Ai Weiwei’ye göre sanatçı olmanın bir numaralı sorumluluğu, ifade özgürlüğünü korumak... “Neden topluma bu kadar önem veriyorsunuz,” sorusuna cevabı hep aynı: “Sanatçıysanız, ifade özgürlüğüne önem vermek zorundasınız.”
05 Kasım 2015 15:50
Zor zamanlarda sanat, zamanın zorluklarına meydan okuyabiliyor, bu kadar basit. Çağdaş sanatın elinde bu imkân var, mesela. Politik baskıya etkili şekilde baş kaldırabiliyor. Sanıyorum edebiyatın da elinde yeniden benzer bir imkân olabilir. Bütün mesele, direnmeyi yeterince istemek.
Sanat ve ifade özgürlüğü, artık el ele gidiyorlar, ikisini aynı mücadelenin iki ayrı yüzü olarak görmemiz yerinde olur diye düşünüyorum. Bu iyi bir şey mi, ayrı soru. Bence, sanatın özerkliğine zarar verebilecek tuzaklarla dolu. Ama bıçak kemiğe dayandığı zaman, değer ölçüleri değişiyor. Sanat ve aktivizm artık büyük oranda ayrılmaz ikili oldular.
Bana öyle geliyor ki, sanatın ve edebiyatın asıl tüketicisi olan orta sınıf bugünkü zorluklar yüzünden politikleştikçe, bu denklem çok daha geçerli olacak. Geleneksel medya va basın, şimdi de internet ve sosyal medya, kamu olmanın ne kadar ayrılmaz parçası haline geldiyse, sanat da büyük hızla aynı niteliğe bürünüyor.
Çağdaş sanat son yirmi beş yılda zaten büyük politik sorunlara doğrudan müdahaleci olmaya başlamıştı. Politik direniş hareketleri ise, çağdaş sanatın daha çok insana hitap eden ifade gücünü seferber etmeyi öğrendiler. Gezi olaylarında, çağdaş sanatla sivil direnişin en ilginç bir araya geliş serüvenlerinden birini bizzat yaşadık.
Edebiyatın direniş tarihi elbette çok daha eski. Sırf geçtiğimiz yüzyılda, Nazım Hikmet’ten Aleksandr Soljenitsin’e, çok sayıda örnek sırayabiliriz. Sinema ve tiyatro da bu açıdan epey avangard ve radikal hareket üretti. Ama yeni yüzyılda öncülük kesinlikle güncel sanata geçti. Edebiyat şimdilik ikinci planda.
Politik sanat, propaganda ve provokasyon, radikal avangard, bir zamanlar “ajit-prop” dediğimiz sanat eylemleri, bugün kullandığımız sözcükle “aktivizm” benim kişisel olarak benimsediğim bir tavır değil; yaşanan zor dönemlerin gereği olduğunu kabul etsem de, bu tip sanatçıların cesaretine hayran olsam da, eylemci estetiği ve doğrudan politik olan sanatı kendime yakın bulmuyorum.
Ama Ekim ayında Londra’da yeni sergisini gezdiğim Çinli sanatçı Ai Weiwei’nin yapıtlarını gördükten sonra, sanat eleştirmenlerinin onu “kültürel fenomen” diye tanımlamasına hak verdim.
Bu tür direnişçi kültürel fenomenler karşılıklı inatlaşmayla besleniyorlar. Zorba rejim ve baş belası muhalif sanatçı, öyle bir çekişmeye giriyorlar ki, birbirlerini büyütüyorlar, diyebiliriz. Zorba rejim, nasıl olur da bu tek kişinin başını ezemeyiz diye hiddetlenip, baskının dozunu arttırıyor, böylece dünyada lanetlenmeyi göze alıyor; baş belası muhalif sanatçı ise, kedi fare oyunu gibi, zekice taktikler seferber ederek, yerel destekçilerinin de yardımıyla ve (şanslıysa) arkasına büyüyen bir uluslararası kamuoyu alarak, ama mutlaka özgürlüğünü ve hayatını tehlikeye atarak, oyunu büyütmeyi göze alıyor.
