Orhan Pamuk okuduk, hayatımız değişti. Ve sonuç olarak, bu ülkedeki ve bu şehirdeki bütün tuhaflıklara rağmen mutlu olmanın bir yolunu bulabileceğimizi öğrendik
04 Şubat 2015 23:15
Orhan Pamuk okurken hayatımız değişti.
Pamuk’la aynı kuşaktan olanlarımız, değişen hayatımızı bir yandan yaşarken anlamaya çalıştık, bir yandan da Orhan Pamuk’un romanlarını okurken “evet, aynen böyle olmuştu” veya “yok canım, o öyle değil de böyleydi” diye zihnimizden yazarla tartışarak bir kez daha yaşadık.
Tam 40 yıldır roman yazıyor Pamuk, 1975’ten bu yana.
Biz onu ancak 1982’den itibaren okuyabildik; ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nın, üstelik 1979’da Milliyet Roman Ödülü’nü almış olmasına rağmen, uzun süren yayımlanma macerası nihayet Erdal Öz’ün sahiplenmesiyle Can Yayınları’nda mutlu sona ulaştığı yıldan beri.
Bugün kitapları 62 dile çevrilen, yeni romanı 100’den fazla ülkede 12 milyon okuru tarafından heyecanla beklenen Orhan Pamuk’un, ilk romanını Türkiye’de yayımlatmak için uğraşmış olması genç kuşaklara inanılmaz gelebilir. O yıllara dair birçok başka ayrıntının da inanılmaz geleceği gibi. Farklı kuşakların aynı ruh iklimini yakalamaları her zaman mümkün olmuyor.
O nedenle Orhan Pamuk’un son romanı Kafamda Bir Tuhaflık’ı ilk okuyan Çınar Oskay’ın Hürriyet’te yazarla yaptığı röportajı okurken, Oskay’la romana dair aynı ruh iklimini paylaşıyor olmamıza sevindim, çünkü Çınar Oskay 1976 doğumlu, yani bizden sonraki kuşak.
Henüz 12 yaşındayken Beyşehir’in Cennetpınar köyünden İstanbul’a gelip şehrin sokaklarında bozacılık yaparak bir ömür geçiren Mevlut’un Kafamda Bir Tuhaflık’ta anlatılan hikâyesini okuyup bitirdiğimizde, aramızdaki kuşak farkına rağmen Çınar Oskay’la tam aynı tepkiyi vermişiz: Kalp kırıklığı mı, umut mu, ne olduğunu anlayamadığımız tuhaf bir duyguyla hüngür hüngür ağlamışız ve balkona çıkıp şehre bakarak 15 milyonun hayatını düşünmüşüz. Farklı kuşakları aynı duyguda buluşturabilmek ancak iyi, çok iyi yazarların harcıdır. Bir romanı sonunda ağlayacak kadar sevmek de başımıza sık gelen hallerden biri değildir ve o yüzden çok değerlidir.
1998’de Benim Adım Kırmızı’yı okuyup bitirdiğimde yine ağlamış ve yine düşünmüştüm: Bir romandan ayrılırken neden ağlarız?
Romanın dünyasından kopma ve kendi günlük hayatımıza dönme vakti geldiği için mi? Aynen başarılı bir terapi seansında olduğu gibi, içimizde o zamana kadar hiç farkında olmadığımız derin kuyular keşfettiğimiz için mi? Roman bizi değiştirdiği ve artık başka biri olduğumuz için mi? Bunların hepsi ve daha ötesi.
