“Yazmak benim için susmaya, kabullenmeye, saklamaya, neyse demeye alıştırıldığımız toplumda kendimle, gerçeğimle, geçmişim ve geleceğimle barışma hali.”
02 Haziran 2022 10:08
***
Fotoğrafçılık, İKSV festivallerinde rehberlik, reklamcılık ve digital McCann’de yazarlık, editörlük, proje yöneticiliği, Çok Gezenler Kulübü’nün kurucusu, gezgini… Gitmenin önünüzde açtığı açıklıklarla tercihlerinizin oluşmaya başlamasından konuşarak başlamak isterim.
Hayatımda hiçbir zaman mevkinin ve bununla gelen olma, durma, tamamlanma, ulaşma halinin bir parçası olamadım. Bana bugün ne yapıyorsun diye sorulduğunda kendimi yazar, gezer, yaratıcı biriyim diyerek tanımlıyorum. Bu tanımdaki geniş zaman kipi sürekli dönüşmeye yatkın, değişime açık bir varoluş halinin sonucu sanırım. Gitmek, gelmek, gezmek, son zamanlarda ne yazık ki çok daha az vakit ayırdığım “okumak” yaşamımın ana arterinde; merak etmek, bakınmak, fark etmek, harekete geçmek, dinlemek, anlamak, algılamak, anlamlandırmak gibi sokaklarla kesişim halinde. İşim yapmak zorunda olduğum değil, yapmadan duramayacağım şeylerin bir bütünü diyebiliriz. Sözcükler, gözlem, eylem ekseninde yaşıyorum hayatı. Ekip ruhunun önemli olduğunu, bir ekip içinde tamamlandığımızı, bütünleştiğimizi, bireysel ve egosal başarıdan üstün bir amaca ilerlediğimizi düşünüyorum. Son bir yıldır Aposto!’da seyahat ve kültür yayını Soli’de yarattığımız bu inancın şimdiki zaman kipindeki ürünü.
Anlam Arama'da size özgü fakat aynı zamanda insanın varoluşuna ilişkin yol alma süreçlerini de kapsayan –hepimize dair olan– metinler var. Bu metinlerden biraz bahsedebilir miyiz?
Anlam Arama öykü formatında yazılmış bir deneme. 2017’de İstanbul-Dünya hattında süregelen yolculukları bırakıp Londra’ya yerleşmem, hareketten duraklamaya geçmem esnasında nefes almaya başladı. Yazmak benim için susmaya, kabullenmeye, saklamaya, neyse demeye alıştırıldığımız toplumda kendimle, gerçeğimle, geçmişim ve geleceğimle barışma hali. Birbirinden kopuk gibi görünen anların, anımsamalar ve anılar arasındaki bağlantı noktaları, kimi zaman sinir uçları olması gibi biraz Anlam Arama’daki metinler de. Ev neresi? Seçilen bir yer mi, mecbur, maruz kalınan mı, yoksa fiziki halinden bağımsız olarak ruhani bir mesken mi? Aile kim? Doğduğun mu, kan bağı olmaksızın ait olduğun mu, güven ve onay veren mi, hayır ve neden diyen mi? Anlam Arama’yı yazarken o dönem kendi içimde akıp duran bu sorulara cevap arıyordum. Ve beş yıl sonra, şimdi düşünüyorum da, belki de “ben de böyle hissediyorum” diyen azınlıklarla kolektif bir güç yaratabilmek, azınlıkların oluşturduğu çoğunluklarda kendi evimi bulabilmek için yazdım.
Anlam Arama kitabınızdan, Görülmemiş Mektuplar’a yazı yazmak, mektup, mektuplaşmak kavramının değeri ve unutulmuş olan bu değer üzerinden kitabı yapılandırmaya karar verişiniz nasıl gerçekleşti? 748 yıl ile dünyanın en yüksek hapis cezasına çarptırılan babanızla 10,5 yıl boyunca kurduğunuz tek bağ, mektuplar.
Mektup kavramı üzerine çok düşündüm yazmadan önce. Mektup yazana mı aittir, yazılana mı; benim hikâyemin başlangıcında olduğu gibi devlete, kuruma mı; yoksa o yazılan “ân”a mı? Postaya verildikten sonra yazanla ilişkisinin bittiğini düşünüyorum ben. O noktadan sonra kendine, ulaşabilirse yazılana ait oluyor. Kırk yıl sonra ortaya çıkıp âşıkları birleştirebilecek kadar güçlü bir yapısı var mektubun. Söz gibi ânın içerisinde kaybolmuyor, kendine ait bir evren kuruyor. Görülmemiş Mektuplar’da şöyle bir paragraf var:
“Yıllar içinde uzaktakilere, gideceğim yerlerdeki kendime, bırakılanlara, bırakılamayanlara çok mektup yazdım. Çok mektup kaybettim. Çok mektup bekledim. Sahaflardan çok mektup topladım. O mektuplarda yazılanlara çok ağladım. Çok mektup yırttım, çok mektubu buruşturup attığım çöplerden topladım. Çok yabancıyla mektup sayesinde tanıştım. Çok sevgiliden mektupla ayrıldım ama mektuptan hiç ayrılmadım. Mektup yasaksızlıktı. Mektup yalansızlıktı. Mektup vazgeçmeyişti. Mektup iki uzak noktayı bağlayan yakınlıktı. Yaşadığımızın deliliydi, mektup.”