Kendi toplumunda ve uluslararası kamuoyunda ne kadar destek toplasa da, bu simge sanatçı sonuç olarak kişisel risk almak zorunda. Ben böyle kişilerin, kendilerinden daha büyük bir “kader” sahibi haline geldiklerini düşünüyorum. Kolay vazgeçemeyecekleri bir rol üstlenmiş oluyorlar, giderek “ikon” kişiler olmaları da buna bağlı. Hatta sonuçta, direnişçi kimlikleri, bu kişilerin sanatçılığının çok daha önüne geçiyor. Çinli sanatçı Ai Weiwei bunun en yeni ve çarpıcı örneklerinden birisi.
Dünya çapında şöhret olmak, bu tip sanatçılara belli bir etki kazandırıyor elbette, söyledikleri ve yaptıkları dikkate alınıyor, bazı kampanyalara ağırlıklarını koyabiliyorlar, ama süregiden kolektif direniş ve muhalefet hareketlerine ne faydaları oluyor diye düşündüm. Herhalde, bizlerin de kendi çapımızda parçası olduğumuz özgürlük ve demokrasi mücadelesinde, bize ilham verdikleri, biraz daha manevi güç aşıladıkları için onları birer kahraman gibi görüp örnek alıyoruz.
Sanatın, bana biraz sorunsal gözükmeye başlayan bu bireysel kahramanlar yoluyla değil de, daha kolektif bir ifade aracı olarak nasıl güç kazanabileceği sorusuna belki daha çok kafa yormalıyız diye bir not düşeyim ve Ai Weiwei örneğinden biraz daha ayrıntılı söz edeyim istiyorum.
Büyük sermaye, yatırım değeri gördüğü için piyasadan çağdaş sanat eseri satın almazsa, müze sergilerine veya bienallere sponsorluk etmezse, Ai Weiwei gibi sanatçılar bugün sahip oldukları etkiyi kazanamazlardı, buna şüphe yok. Dolayısıyla, büyük sermayenin dolaylı veya doğrudan neden olduğu insanlık sorunlarına, sanat yoluyla eleştiri getiren veya direnen sanatçıların, gene sermaye yoluyla büyük izleyici kitlesine ulaşması, bana bugünkü kapitalizmin ironik ve döngüsel çelişkilerinden birisi olarak gözüküyor. Ai Weiwei gibi cesur sanatçılar da, bu çelişkileri kullanmakta giderek ustalaşıyorlar.
İngiltere Başbakanı, Çin liderini Londra’da ağırlayıp, Çin sermayesini İngiltere’ye çekmek için çabalarken, Çin rejiminin bir numaralı baş belası da, Kraliyet Akademisi’ndeki sergisinde binlerce ziyaretçi topluyordu.
Karşımızda, ne yaptığını çok iyi bilen bir sanatçı var. Eylemciliği, aktivizmi, baskıcı rejime direnmeyi, sanat yapmaktan ayrı görmeyen birisi. Kendi sözleri de bunu açıkça gösteriyor zaten. Ai Weiwei aforizmalarını toplayan bir kitapçık bile yayımlanmış.
13 Aralık tarihine kadar Londra’da sürecek olan sergide, hediyelik eşya mağazasında bu kitabı satın almak, yahut Ai Weiwei’den afoizmaları internette okumak mümkün.
“Her şey sanat. Her şey politika” diyor mesela. “Öyle sanıyorum ki, benim duruşum ve hayat tarzım en önemli sanat eserim” diye devam ediyor.
“Neden topluma bu kadar önem veriyorsunuz,” sorusuna, hep aynı cevabı veriyor: “Sanatçıysanız, ifade özgürlüğüne önem vermek zorundasınız.”
