Georgi Gospodinov: Yazmak her zaman kişisel korkularımdan kurtulmamı sağlayan bir araç oldu
İstanbul 11. Edebiyat Festivali (İTEF) etkinlikleri kapsamında Türkiye'ye gelen Bulgar yazar Georgi Gospodinov, bugüne kadar çevrilmiş iki romanıyla epey konuşulmuştu. Bunlardan ilki Doğal Roman, 2011'de yayımlanmıştı. Türkçede yayımlanan ikinci roman Hüznün Fiziği ise epey bir aradan sonra geldi. Gospodinov'la İstanbul ziyareti sırasında buluşma imkânı yakaladık. Edebiyata bakışından romanlarına ve yazıyla kurduğu ilişkiye kadar uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.
Sizinle ilk defa söyleşi yapma fırsatı yakaladık, bu nedenle daha genel çerçevede ilerlemek istiyorum. Nedeni, bu genel çerçevede sorularla okurun sizi tanımasını sağlamak elbette. Edebiyat yolculuğunuzdan söz ederek başlayalım mı? Cevabı eminim çok uzun olacaktır ama en azından kırılma ve sizin için dönüm noktalarıyla beraber bahseder misiniz?
Türkçede sadece romanlarım yayımlandı fakat aynı zamanda şiirlerim, öykülerim, denemelerim, grafik romanlarım da var. Bu soruya kısa bir şekilde cevap vermem gerekirse, edebiyatım için en önemli noktalardan ilki, asla gerçekleşmeyen şeylerin aslında ne kadar önemli olduğu. Bu şeylerin, yaşamaktan men edildiğimiz hayatların kişisel hayatımız için, ulus olarak kolektif hayatımız için aslında ne kadar önemli bir yere sahip olduğu. Asla sahip olamadığımız bu hayatların bizim hayal gücümüzde nasıl bir şeye dönüştüğü.
İkinci başlık ise, Hüznün Fiziği’nin de ana konusu olan çocuklukla kurulan empati. Minotor’un çocukluğunda olduğu gibi, sadece kendi çocukluğumuzla değil babamın, büyükbabamın ve başka herkesin çocukluğuyla ilişki kurmanın da bir yolu olması. Bir canavar olarak tanımlanan Minotor’un çocukluğuna baktığınızda fark ediyorsunuz ki orada sadece terk edilmiş küçük bir çocuk var. Edebiyatım için yaptığım araştırmalar bana gösterdi ki Minotor aslında bizim yarattığımız o canavar değildi, o sadece terk edilmiş bir çocuktu. Terk edilmiş çocuklar olarak Minotor’ların, 1970’lerde ve 80’lerde yaşamış insanların tarihinde, tıpkı benim babamın zamanında da olduğu gibi, aynı trajik terk edilme hikâyesinin paralelini görüyoruz. 1970’lerin ve 80’lerin öğleden sonralarında, o karanlık odalarda tek başına kalmış, kaldırım seviyesindeki pencerelerden dışarıyı gözleyen çocuklar olarak, insanlar ve hatta binalar olarak her birimizin tarihinde bu terk edilmişlik duygusunun olduğunu düşünüyorum.
Kitaplarım aynı zamanda şeylerin kataloglandığı listelerdir. Bu belki de edebiyatın Nuh’un Gemisi olduğuna inanmamdan kaynaklanıyor. Yani benim için edebiyat doğal afetlerden, savaşlardan ya da yangından kurtarmak isteyeceğiniz şeyleri koyacağınız acil durum çantası gibi. Bu yüzden kitapları, kurtarmak isteyebileceğimiz şeyleri koyduğumuz bir kutu, bir çanta ya da bir valiz gibi görüyorum. Belki de bunun nedeni, geleceğe dair duyduğum endişe ve belirsizlik duygusudur.