Kafamda Bir Tuhaflık bittiğinde beni ağlatan biraz da İstanbul’un artık hiçbir zaman benim hatırladığım ve Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nda anlattığı o şehir olmayacağını bilmenin hüznüdür. Pamuk’un 2003’te yayımlanan İstanbul– Hatıralar ve Şehir kitabında anlattığı, yitip giden bir imparatorluktan geriye kalan yıkık dökük, ihmal edilmiş bir şehre dair melankoliden farklı bir hüzün bu. Kafamda Bir Tuhaflık’ta yazarın pek güzel özetlediği gibi, sokaklardaki boz ve solgun kıyafetli sessiz ve ezik insanların yerine gelen hareketli ve iddialı kalabalıkların şehri kendilerine göre şekillendirdiklerini ve bizim gibilerin onları anlamaya çalışmaktan başka seçeneği kalmadığını, ama bir yandan da artık bu şehre ait olmadığımızı kederle fark etmenin hüznü.
Orhan Pamuk’un 40 yılda sonsuz bir sabır ve emekle kat ettiği yol, aynı zamanda İstanbul’un dünyanın taşrasında bir şehir olmaktan çıkıp evrensel edebiyat dünyasında kendine bir yer edinmesinin de tarihidir. 3- 4 milyon nüfuslu, Anadolu’dan şehre göçenlerin sepetleri ve denkleriyle hâlâ Haydarpaşa Garı’na geldikleri ve denizi ilk kez garın merdivenlerinden inerken gördükleri, Yeşilçam filmlerinin siyah beyaz İstanbul’unda yazmaya başlamıştı Pamuk. Oysa Kafamda Bir Tuhaflık’ta anlattığı, romanın hemen başında kendisinin de o iddialı cümlede yazdığı gibi dünyanın başkenti İstanbul’dur. İddialı, ama doğru da.
İstanbul’un bu kimliği kazanmasında, Orhan Pamuk’un hiç azımsanmayacak bir katkısı var. 2006’da Nobel Ödül Komitesi adına yapılan açıklamada, tıpkı Dostoyevski'nin St. Petersburg'u, Joyce'un Dublin'i ve Proust'un Paris'i yaptığı gibi, Orhan Pamuk’un da İstanbul’u “vazgeçilmez edebiyat toprağı haline getirdiği” ifade edilmişti. Pamuk’un romanları gerçekten İstanbul’a adanmış bir külliyat olarak da görülebilir. Kafamda Bir Tuhaflık’tan önceki sekiz romanından, Kars’ta geçen Kar ve daha çok yollarda geçen Yeni Hayat dışındakiler, görünürdeki hikâyelerin arka planında aslında hep İstanbul’un çeşitli hallerini anlatırlar.
Cevdet Bey’in yatağında ter içinde uyandığı, “küçük ve zararsız hüzünle” perdeleri açıp, Şehzadebaşı Camii'nin minarelerini örtmüş, ama kubbeyi gizleyememiş olan sisin arkasından görünen yüzyıl başı İstanbul’una baktığı o ilk roman sabahından beri biz şehri artık biraz da Orhan Pamuk’un gözüyle görmüşüzdür. Yazar, ilk romanıyla üçüncü kuşakta 1970’lere getirdiği şehrin hikâyesini, ikinci romanı Sessiz Ev’de karşıt sağ ve sol grupların İstanbul sokaklarında çatıştıkları 1980 yazıyla sürdürür. Sonra Beyaz Kale ile bizi birden yüzyıllar öncesinin İstanbul’una götürüverir. Derken, 1990’da o şaşırtıcı Kara Kitap gelir. Kayıp karısı Rüya’yı ararken Celal Salik’in köşe yazılarında aradığı ipuçlarıyla bir hafta İstanbul’da dolaşan Galip’in bir yandan da Celal’e dönüşme hikâyesini anlatan roman, tam bir karabasan üslubuyla şehrin 1980’lerdeki kâbus atmosferini ölümsüz kılar. 1998’de Benim Adım Kırmızı ile yeniden geriye, 16. yüzyıl İstanbul’una dönmüşüzdür. 2008’de yayımlanan Masumiyet Müzesi ise, 1975 yılından başlayan aşk hikâyesinin kahramanı Kemal’in Füsun’a dair biriktirdiklerini anlatmakla kalmaz, 2012’de romanı taklit ederek gerçekten açılan Masumiyet Müzesi ile bütün dünyadan Orhan Pamuk okurlarını İstanbul’a davet eden bir çekim noktası haline gelir.
