama tanır gibiydim niyeyse. Yakın zamanda, salgın-öncesi Berlin’e gitme ihtimalim vardı ve gizli gizli düşündüğüm şeylerden biri de kendisiyle muhtemelen Kreuzberg civarında karşılaşıp bir iki bira içmekti. Ünel’in Berlin sokaklarındaki derbeder, sarhoş ve kendini mahveden hallerine dair çok şey söylendi, Duvara Karşı’daki Cahit’in yaşayan hali olduğu, onun kadar şiddetli ve öz-yıkıma yakın, dağınık, trajik ve yoğun bir hayat yaşadığı çok yazıldı. Bütün bu söylenenlerde ortak duygu şuydu: gerçek hayatında da en az gönülleri fethettiği Duvara Karşı’da olduğu kadar ‘manyak,’ şaşırtıcı, cool, öfkeli, serseri bir enfant terrible. Bütün bu hikâyeler bende uzaklarda bir yerde kafa ve his olarak çok örtüşeceğim, cool ve maraz birinin olduğu hissini uyandırıyordu. Velhasıl, yakın zamanda Berlin’e gitmek kısmet olmadı ve artık gitsem de Birol Ünel orada olmayacak. Ama benim ve bir sürü hayranının aklında çok güçlü bir karakter olarak kalacak kendisi: O kendine hiç acımayan, öz-yıkıma yatkın, hayatı adeta bıçaklayan bozguncu hali, yoğun, tutkulu ve şiddetli, biraz da müzmin ‘punk’ tavrı, her olayın sınırını (ya da ‘dibini’ diyelim) görmeye meraklı dipsomanlığı ve kara-romantikliği, ketum –ama varlığıyla, ‘posture’yle konuşan– hakiki-cool tarzı, aşırılığa merakı, etrafına hayırlı bir felaket gibi bulaşan yoğun enerjisi ve ‘karizma’sıyla birçoklarının aklında ve kalbinde özel bir yer edinmişti. 3 Eylül’de bu dünyaya veda ettiğini duyduğumda bir oyuncu olarak duyduğun hayranlık bir yana dünyada yaşayan bir tutkulu ve ele geçirilemez ‘troublemaker’ olarak kendisine duyduğum yakınlıktan herhalde, içimde bir şey ‘cızz’ etti hakikaten ve sanki yakından tanıdığım birini kaybetmiş gibi oldum. Bu son derece şahsi yazıyı da bu nedenle bir ‘veda’ olarak yazmak istedim.
Birol Ünel oynadığı her filme kendi ışığını ya da gölgesini düşüren oyunculardandı, bu kesin. Yoğun, marazi, trajik, dram ve aşırılığa eğilimli bir persona olarak girdiği filmleri kendi trajik ve aşırı haline boyuyordu, desem yeridir. Hayatla kıyıdan, mesafeli değil burun buruna, tutkulu, kendini sakınmadan, kan revan bir aşk-nefret ilişkisi. Sınırdurumların adamı. Ani patlamaların yıldızı ve ani çöküşlerin derbederi. Yoğun bir duyguyu, trajik bir pathosu, ironik bir gülümse bile olmaksızın uluorta, bütün bedeniyle sergiliyordu. Cam kırıkları, dağınık ev, sokaklarda sızıp kalmak, aşk uğruna kendini kesmek, kendini mahvederek yaşamak ve yüksek, kesseler ödün vermeyen bir etik duygu. Eskilerden, ta Antik Yunan’dan söyleyelim: hem eros hem tanatos. Dünyayla ‘şiddetli bir alaka’ kurmak. Yine Antik Yunan’dan söyleyelim: diyonisos gibi coşkulu olmak… Bir sokak çocuğu, bar köpeği olmak. Hayatla konformist ve mesafeli, ölçülü bir temastansa, neredeyse ‘bilgeliğin yolu aşırılıktan geçer’ şiarını benimsemek. Bir bilgelik istemi de olmayan bir aşırılık hali, demek daha doğru.