Yazma biçimime yön veren bir diğer şey ise kaybolacak, yakın gelecekte yok olacak şeylere daha çok dikkat etmemiz gerektiğine inanmam. Biz insanlar da bu “kaybolacak” şeylerden biriyiz. Ben piramitler ya da firavunlar üzerine yazmak istemiyorum. Onlar yüzyıllardır orada duran şeyler ve yüzyıllarca da orada olmaya devam edecekler. Ben edebiyatımla, yarın, belki de ertesi gün yok olma ihtimali olan şeyleri tutmak ve onların güvende olmasını sağlamak istiyorum. Bir başka şey de romanları zaman kapsülleri gibi görmem. Bunu Hüznün Fiziği’nde de kullanıyorum. Belki de edebiyatımda böyle şeylerden bahsetmemin nedeni kızım için böyle şeylerle dolu küçük bir bavul hazırlama isteğimdir. Açıkçası geleceğe inanmıyorum, yani Mars’a, Venüs’e ya da başka bir yere gidebilme ihtimalimiz beni ilgilendirmiyor. Ben daha çok yakın gelecekle ilgileniyorum ve ona inanıyorum. Bu yüzden anlattığım hikâyeleri aslında kendi çocuklarıma ve onların yaşıtlarına anlatıyormuşum gibi düşünüyorum. Ben çocukken de durum benzerdi. Zaten çocukluk yazınımın en önemli ilham kaynağı diyebilirim. Eğer yazar olduysam bu, çocukluğumu büyükannemin ve büyükbabamın anlattığı hikâyelerle geçirdiğim içindir. Eğer hikâyelerim birilerine etki ediyorsa, bunun birincil sebebi büyük ebeveynlerimden dinlediğim hikâyelerdir. Ondan sonra Borges, Salinger ya da etkilendiğim diğer yazarlar gelir. Sanırım edebiyatımla ilgili en önemli üç başlığı bu şekilde özetleyebilirim.
Bize edebiyatınızın üzerine kurulduğu meselelerden söz etmiş oldunuz. Edebiyata şiirle adım attınız, roman yazmaya sonrasında başladınız. Sizin de başlangıçta söylediğiniz gibi şiirler, grafik romanlar, makaleler; hepsi sizin roman yazımınıza, romanlarınızın dilinin oluşumuna etki ediyor. Romanlarınızı okuduğumuzda görüyoruz ki şiirsel bir öyküler evreninin tam ortasındayız, bir şiir-roman okuyor gibiyiz. Merak ettiğim şu: Neredeyse tüm kurmaca türlerin birleşiminden doğmuş yeni ve özgün bir anlatım dili oluşturmak mı yazarak yapmak istediğiniz?
Teşekkür ederim, çok güzel bir soru bu ve doğru da bir tespit. Hâlâ bazen romancı gibi davranan bir şair olduğumu söylerim. Bazen şiirini kaçak yoldan, roman kisvesi altında pazarlayan bir şair olduğumu düşünüyorum. Katışıksız bir türün olabileceğine inanmıyorum. Benim için şiir yazmakla elde ettiğim deneyim, ki hâlâ şiir yazmaya da devam ediyorum, edebiyatımın oluşumu için çok önemliydi. Okuduğumuz herhangi bir romanın aslında bir şair tarafından yazıldığını hemen fark edebiliriz gibi geliyor bana. Çünkü şairler tarafından yazılmış romanlar cümle cümle yazılır. Dil benim için gerçekten çok önemli. Benim romanlarımı yazma biçimim daha çok bir şairin şiirini yazma biçimindedir. Roman yazarlarının yazma süreciyse daha farklıdır. Çoğu romancı planlayarak, belli bir takvim ve çerçeveyi en baştan düşünerek yazar romanlarını. Ama ben dile inanıyorum. Kendimi dile bırakırım ve onun hikâyeyi yönlendirmesine izin veririm. Ben sadece onu takip ederim. Bazen karaktere ne olacağını tahmin bile edemem. Çünkü dilin benden daha akıllı olduğuna inanıyorum. Evet, tüm bunlar da şiir deneyimimden geliyor. Benim için romanda öldürülenin kim olduğu ya da bunu bulmak önemli değil. Beni ilgilendiren şey dil ve fikirler. Romanlarım daha çok fikirler üzerine düşünmeye dair. Bu da bir tür macera benim için. İlginç bir fikir geliştirmek de bir maceradır kimi zaman.
Türkçede okuduğumuz iki romanınız özelinde, yapıtlarınızın genel karakteristiklerinden biri bu farklı türlerden doğan yeni dil. Gördüğüm bir genel çizgi daha var. Hüznün Fiziği’ndeki bir kahramanınız “Çizgisel bir öykü sunamıyorum çünkü hiçbir labirent ve hiçbir öykü çizgisel değildir,” diyor. Üslûbunuzu da tanımlıyor mu anlatıcınızın bu cümlesi? Ya da siz nasıl tanımlarsınız üslûbunuzu?