Görülmemiş Mektuplar’ı bir gün, saniye, dakikada yaşananların kayda geçmesi, sübjektif hakikatlerin değil, hislerin kanıt değeri taşıması için yazdım.
Görülmemiş Mektuplar’da çocukluğunuzda yaşadığınız, bizi kuşatan toplumsal normlar meselesini anlatıyorsunuz. Süreç içerisinde bu yargılamalara maruz kalanlar yapanlardan daha özgür olabilip, kendi kanatlarıyla özgürleşebiliyorlar, ne dersiniz buna?
Hayatımız özgürleşme çabası. Düzeni ve asayişi sağlama vaadindeki aile, okul, devletin kurallarından; doğduğumuz, atanmış cinsiyetin normlarından; kıyafetlerin, gidilen okulların, seçilen işin sosyal statümüzü belirlediği toplumdan; kadınlık, analık, eşlik algısından; yaşlanmanın vazgeçmişliğinden; “o hayatta bunu yapmaz” algısından özgürleşme süreci, yaşamımız. Doğumdan ölüme giden yol üzerindeki en büyük mücadelemiz özgürlük. Peki ya mücadele durakladığında, özgürleştiğimiz anlarda kimiz? Karşı çıkmadığımızda, seçimler önümüzde açıldığında, korkularımızdan bağımsız kararlar verebilecek miyiz? Hapishanedeki gardiyan başkaları, ötekiler değil de kendimiz miyiz? Sürekli karşı durduğumuz aile, toplum, devletin nesnesi miyiz, özne olabilecek miyiz? Benim bugünlerde cevapsız sorularım bunlar.
“Evim kendim.” Bu cümle için kaç şehir, kaç kişi, kaç ayrılık, kaç ev, kaç düşünce birikiyor?
O kısacık cümleler, üzerine çok notlar alınmış, yollar yürünmüş eylemler. Yaşarken çok aceleci, yazarken sabırlıyım. Cümleleri kısaltmak, yeni kelimeler yaratmak, söylediklerimi durulaştırmak için zaman harcıyorum. Metni sessizlikte okuyor, müziğini dinliyorum tümcelerin. Şiir gibi melodik, deneme kadar samimi, öykü gibi kurgusal olmasına çalışıyorum. Yazmak bir dürtü, yazarlık çalışma süreci. Çalışıyorum…
Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar ayrılığa bağımlılıklarından kurtulamazlar ama görüyoruz ki sizin için bağlılık daha önemli. İlişkilerin bir bağlılığa dönüşmesi için zor artık mı dersiniz yoksa umudunuz var mı?
Bu sorunun kendisinde ilişkiyi mitleştiren bir hal var. Bir zamanların aşklarını, bir zamanların âşıklarını aradığımız nostaljik duygudan çıkarıp bakabilmeliyiz buna. “İlişki” iki kişi arasında yaşanan, bağlılık, aidiyet ana hatlarıyla belirlenen bir müessese değil; seçilen, üreyen/artan/azalan/çoğalan/eklenen/yola devam eden beraberlik hali olmalı sanki.
Babanızın aniden öldüğü bölümü anlatırkenki içtenliğinizi yas tutmanın ayrı bir biçimi olarak düşündüm. Yaşam ve ölüm kavramları sizde –yazıya dökerken özellikle– tam anlamıyla tekamülü tamamlanan meseleler gibi geldi.
Hayır, tamamlamıyor, karşı karşıya getiriyor, yüzleştiriyor. Yüzleşme tamamlanan bir süreç değil. Bilinçaltının dışavurumu olduğu kadar insanı ele geçiren sürecin de başlangıcı oluyor bu. Yazmanın hesaplaşmaları noktalayan değil, bir sonraki kilitli kapıya ulaştıran bir tarafı var. Bazen tek bir virgül, cümleden çıkarılan bir sözcük aralıyor o kapıyı. Bence yaşamımın hem moderatörü hem aküsü hem de jeneratörü yan yana dizilen kelimeler.
7111 dilin konuşulduğu bir evrenden ve dilini konuşan ikinci bir kişi bulamadığı için en az konuşan diller listesinin gün geçtikçe çoğaldığından bahsediyorsunuz. Kelimeler, dil dünyayla bağ kurma meselesinde en önemli köprüler, öyle değil mi?
Bazen durumlara kelime üretmeye çalışıyorum. Misal: Seyyahları bir yöne, sokağa, haritada işaretli olmayan sokağa çeken içgüdüsel duygu’ya ne demeli? Bazen de kelimelerin nüanslarına kafa patlatıyorum. Şefkat ve merhamet eşanlamlı mı? Şefkat, güç ilişkisi olmayan, içten taşan, merhamet bana üst-alt meselesini düşündüren bir duygu, misal. Sarılmak kadar evrensel bir dilin olduğu, şu an için ütopik görünen bir dünya kurulana kadar evet, kelimelerin anlaşmanın özü olduğuna ama insanların sözcükleri kolay çarçur ettiğine inanıyorum.
•