Ben Birol Ünel karakterini (karakterini diyorum, çünkü en azından anlatılandan duyduğumuz kadarıyla ve o yoğun ve çarpık yüz ifadesinden anladığımız kadarıyla bir ‘hayat karakteriydi’ – film karakteri gibi) bir modern trajik kahraman gibi görüyorum. Hayatı yaşama biçimi de bir modern tragedyaya denk düşüyor. Bilirsiniz, trajik kahramanın bir ‘trajik kusuru’ vardır ve bu kusur onu nihayetinde yıkıma götürür: buna hamartia da deniyor, hamartia da etimolojik olarak ‘tehlikeyi görmemek’ bir yıkım işaretini algılamamak, bünyesindeki bir marazı görememek anlamına geliyor – hatta bazı ‘dark-romantik’ durumlarda bu marazı hayatının merkezi yapmak. Birol Ünel’i kendi marazını sonuna kadar yaşayan ‘gözükara’ bir trajik kahraman diye tanımlasak yeridir. Karanlık taraftan çekinmeyen, hayata burnunu sokmaktan ve kendini yaralamaktan da geri adım atmayan bir karakter. Yeşim Tabak, Birol Ünel’e dair yazdığı nefis veda yazısında Ünel’in hayatını bir ‘perfomansa’ dönüştürmesini ya da bir drama olarak yaşama biçimini anlatırken bir röportajından şu alıntıyı yapmış:
“Ben karanlık tarafımı biliyorum ve bazen onu yaşamayı seviyorum. Bazen işler tehlikeli hâle de gelebiliyor… Doktorlar kaç defa bu adam ölecek dedi. Koku alamıyorum mesela şu an. Çünkü son seferde burnum beynime geçti. Beş gün komada kaldım bir keresinde. Sekiz yıl önceydi bu, beş skinhead yüzünden.”
Ünel’in şiddetinin nedensiz bir ‘afili’ poz değil, bir büyümemiş oğlan çocuğu şımarıklığı değil, politik bir öfke, neredeyse bir ‘doğrudan eylem’ biçimi olduğunu da not etmek lazım. Gençliğinde komünlerde yaşamış, işgal evlerinde polisle çatışmış ve ırkçı gruplara karşı tekme tokat mücadele etmiş. Yersiz yurtsuz bir vagabond ya da dünya vatandaşının yeryüzü serseriliğinin yanı sıra bir göçmenin öfkesi de var burada. Kendisine dair bir ekşisözlük entry’si şunu söylüyor mesela:
“Gerçek hayattaki haliyle gegen die wand'daki halinin oldukça benzeştiği söyleniyor Ünel hakkında. Bir de ilginç bir vaka var ki Türkiye'de basına pek yansımamış sanırım… evvelden hakikaten yargılanmış, adam yaralamaktan ceza yemiş Ünel. Sebebi de 80’lerde ırkçılık karşıtı sol örgütlerde yaptıklarıymış. Gitmis, ırkçı fap örgütünün "obermacker"inin… suratına yumruk çakmış.”
Bu yumruk biraz insanın aklına Taksi Şoförü’nün Vietnam savaşı karşıtı, dünyayı düzeltmek için kendini mahveden şiddetli azizi Travis Bickle’ını akla getiriyor. Travis’in ‘punk’ saçları bir poz değildir, bir reddiye ve gerçek bir karşı-kültürel (belki de kültür-karşıtı) bir meydan okumadır. Ünel’de böyle bir ‘punk’ damar da vardı, Duvara Karşı’da Sibel Kekilli’yle birlikte Temple of Love eşliğinde hiddetle dans ederken (dans değil de, zıplamak ve bağırmak daha çok) ‘Punk’s not dead!’ diye bağırışını hatırlayalım. Ya da Tony Gatliff’in Translyvania’sında kendine tuttuğu müzisyenler eşliğinde dans ederken kendi kafasında şişe kırmasını ve müzisyenlerden birinin ‘müzik hayat içindir, kendini mahvetmek için değil’ demesi üzerine yüzünde beliren acı ve müstehzi gülümsemenin bizi müziğin kendini mahvetmek, aslında ‘kurulmuş kendi’ denilen şeyi mahvetmek için bir özyıkım aracı olarak kullanılmasına ikna etmesini hatırlayalım. Yine Yeşim Tabak’ın yazısından bir alıntı:
“Ben başından beri punk’tım zaten. Kafam hiç değişmedi. Öyle bir karar vermeme gerek kalmadı. Bu, zihniyetle ilgili bir şey. Ben rock’n’roll yaşıyorum, onu yiyip içiyorum. Hayatta kalıyorsun, yaşıyorsun, hepsi bu. Kendimi bırakıyorum ben. Diyorum ki, gel seni tanımak istiyorum. Bu, tehlikeli durumlarda da böyle. Gidip bakıyorum n’oluyor diye. İnsanın belki en başta çok kolay kaldıramayacağı durumları arıyorum.”