Kesinlikle. Romanlarım çizgisel değil çünkü kimsenin hikâyesi çizgisel değildir. Kimsenin hikâyesi A noktasında başlayıp B noktasında bitmez. Her zaman bunun gerisinde başka hikâyeler vardır. Eğer bu soru üzerinden yazma biçimimi tarif etmem gerekirse, bunun İstanbul haritasına benzediğini söyleyebilirim. Roman, yürümeye bir sokağın farklı tarafından başladığımızda oluşacak hikâye ihtimalleridir. Bizim düşünme şeklimizin normal ya da doğal yolu da çizgisel değildir. Açıkçası benim kullandığım bu yöntemin hikâyelerimizi en dürüst şekilde anlatmanın yolu olduğunu düşünüyorum. Tek bir günümüz bile tek bir “tür”de yaşanmaz. Gün içinde drama yaşarız, eğleniriz, bazen biraz şiir vardır, yani zaten türlerin karışımı olan bir hayatımız var. Hâl böyleyken, Hüznün Fiziği’ndeki karakterin de söylediği gibi, ben de hikâyelerimizin çizgisel olabileceğine inanmıyorum. Roman, saf bir tür değildir. Hayatımız gibi o da türlerin karışımıyla meydana gelir. Romanlar melezdir, sokak köpekleri gibidir. Ben yazmanın doğasının da bu olduğuna inanıyorum. Benim yazdığım ya da okurun baştan sona takip edeceği çizgisel bir anlatıya inanmıyorum.
Kurmacadan bahsederken bunu “doğal” olanla açıklamanız ilgimi çekti. Kurguyu, yani “yapay” bir şeyi “doğal” görmeniz çok hoş…
Roman bilim ve kurgunun birleşimi olabilir, bilimkurgu türünü sevmem gerçi ama, Doğal Roman kitabım örneğin bilim ve kurgunun bir araya gelmesiyle oluşuyor, doğa tarihi bilimini içeriyor örneğin. Hüznün Fiziği, kuantum fiziğini kullanıyor. Bu birleştirmeleri seviyorum çünkü bilim ve edebî kurgu aynı aracı kullanıyor; bu da dil. Ayrıca ikisinin de ölümsüzlüğe ulaşmanın yolunu bulmak gibi ortak bir hedefi var. Edebiyatın içinde bilim olmasını seviyorum. Bunun dünyamızla ilgili temel sorular üzerine düşünmek için önemli olduğuna inanıyorum.
Peki, bu anlatı anlayışına ulaşmanıza yardımcı olmuş, sizi buna çeken herhangi bir edebî emsal var mı? Örneğin Borges’ten söz ettiniz az önce, Borges ne kadar etkiledi yazınınızı?
Evet, Hüznün Fiziği’nin yapısı Borges’in Labirent’i ile benzer bir yapıya sahip örneğin. Ve labirentlerdeki ana problem bir çıkışın olmaması değil, bir sürü çıkışının olmasıdır. Çıkışa dair birçok vaat söz konusudur ve asıl sorun da budur. Borges bu yapıyı oluşturmamda çok önemliydi ama asıl ilhamım Şehrazat’tı. Binbir Gece Masalları’nın çıkış fikri benim için çok önemliydi: Hikâye anlatıcılığı senin hayatını kurtarabilir ya da gelmekte olan sonu erteleyebilir. Eğer hikâye anlatırsan bir gün daha yaşama şansı kazanabilirsin. Bu yüzden çocukken kütüphaneden en çok birinci tekil şahsın anlatıcı olduğu kitapları almayı severdim. Çünkü eğer roman birinci tekil şahıs anlatıcı tarafından anlatılırsa, karakterimin kitapta hiçbir zaman ölmeyeceğini bilirdim. Belki de bu yüzden neredeyse tüm kitaplarım birinci tekil anlatıcı tarafından hikâye edilir. Binbir Gece Masalları’ndaki anlatının gücü benim için çok önemli bir dersti. Hikâye anlatarak hayatta kalabilirsin. Bu yüzden Şehrazat benim için önemli bir ilham kaynağıydı, en başta söylediğim gibi, Borges de elbette. Bununla birlikte doğa tarihçilerini, Carl Linnaeus, Darwin gibi isimleri okumayı da severim. Edebiyatla doğrudan ilgisi olmayan şeylerin de yazınıma önemli bir etkisi var. Arıcılık ya da bahçe işleri üzerine yazılmış kitapları okumayı da bir o kadar seviyorum. Bu hızla gidersem, bir gün arıcı ya da bahçıvana dönüşeceğim sanırım ama yine de bunların edebiyatıma etkisini değerli buluyorum.