Her biri bambaşka tarz ve üsluplarda görünse de Orhan Pamuk neredeyse bütün romanlarında bir aşk ve arayış hikâyesi anlatır. Bu aşkın nesnesi, genelde roman kahramanından 10 yaş kadar küçük olan güzel bir kadın gibi görünmekle birlikte aslında hep İstanbul’dur.
Her biri bambaşka tarz ve üsluplarda görünse de Orhan Pamuk neredeyse bütün romanlarında bir aşk ve arayış hikâyesi anlatır. Bu aşkın nesnesi, genelde roman kahramanından 10 yaş kadar küçük olan güzel bir kadın gibi görünmekle birlikte aslında hep İstanbul’dur. Pamuk’un hem içinde yaşarken, hem uzaktayken İstanbul’a duyduğu tutkunun sindiği bu romanlar, şehri her dilden milyonlarca okur için de bir arzu nesnesi haline getirmiştir. Orhan Pamuk İstanbul’un evrensel imgesini, batmış bir imparatorluğun kötü hatıralarla dolu yitik başkentinden, geçmişin iziyle bezeli ama bugüne ait yüzlerle dolu canlı bir dünya başkentine dönüştürmüştür.
Geriye sararak ve ileriye alarak, Pamuk İstanbul’un yüzyıllar boyunca geçirdiği değişimi, şehirde yaşayanların gözünden bir büyük resim halinde zihnimize adeta nakşetmiştir. Son romanıyla ilk kez, şehre sonradan gelen bir kahramanın gözünden anlattığı İstanbul şimdiye kadar anlatılanlardan farklı bir manzara çiziyor. Siyah beyaz İstanbul filmlerinde hep Haydarpaşa Garı’nda başlayan macerayı, Pamuk Mevlut’un doğduğu Cennetpınar köyünde başlatıyor ve o ilk tren yolculuğunu bize Mevlut’le birlikte yaptırıyor. Öyle bir yolculuk ki o, yazarın kendisi Mevlut olmakla kalmıyor, biz de Mevlut’un gözünden bakar, onun duygularıyla yaşar hale geliyoruz.
Pamuk bireysel olanla toplumsal olanı, tekil hikâyenin ince ayrıntılarıyla büyük resmîn ana hatlarını iç içe örmekteki dehasıyla Mevlut’un hikâyesini bizim de hikâyemiz haline getiriyor. İstanbul’a geldiği 1969 yılında babasıyla Mecidiyeköy’ün arka taraflarındaki toprak zeminli gecekonduda yaşayan Mevlut’un boza satmaya çıkmadan önce sobanın üstünde, soba daha yanmıyorsa küçük Aygaz ocağında pişirdiği sebze çorbasını okuduğumuzda bundan sonra hiçbir sebze çorbasının bizim için artık sıradan olamayacağını seziyoruz. Cehennem ateşinde yanan yaratıklar misali çorbanın içinde deli gibi dönen patates ve havuçların Mevlut’a coğrafya dersindeki gezegenleri hatırlatmasının ve Mevlut’un kendisinin de âlemde bu küçük parçacıklar gibi dönüp durduğunu düşünmesinin, yalnızca onun kafasındaki tuhaflığın bir işareti olmayıp, bizim hayatımızın tuhaflığına da işaret ettiğini biliyoruz.