Ai Weiwei’ye göre, sanatçı olmanın bir numaralı sorumluluğu, ifade özgürlüğünü korumak ve bu özgürlüğün gücünü ne yoldan olursa olsun genişletmek.
“İfade özgürlüğü olmazsa, hayatın tadı kaçar. Topluma katılmak sanatsal bir seçim değildir, insani bir ihtiyaçtır.”
Ve sonuç olarak kendi ülkesini güzel özetliyor: “Benim çalışmalarım, daima politik oldu, çünkü Çin’de sanatçı olmaya karar vermekle, zaten politik bir seçim yapmış oluyorsunuz.”
1957 doğumlu Ai Weiwei için bu seçim belki de kaçınılmazmış, çünkü şair olan babası yirmi yıl ücra bir bölgede çalışma kampına sürülüyor ve Ai Weiwei bu sürgünde dünyaya gözlerini açıyor. Beijing’de sanat öğrenimi ardından, kendisi de gönüllü bir sürgüne giderek on iki yılını Amerika’da geçirmiş. Çin’e döndüğü 1993 yılından itibaren yaptığı çalışmalarla, bugün tanıdığımız sanatçı kimliğini kazanıyor ve Çin rejiminin insan haklarıyla ifade özgürlüğünü acımasızca ihlal edişine karşı direnmeye başlıyor.
Londra’daki sergide, sanatçının belki de en çok uluslararası etki yapan işlerinden birini görme fırsatım oldu. “Düzleme” adlı çalışmada, 2008 Sechuan depreminden sonra rejimin ölen kişilerin sayısını ve kimliklerini örtbas etmesi ve malzemeden çalarak kötü bina yapan inşaatçılardan hesap sorulmaması üzerine, Ai Weiwei büyük bir kampanya başlatarak, yıkılan okul binalarında can veren beş bin öğrencinin teker teker isimlerini saptıyor. Londra’daki sergide bu isimler duvarlara sıralanmış.
Yıkılan okullardan çıkarttığı bükülmüş kiriş çeliklerini, bir işçi ekibi toplayarak bir bir düz hale getiren Ai Weiwei, bu çelik çubukları yan yana ve üst üste dizerek, denizde hareket eden dalgaları andıran yahut bir nehir akışını canlandıran kavisli bir yapı ortaya çıkartmış. Depremde ölenlerin anısına dokunaklı bir anıt olmanın yanı sıra, bu çalışma politik rejimlerin gerçeği gizleme eylemine karşı da güçlü bir sembolik duruş. Ai Weiwei ayrıca bu zorlu çalışmayı baştan sona belgeleyerek videoya çekmiş.
Politik ve sosyal süreçleri bu şekilde inatla kayda geçirmek, belgesel haline getirmek, Ai Weiwei’nin sanatında çok önemli yer tutuyor. Meydan okuma tavrına bu belgesel yaklaşımı temel almış.
Kasıtlı bir provokasyon diyebileceğimiz bir başka çalışması, sanatçının kendisini görüntülediği üç siyah beyaz fotoğraftan oluşuyor. Bu fotoğraflarda Ai Weiwei, Çin uygarlığının başlangıcı sayılan Han döneminden kalma beş bin yıllık çok değerli bir seramik vazoyu gözümüzün içine bakarak elinden bırakıyor ve vazo kırılıyor. Yaratmak kadar yok etmenin de sanatsal bir eylem mi olduğu, bu çalışma nedeniyle, dünya sanat çevrelerinde hâlâ tartışılmakta. Türkiye’de eski bir İznik vazosu ele geçirip aynı şeyi yaptığınızı düşünün.
Sanat yorumcuları, Ai Weiwei’nin çalışmalarında, bu vazo kırma performansında olduğu gibi, çok sayıda anlam katmanları kullandığı kanısındalar.
Komünist rejim, Kültür Devrimi sırasında ve sonrasında, tarihi eserleri kırıp yıkarak, geçmişi sildiğini ve ülkeye modernlik getirdiğini iddia ediyordu. Bu ideolojik vandalizm, bugün İslam adına hareket ettiğini iddia eden teröristlerin dünya kültür mirasının parçası olan tapınakları ve eserleri yıkmasından hiç farklı değil.