Binbir Gece Masalları’ndan bahsetmeniz çok ilginç, özellikle Doğal Roman’ı okurken böyle bir âlemin içinde olduğumu hissetmiştim. Fakat doğrudan bundan etkilendiğinizi hiç düşünmemiştim. Buradan biraz da Bulgaristan’a, ülkenizin yazınınıza etkisine geçmek istiyorum. Ülke tarihinin kırılma noktaları bir şekilde romanlarınızın merkezine yerleşiyor; özellikle de Hüznün Fiziği’nin. Ülkenizin hikâyesiyle edebiyatınızın hikâyesinin buluşma noktalarından konuşalım mı?
Evet, 1989’da Bulgaristan’da komünizm yıkıldığında 21 yaşındaydım. Üniversite dönemim hükümete karşı protestolarla, sokaklarda özgürlük arayışı içinde yapılan yürüyüşlerle geçti. Yirmi bir yaş hayatınızda bir devrim deneyimi yaşamak için çok doğru bir yaş. Hepimiz gençtik, sokaklardaydık, belki de bir yıl içinde her şeyin değişeceğinin farkındaydık. Yani büyüme hikâyem dolayısıyla ülkenin kırılma noktalarıyla, özellikle de komünizmin yıkılması ve demokrasi umuduyla iç içeydi. Bu süreçte üniversiteye çok az gitmeye başlamıştık, sürekli sokaklarda, biraz da gençliğin verdiği romantizmle bir özgürlük idealinin peşindeydik. Buraya küçük bir parantez açarak komünizm yönetimi altındaki çocukluğuma dönecek olursam, ilk kez biriyle öpüştüğüm gün Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev öldü. İkinci öpücüğümde Chernenko öldü, üçüncü öpücüğümde Yuri Andropov öldü. Bir noktadan sonra sanırım onları bu şekilde öldürüyorum diye düşündüğümü hatırlıyorum. İlk seksimi yaptıktan sonraysa Çernobil patlaması yaşandı. Tıpkı bir Bildungsroman gibi benim büyüme hikâyem ile ülkenin tarihi arasında birçok bağlantı var.
Biraz da yazarın kendini yazı meselesi hâline getirmesinden söz edelim mi o zaman? Kahramanlarınızın isminin sizinkiyle aynı olması bir yana, yazının nesnesi olarak yazar söz konusu sizin romanlarınızda…
Hüznün Fiziği yayımlandığında 33 yaşındaydım, 90’ların sonuydu. Boşanmamın hemen ardından yazmıştım bu romanı ki bu da Bulgaristan’da bir şok etkisi yaratmıştı. Çünkü şiirlerimle oldukça tanınan biriydim. Bu şokun bir diğer nedeni ise romanın bizdeki geleneksel roman yazım tarzından çok farklı olmasıydı. İnsanlar, neden kendi adını kullanarak bir roman yazdı, bu gerçek bir hikâye mi, ne yapmaya çalışıyor, diyordu. Oysa benim için romanın başarısı kişiliğin bölünebilir bir şey olduğunu, insanın sadece bir kişiliğinin olmadığını gösteren bir yapısı olmasıydı. Ben kimsenin tek bir hikâyesinin olabileceğine inanmıyorum. Hayatımızda gizli hikâyeler vardır, uydurulmuş hikâyeler vardır. Bazen başka biri olduğuma inanıyorum, herkes için de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Romanı yazmaya başlamadan önce bir sallanan sandalye almıştım. Parasız bir öğrenciydim. Sandalye zaten bütçemin üstünde bir harcamaydı ve bir de nakliyeye verecek param yoktu. Bu yüzden sandalyeyi sırtıma aldım ve şehri bir uçtan bir uca sırtımda sandalye ile geçmek zorunda kaldım. 