Orhan Pamuk’la aynı kuşaktan olanlarımız şu ya da bu siyasi görüşü yaymak için aynen Mevlut’unkine benzeyen gecekondularda sabahlamış, ya da bu gecekonduların yerine yapılmış apartmanlardan zengin olmuş, veya tam tersine o zamanlar bu gecekondulardan gelenleri yanımızda çalıştırırken, “yeni gelen hareketli ve iddialı kalabalıklara” ayak uyduramadığımız için yoksullaşmış olabiliriz. Ama ömrünün bir deminde yolu şu şehirden geçenlerimiz ille de bu tuhaf değişimden nasibimizi almışızdır ve Pamuk’un, Mevlut’un hikâyesini anlatırken aynı zamanda bizim de hikâyemizi anlattığını hissederiz. Eğer daha yeni kuşaklardansak, şehrin hiç bilmediğimiz bu veçhesiyle karşılaşmış olmanın hafif tedirginliğini duyar ve aynen Mevlut gibi, aslında hiç tanımadığı biriyle evlenmiş olduğunu fark etmenin tuhaf şaşkınlığını yaşarız.
Mevlut’un hikâyesini bizim de hikâyemiz haline getiren, büyük resmin ana hatlarının büyük bir maharetle çizilmiş olmasından kaynaklanıyor. Karakterlerden birinin ağzından duyduğumuz şu cümle mesela: “Bizim askerler Başbakan Menderes’i daha o zamanlar asmamıştı; o da sabah akşam İstanbul’da Kadillak arabasıyla geziyor ve yolunu kesen bütün eski evleri ve konakları yıktırıp geniş caddeler açtırıyordu.” Ya da bir başka karakterin söylediği şu cümle: “1973’te açıldıktan sonra, atlayıp intihar edenlerin kalabalığı yüzünden henüz yayalara kapanmamış olan Boğaz Köprüsü’ne, üç güneşli öğleden sonra orada çok iş yaptıktan sonra ‘satıcıya yasak’ diye bir daha alınmadık.” Roman boyunca okuduğumuz bu gözlemler, anılan dönemeçlerde bizim şehre dair anılarımızla örtüşerek, ya da çelişerek kendi zihinsel İstanbul haritamızı kurmamızın ipuçları olurlar.
Romanın hemen başında, Kara Kitap’tan hatırladığımız köşe yazarı Celal Salik’ten bir alıntı var: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmî görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.” Kafamda bir Tuhaflık’ın hem hikâyesi, hem de üslubu ve tekniğiyle bu oyunbaz alıntı etrafında şekillendiğini söylemek mümkün.
Karakterlerin arada söz alıp romanda “şahsi” görüşlerini dile getirmesi, önceki romanlarından izler taşısa bile yazarın ilk kez denediği bir teknik. Hatta, Çınar Oskay’la yaptığı söyleşide dile getirdiği gibi dünya romancılığında da daha önce denenmemiş olan bir anlatı tarzı. Romanın bütünü Mevlut’un gözüne yakın bir yazar anlatıcı sesiyle anlatılırken, gayet ustaca kurgulanmış bir sırayla diğer karakterler de önce daha kısa, sonra daha uzun süreler söz alarak lafa karışıyorlar ve olaylara dair kendi gözlemlerini, kendi yorumlarını sunuyorlar. Bazen Mevlut’a ve dolayısıyla yazara karşı çıkıp, bazen Mevlut’un tanık olması mümkün olmayan olayları aktararak paralel hikâyeler anlatıyorlar.
Sinema dünyasından bir benzetme yapacak olursak, ana karakteri takip eden ve onun gördüğünü bize gösteren asıl kameranın yanı sıra, farklı kameralar da var anlatı dünyasında. Bu kameraların bazıları birkaç kez görünüp kayboluyorlar. Ama bazıları, Ferhat, Süleyman, Abdurrahman Efendi gibi önemli yan karakterler, ya da romanın üç kız kardeşi Vediha, Rayiha ve Samiha, sürekliliği olan hikâyeler de anlatabiliyorlar.
Ne yapıp edip mutlu olmanın yolunu bulan kahramanı Mevlut gibi Orhan Pamuk da başına gelen tuhaflıklara rağmen mutlu olabilen, işini tutkuyla, sevgiyle ve çok iyi yapabilen bir yazar.