Bir anlam katmanı daha ekleyebiliriz: Komünist rejimin Çin imparatorluk tarihine sahip çıkmasıyla, eskiye rağbet artınca, Çin’de bit pazarlarına adeta nur yağar olmuş, ülkede müthiş bir antika merakı var. Türkiye’de bir dönem zenginlik arttıkça Osmanlı eserlerine duyulan merakın aynısı. Bir zamanlar ülke dışına kaçırılmış eserleri toplayan batılı antikacılar da böylece yeni bir rönesans yaşıyorlar.
Ai Weiwei’nin sanatsal vandalizm örnekleri bununla da sınırlı değil. Serginin orta yerinde bir grup büyük boy antika çömlek toplanmış, ama hepsinin üzeri rengarenk boyalı. İnsan eski eserlerin bu şekilde tahrip edilmesine mi hayıflansa, yoksa renklerin canlılığına ve modern enerjisine mi hayran olsa, karar veremiyor.
Ai Weiwei bir başka Han dönemi çömleğinin üzerine de kırmızı boyayla CocaCola logosunu boyamış. Andy Warhol’un CocaCola şişelerinden, Ai Weiwei’nin CocaCola çömleğine kadar, güncel sanat sermaye piyasasına meydan okumayı sürdürüyor.
Ai Weiwei’nin sanatçılığında, hazır eşya, bulunmuş veya geri dönüşümle yeniden kazanılmış nesneler, aynı zamanda eski zanaat gelenekleri, işçilik, tapınak kalıntıları çok önemli bir yer tutuyor. Komünist rejimin yıllarca çürümeye terk ettiği eski tapınakların ahşap sütunlarını, kirişlerini, özenle toplayıp, eski tarz marangozluk ve tahta işleme geleneklerini de canlandıarak inşa ettiği etkileyici heykelleri ve enstalasyonları var.
Bu malzemeyi kullanarak, egemen ideolojiye karşı bir duruşla, çeşitli soruları gündeme getiriyor: Nelere ve niçin değer veriyoruz ? Neyin değerli olduğuna kim karar veriyor? Değer ve beğeni otoriteyle belirlenebilir mi?
Ai Wei’in hem eski malzemeye yeniden hayat verişi, hem de bazı eski eserleri sembolik olarak tahrip edişi, çifte anlamlı. Hem devletin vandalizmine ve aldırmazlığına eleştiri getiriyor, hem de sanat tarihinde önemli yer tutan avangard, öncü bir “putkırma” tavrını sürdürüyor. Bir yandan da devletin sanatı tehdit eden, sanatı tahrip eden veya sansürleyen yaklaşımıyla mücadele ediyor.
Bu sanatsal eylemleri nedeniyle, polis tacizinden, pasaportuna el konularak seyahat özgürlüğünün kısıtlanmasına kadar çeşitli baskılara uğrayan Ai Weiwei, sonunda 2011 yılında tutuklandı ve dört yıla yakın hapis yattı. Londra’daki sergide, hapishane deneyimini belgelediği “S.A.C.R.E.D.” adlı çalışma da çok ilginç. Bu baş harflerin temsil ettiği İngilizce sözcüklerin her biriyle adlandırdığı altı sahneyi canlandırmış.
Altı tane hapishane hücresi maketi inşa etmiş, kendisini ve 24 saat başında bekleyen iki gardiyanı temsil eden kuklalar yapmış, kendi hapis hayatından altı ayrı sahne canlandırıyor. Fiberglas, demir, oksitlenmiş maden, ahşap ve plastik kullandığı bu tiyatro dekoru gibi maketlerde, Ai Weiwei’nin hapis hayatı boyunca yemek yerken, uyurken, çalışırken, tuvaletteyken sürekli iki gardiyan tarafından gözaltında tutulduğunu anlıyoruz. Sanatçı, ayrıca, Shanghai’da önce devletin izniyle inşa ettiği büyük stüdyo binasının, gene devletin kararıyla, gecekondu yıkımına benzer bir acımasızlıkla tekrar yıkılışını da bir videoyla belgelemiş.