90’lardaydık ve bir anda kendinizi evsiz ya da çok fakir bulmanız işten bile değildi. Evsiz insanlarla empati kurabiliyordum. Ve hayal ettim, bir anda evimi kaybetsem sallanan sandalyemle sokaklarda yaşayabilirdim, geceleri onun altında uyuyabilirdim. İşte, kitaptaki evsiz karakter bu şekilde ortaya çıktı. Çünkü “normal” bir hayatı, bir evi, ailesi olan bir insan olmakla evsiz olmak arasındaki sınır gerçekten çok inceydi. Sınırı kolayca geçebilirdin. O sırada bir edebiyat dergisinde editörlük yapıyordum, boşanmıştım ve daha pek çok şey oluyordu hayatımda. Düşününce bu kadar şeyin de bir tek insanın başına gelmemesi gerekirdi, bunların hepsini yaşamak için birden fazla bedene ihtiyaç vardı. Aynı zamanda Bulgaristan için postmodernist dönemlerdi. Kendi kişiliğimi saklamak için adımı kullanmıştım aslında. Her yazar bir şekilde kendi hikâyesini anlatır ama karakterinize kendinizinkinden farklı bir isim seçtiğinizde o zaman insanlar kendi adınızla kendi hikâyenizi anlatabileceğinize inanmazlardı. İnsanlar tabii ki anlattığı kişi kendisi değil diye düşüneceklerdi. Bilirsiniz, Gustav Flaubert’e Madam Bovary’nin kim olduğunu sorduklarında “Madam Bovary benim” diye cevap verir. Benim içinse tam tersiydi "Georgi Gospodinov ben değilim" diyebiliyordum.
Her yazar, her kitabıyla aslında aynı kitabın sayfaları arasında dolaşır durur derler. Sizin için de durum böyle mi sizce? Doğal Roman ve Hüznün Fiziği’ne baktığımda bir büyük romanın farklı bölümleri gibiler… Yanılıyor muyum?
Evet, sadece romanlarım da değil şiirlerim, grafik romanlarım hepsi büyük bir hikâyenin parçasıymış gibi hissediyorum. Tür değişebilir, ana karakter değişebilir, hikâye değişebilir ama üzerine düşündüğümüz ana sorunun çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Dünyada, bilmiyorum belki de toplasan beş başlık var ve tüm hikâyeler de bu başlıklardan çıkıyor. Kişisel korkularımız ve büyüdükçe bunların yok olması bu başlıklardan en önemlileri gibi geliyor bana. Bir yandan da yazmak benim için korkularımı yok etmenin bir yolu. Yazdığım ilk şey bir korkumla ilgiliydi örneğin. Çocukken büyükannem ve büyükbabam ile yaşıyordum. Yedi ya da sekiz yaşındayken sürekli gördüğüm bir kâbus vardı. Her gün ve her gün tekrarlayan bir rüyaydı bu. Bu kâbusu büyükanneme anlatmak istedim ama beni durdurdu. Çünkü Bulgaristan’da kâbuslarınızı anlatırsanız gerçek olacağına dair bir inanç vardır. Ben de bu kâbusu defterime yazdım. Bugün bile asla unutmadım, hâlâ hatırlıyorum ama asıl ilginç olan rüyamı deftere yazdıktan sonra bir daha tekrar etmedi. Sonra fark ettim ki yazmak korkularımdan kurtulmamı sağlıyor. Yazmak her zaman kişisel korkularımdan kurtulmamı sağlayan bir araç oldu. Büyüyorsun, çocukların büyüyor, hayatın yitişini görüyorsun, yazarak sonu ertelemeye çalışıyorsun. Yazmak tam olarak bunu sağlıyor: korkularını yenmeni, zamanın akışını yavaşlatmanı. Çocukken sürekli gördüğüm kâbusa gelince, ailemin bir su kuyusunun dibinde olduğunu, benimse kuyunun başında, dışarıda olduğumu görüyordum. Bu rüya bana iki korku hissettiriyordu. İlki ailem aşağıdaydı ve yukarı çıkamıyordu. İkinci korku ise terk edilmiş olmamdı. Aptalca bir korku ama öyle hissediyordum, ailem kuyunun dibindeydi ve beni terk etmişlerdi aynı zamanda. Hem beni terk ettikleri için, yanlarına almadıkları için onlara kızıyordum hem de orada oldukları için üzülüyordum. Ama bu kâbusumu yazdıktan sonra bir daha tekrar etmedi.