Bütün bu farklı bakışlar, aynı olaylara değişik açılardan yaklaştığımızda algımızın nasıl değişeceğini göstermenin yanı sıra, küçük hesaplarımızı, çıkar kaygılarımızı, kendimizi kayırmanın bin bir halini de gösteriyor bize. Yargılamaktan özenle uzak dursa da, yazarın önceki romanlarından aşina olduğumuz üslubuyla şehrimizde kâh o kılıkta, kâh bu kılıkta karşımıza çıkan tabularla inceden inceye eğlendiğini seziyoruz. Roman kahramanının boza satıyor olmasının hiç de tesadüfi olmadığını fark ediyoruz. “Bozada alkol var mıdır?” sorusuna verilen resmî görüş ile şahsi görüş arasındaki fark, değişen hayatımızın Osmanlı'dan bu yana değişmeyen nüvesi olarak romanda bugüne kadar geliyor.
Alkolün yasaklandığı bir kültürde bozada alkol olduğunu bal gibi bilmelerine rağmen “bozada alkol yoktur” diyen bozacıların hikâyesini okurken, hayatımızın tuhaflığının tam da yazarın “resmî” görüş ile “şahsi” görüş arasındaki karşıtlığa dair örneklerinde yattığını görüyoruz. Mart 1994 belediye seçimlerinin ertesi günü gazeteler İstanbul’da seçimi dincilerin kazandığını yazınca Mevlut, “Dinciyseler Beyoğlu kaldırımlarına yayılan sarhoş masalarını kaldırırlar da satıcılar rahat geçer, millet boza alır” diye düşünüyor mesela. Ama kaderin garip bir cilvesiyle, iki gün sonra bir gece boza satarken hem köpekler saldırdığı, hem de soyulup parası ve İsviçre malı saati gasp edildiği için bozacılığı bırakmaya karar veriyor.
İsviçre malı saati, Mecidiyeköy’ün arkalarındaki camiyi zengin mahallelerinden görülsün diye yaptıran Hacı Hamit, Mevlut ve Rayiha’nın düğününde takıyor Mevlut’un bileğine. Rayiha, Mevlut’un sahip olmadığı bir iç görüye sahip oluşunun ipucunu verdiği anlardan birinde diyor ki, “O saati sana takacak ki gemisini yürütsün.” Hacı Hamit’in gemisini yürütme hikâyesi İstanbul’un önce hazine arazilerine yapılan gecekondularla dolmasının, sonra fırsatçı iktidarların oy kaygısıyla bu gecekondulara tapu dağıtmalarının ve nihayet 2000’li yıllarda “kentsel yenileme” adı altında yürütülen şehir yağmasından Hacı Hamit gibilerin aslan payını alıp şehrin çehresini büsbütün değiştirmelerinin de hikâyesi.
Arkasındaki araştırma bir doktora tezinin derinliğini yakalayan ve bir hikâyenin motifleriyle bezenerek roman haline gelmesi yıllar süren son kitap Orhan Pamuk’u biraz da yormuş olmalı. Artık bir kısa roman yazmak istediğini söylüyor. Bir sonraki romanında ergenlik yaşındaki bir çocuğun dünyasını, büyümesini, gerçek ve hayali babasıyla kavgasını yazmak istediğini Çınar Oskay’la yaptığı söyleşiden öğrendiğimiz yazarın, bu kez Almanca’da Bildungsroman adı verilen türü mü deneyeceği sorusu takılıyor aklımıza ve değişen hayatımızın bir başka değişmeyen yanı olarak, bir sonraki Orhan Pamuk romanını şimdiden beklemeye koyuluyoruz.
Her romanında farklı bir türün inceliklerini keşfederek o türün sıra dışı bir örneğini verme konusunda Orhan Pamuk’la kıyaslayabileceğimiz bir yazar var mıdır? 30’lu yaşlarındaki akademisyen arkadaşım Diğdem Sezen’le, Kafamda Bir Tuhaflık’a dair konuşurken bu soruya cevap aradık. Bir tek Umberto Eco geldi aklımıza, ama onun da asıl kimliğinin akademisyenlik olduğunu düşünmeden edemedik. Orhan Pamuk’un edebiyat âleminde bu konuda benzersiz olduğunu hissettik. Onunla kıyaslayabileceğimiz tek ismin– her filminde farklı bir tür denemiş ve her birinde başyapıtlar yaratmış olan– sinema âleminden Stanley Kubrick olabileceğini söyledi Diğdem, ki ben de katılıyorum buna.