Bu işlerde neyi amaçladığını, gene kendi sözleri, en iyi açıklıyor: “Sanat, kişinin iç koşullarıyla ifade becerisi arasındaki engelleri aşabilmektir.” Evet, sanat böyle bir iç mücadelenin ürünü. Ama Ai Weiwei örneğinde, aynı zamanda, ifade becerisinin, devlet tarafından dayatılan engelleri de aşmak anlamına geldiği, bir dış mücadeleyi de gerektirdiği açıkça meydanda. Ai Weiwei, sansüre karşı duruşla sanatını inşa etmiş.
Bu tarz performans ve protesto sanatı, dünyada gerçekten bir değişim yaratabilir mi? Bu soruya cevap verir gibi, Ai Weiwei, geçtiğimiz Eylül ayında, bir başka ünlü sanatçıyla, Anish Kapoor’la birlikte, halen Türkiye’de ve Avrupa’da sürmekte olan göçmen dramını gündeme getirmek için Londra’dan Stratford’a uzun bir sembolik yürüyüş gerçekleştirdi. İki sanatçı da omuzlarında birer battaniye taşıyordu.
Yürüyüş, seyahat özgürlüğünü, battaniyeler ise güvence arayışını temsil ediyordu. “Eylem mümkünse, değişim de mümkündür” inancını pekiştirmekti belki de amaçları. Bir şeyi hayal edebilirsek, onu gerçekleştirebiliriz mesajı vermekti. Değişimi hayal etmek ve değişime ilişkin bir model oluşturmak. Bu eylem sanıyorum Ai Weiwei’nin sanatçılığını çok güzel özetliyor.
Londra’daki sergide açıkça politik olmayan çalışmalar da var, ama hepsi gene de oyunbaz anlam katmanlarıyla dolu. Tamamen bisikletlerden yapılmış büyük avize, sıkıştırılmış çaydan dev bir küp, ahşap parçalarından inşa edilmiş ağaçlar ve silüeti Çin haritasını çizen ahşap çıplak orman gibi. Ai Weiwei ne yaparsa yapsın, politik mesaj vermeden duramayan bir sanatçı.
Sanatçı elbette politik alandan uzak durmayı, sözünü dolaylı söylemeyi, sembolik eylemi daha ince yoldan icra etmeyi de seçebilir. Bu da saygıdeğer bir seçim ve benim daha çok tercih ettiğim bir yol.
Bence sanatta insan öncelikle iç dünyasını zenginleştirecek şeyler bulmalı. Sanat gazetecilik gibi tek söz söylemekle, yahut slogan atmakla eşleştirilirse, böyle bir beklentiyle üretilirse, zamanla derinlik kaybedebilir. Ancak günümüzün zorlaşan koşullarında, sanatın yarattığı farkındalık ve daha geniş etkileme gücü, politik eylem açısından dayanılmaz yahut vazgeçilmez bir cazibe yaratıyor.
Sonuç olarak insan yaratıcılığına büyük güvenim var. Politikaya ve aktivizme yakınlaşmak veya uzaklaşmak, sanatın nefes almaya benzer, döngüsel hareketlerinden birisi olsa gerek diye düşünüyorum. Ancak günümüzde, sanatın yükselen bir politikleşme döneminden geçtiğine de kuşku yok. Londra’da gördüğüm Ai Weiwei sergisi, yeni sona ermekte olan Venedik ve İstanbul Bienalleri, bunun en somut kanıtlarıydı.
Ai Weiwei, günümüzün en geçerli sloganını üretmiş sonuçta: Şu sıra, gerçekten de, her şey sanat, her şey politika.