Hayatın ‘abject’ ya da tehlikeli addedilen yerlerine sarhoş ve acımasızca girip çıkmak olarak rock’n roll, bir poz olarak değil. Bu karanlıkları sevme durumu, bir yeraltı jesti değil, yerüstünü deşeleme halidir. Punk da zaten, bilirsiniz, ilk anlamıyla ‘işe yaramaz, serseri’ vs. anlamlara gelir, bir ‘outsider’ olma durumu ama içeriyi zorlama isteği. Punk sonradan bir ‘olumlu’ ifade olarak sahiplenilmiştir ama punk lafı bana hep ‘punch’ı hatırlatır: yumruk. Birol Ünel gibi müzmin punklar hep bu ‘punch’la yaşıyor gibidirler: hayatı yumruklamak ve hatta bıçaklamak. Bu esnada kendine yumruk atmak ve kanlı bir suratla muzaffer bir ‘loser’ bir gibi gülümsemek. Duvara Karşı’nın girişinde duvara doğru sürülen o araba da bir yumruktur mesela, hem kendine hem dünyaya attığı bir yumruk.
Birol Ünel’in halinde ‘punch’a hakkını veren ‘punk’lık, bir poz ve tarz olarak çivili deri ceket giymek değil, çivili ceketin ta kendisi olmaktır: Hırpani bir kahverengi kumaş ceketin görünmez çivileridir. Kırılan şişelerden kesilen ellerin kanının yüze sürülmesi ve o kanlı yüzle sahneye çıkılmasıdır. ‘Skinhead’lere kafa atmaktır. Sabah uyanınca içilen bira ve sigaradır. Perişan cazibedir.
Ünel’in bu punk, serseri, ele avuca sığmaz hallerinin yanına, etik duyguyu da eklemek lazım. Bir yaşam etiği: bir ödün vermezlik, bir anti-konformizm, kendi yaşam etiği için yalnızlığı ve perişan olmayı da göze almak. Bir diğer Fatih Akın film Soul Kitchen’da canlandırdığı cool aşçıyı, bıçak uzmanı, tariflerinden ve tavrından ‘kesseler’ ödün vermeyen arızalı, kafadan kontak, biraz da gizemli Shayn karakterini hatırlayalım. Bir yemek tarifini güncellemesini isteyenlere masaya aşçı bıçağını saplayarak cevap veren, aşçılığı filozofça bir dünya görüşü olarak yaşayan Shayn cool bir etik ilke abidesidir.
Birol Ünel hep böyle karakterleri canlandırdı: trajik, tutkulu, maraz, gözü kara, cool ve anti-opportünist. Hayatla kanlı bıçaklı olmak. Ünel’i birçok oyuncuya ve müzisyene (Nick Cave, Al Pacino, Jim. Morrison vs..) benzetenler oldu, ben de kendisini en çok Denis Lavant’a yakın buluyorum. Leos Carax’ın o özyıkım eğilimli, şiddetle dans eden, tutkulu aşık adamı, sokak adamı Lavant. Ve bir de son zamanlardan Charlotte Gainsbourg. Keşke bu diğer modern trajik, marazlı figürlerle yan yana gelebileceği bir filmde de oynama şansı da olsaydı. Tam bir şenlik olurdu.
Bu dünyadan geçerken arkasında cam kırıklarından oluşan müthiş bir iz bıraktı Birol Ünel: Trajedi, tutku ve marazın hayati kıymetini bilenler onu hep hatırlayacak. Huzur içinde yatsın. Bir veda şarkısı olarak da Duvara Karşı’dan o şahane parçayı çalalım: “Temple of Love,” Sisters of Mercy.
•