Diğdem Sezen’in iki gözlemi daha var romana dair. İlki, Rayiha’ya dair. “Hoş koku” anlamına gelen ismiyle müsemma olduğunu babasının bize ilk tanıştırmasında öğrendiğimiz Rayiha– “Babasının kucağına çıkmayı çok sever ve çok da güzel kokar” – romanın unutulmaz son cümlesinin de kahramanı. Mevlut’un hem resmî, hem şahsi görüşü olarak şehre söylediği o cümlenin romanı bitirdiğimizde bizi hüzne boğan bir yanı da var: “Ben bu âlemde en çok Rayiha’yı sevdim.” Hayatımızdaki tuhaflığın, en mutlu olduğumuz anları ancak sonradan fark edebileceğimize dair bir özeti bu. Ve kuşkusuz Rayiha’nın adının kokuyla ilgili olması ve koku hafızasının gücü de bu imgeyi unutulmaz kılıyor.
İkinci gözlem ise şu: Transmedya (farklı iletişim ortamlarının birbirleriyle ilişkileri ve kesişmeleri) üzerine çalışan Diğdem, romanın onda “How I met your mother?” (Annenizle nasıl tanıştım?) durum komedisi dizisinin sonundaki burukluğa benzer bir tat bıraktığını söyledi. Romandaki yanlış anlamanın yol açtığı olaylar gibi dizide de, aşktaki niyet ve kısmet karşıtlığı anlatılıyor. Genç kuşakların romana yaklaşımı açısından bu kıyaslamanın ilgi çekici bir ipucu sunduğunu düşündüğüm için aktarmak istedim.
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’de derinlemesine işlediği ikizler (doppelgänger) temasının bu kez aşka dair niyet ve kısmet ikileminde karşımıza çıkması ve Rayiha ile Samiha’da vücut bulması şaşırtıcı değil. Gönül isterdi ki, Rayiha ve Samiha bir yanlışlığın nesnesi olmak yerine kaderlerini ellerine alabilsinler. Ama diyecektir yazar, benim işim anlamak, ben gördüğümü yazarım. Kendi hayatının dümenini ele alan unutulmaz kadın kahramanlar yaratmak isteyenler, buyursunlar, kendi romanlarını yazsınlar.
Ne yapıp edip mutlu olmanın yolunu bulan kahramanı Mevlut gibi Orhan Pamuk da başına gelen tuhaflıklara rağmen mutlu olabilen, işini tutkuyla, sevgiyle ve çok iyi yapabilen bir yazar. Asuman Kafaoğlu Büke’nin Radikal Kitap ekinde yazdığı o güzel yazıyı bitirirken söylediği gibi, “Orhan Pamuk yazdığı sürece benim için okumak, heyecan verici bir etkinlik olarak kalmak zorunda”.
Hatta ben bir adım öteye gidip diyeceğim ki, Orhan Pamuk okuduk, hayatımız değişti. Bir romandan öbürüne, geçmişte en sevdiğimiz Orhan Pamuk romanlarını birbirleriyle kıyaslayarak, daha az sevdiklerimiz üzerinden yazara kızarak, ona katılarak, katılmayarak, hayatımızın dönemeçleriyle romanların işaret ettikleri değişimleri karşılaştırıp birbirimizle tartışarak, temsiliyet düzeyinde paralel bir âlemde yaşadık. Ve sonuç olarak, bu ülkedeki ve bu şehirdeki bütün tuhaflıklara rağmen mutlu olmanın bir yolunu bulabileceğimizi öğrendik.