Hitler-Stalin Paktının edebiyattaki yansımaları

"23 Ağustos 1939 günü, bütün dünyanın şaşkın bakışları altında Hitler-Stalin Paktı imzalandı. Doğal olarak, Nazilerin paktın imzalanmasından bir hafta sonra Polonya’ya saldırmasıyla II. Dünya Savaşı patlak verdi. Dünyada sonuçları bu kadar büyük ve ölümcül olan bir olayın edebiyata, sanata, her şeye ama her şeye yansıması gerekirdi, öyle değil mi? Fakat böyle olmamıştır."

23 Eylül 2021 18:09

23 Ağustos 1939 günü, bütün dünyanın şaşkın bakışları altında Hitler-Stalin Paktı imzalandı ve böylece, Sovyetler Birliği’nin boyun eğmesiyle, Avrupa entelijansiyasının gözündeki “faşizme karşı en güçlü kale” imajı büyük bir gürültüyle çöktü. Aslında Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı mücadelenin güçlü kalesi olarak görülmesi sadece bir illüzyondu. Batı entelijansiyası Sovyetler Birliği’ne dışardan değil de içerden bakacak olsaydı, hayal kırıklığı da bu kadar büyük olmayacaktı.

Doğal olarak, Nazilerin paktın imzalanmasından bir hafta sonra Polonya’ya saldırmasıyla II. Dünya Savaşı patlak verdi. Zaten Sovyetler Birliği de Polonya’nın Doğu tarafından işgale girişmiş ve bu ülke iki üç gün içinde, Nazi-Sovyet işbirliğiyle haritadan silinmişti.

Dünyada sonuçları bu kadar büyük ve ölümcül olan bir olayın edebiyata, sanata, her şeye ama her şeye yansıması gerekirdi, öyle değil mi? Fakat böyle olmamıştır. Nazilerin 22 Haziran 1941 tarihinde, Sovyetler Birliği’ne karşı, Hitler-Stalin Paktı’nı fiilen ortadan kaldıran “Barbarossa Harekâtı”nı başlatması ve bu ülkeyi istilaya girişmesiyle birlikte ittifaklar değişmiş, Sovyetler Birliği kaçınılmaz olarak İngiliz-ABD-Fransız güçlerinin müttefiki haline gelmiştir. Durum böyle olunca tarih de bu yeni ittifaka göre yazılmış ve Müttefikler Sovyetler Birliği’nin Nazilerle anlaştığı dönemi ve bunun sonuçlarını ellerinden geldiği kadar minimize etmeye, belleklerden mümkün olduğunca silmeye çalışmışlardır. Elbette bu da Nazi-Sovyet paktının gölgelenmesine yol açmış ve bu büyük olayın edebiyat ve sanata yansımasını önemli ölçüde önlemiştir. 1950’den sonraki Soğuk Savaş döneminde Batılı ülkeler (özellikle ABD) Nazi-Sovyet Paktı’na ilişkin olarak bellekleri canlandırmaya çalışmışsa da bunda pek başarılı olamamıştır. Ortalığı Sovyetler Birliği’nin Nazilere karşı ne kadar kahramanca savaştığı anlatımları (ki gerçektir de) kaplamış, bellekler bir türlü daha önceki Nazilere teslimiyet dönemine gidememiştir. Sonuç olarak II. Dünya Savaşı’na; Avrupa’nın Naziler, Baltık ülkelerinin Sovyetler tarafından istilasına; milyonların ölümüne; umutsuzluğa kapılan entelektüellerin intiharına yol açan, bütün dünyayı şaşkınlıklar içinde bırakan bu tarihî olay edebiyat, sanat ve hatta tarih anlatımlarında hak ettiği yeri bulamamıştır.

Hak ettiği yeri bulamadığı gibi, özellikle İngiltere (Beatrice ve Sidney Webb, Bernard Shaw) ve Fransa’daki (Romain Rolland) Sovyetler Birliği yanlısı kalburüstü bazı yazarlar, Nazi-Sovyet paktı karşısında tamamen sessiz kalmışlardır. 1935 yılında Stalin’le doğrudan görüşen ve Stalin’e, 1935 yılında Sovyetler Birliği’nin Fransa burjuvazisiyle girilen “anti-faşist” ittifakın içerde burjuvaziyle uzlaşmaya yol açıp açmayacağı, Kirov cinayetinden sonraki yaygın infazlar, Victor Serge’in sürgüne gönderilmesi, suç ve idam yaşının 12’ye indirilmesi konusunda sorular yöneltip Stalin’in yanıtlarıyla ikna olan Romain Rolland, Sovyet-Nazi Paktı karşısında buna benzer sorular sormaya bile kalkışmamıştır. Bu büyük yazarların pakt karşısındaki suskunluğu, II. Dünya Savaşı’nı başlatan bu büyük olayın neden edebiyata yansımadığını izah eder.

“Demirperde” önce kültür alanında çekiliyor

Sovyet-Nazi işbirliği döneminde Sovyetler Birliği’nde birçok yazar ve sanatçı tutuklandı, işkence gördü ve bir kısmı infaz edildi (öncesinde de infazlar yoğun bir şekilde devam ediyordu elbette). Bunların en ünlüleri, yazarlar Koltsov ve Babel, dünyaca tanınan tiyatro kuramcısı Meyerhold’dur. Solomon Volkov bu infazlara ilişkin şöyle diyor:

“Acımasızca ortadan kaldırılmaları, insanı diktatörün gazabından koruyacak hiçbir şey olmadığını gösterdi: Ne yetenek, ne Sovyet yönetimi adına elde edilen başarılar, ne kişisel sadakat ve Stalin’e yakın olmak (herkes Pravda’nın de facto baş editörü olan Koltsov’un onun gözdesi olduğunu biliyordu), hiçbir şey korumuyordu. Kendi tarzında aşırı pragmatik biri olan Stalin, ansızın kültür elitinin gözünde korkutucu ölçüde akıldışı nitelikler kazandı… Yine de Stalin açık ve gürültülü bir işaret vermiş oldu: Batı’yla bütün temaslar tehlikeliydi. Böylece kültür alanındaki demirperde 1940 başlarında çekildi.” (abç. GZ)

Yine Volkov’a göre Sovyet-Nazi Paktı’yla birlikte bu kültürel “demirperde” çekildikten sonra Stalin, “… faşizm karşıtı rolünü oynamayı bıraktı. Ardından uluslararası Hitler karşıtı ve liberal entelektüelleri Sovyetler Birliği’nin himayesinde bir araya getirmeye yönelik bütün o özenle geliştirilmiş planları da bıraktı… Entelektüeller korktu”.

Aynı noktayı Andy McSmith de belirtiyor:

“Stalin kalemini bu listede gezdirirken Koltsov ve Babel’in adını görüp bir an duraklamış olabilirdi. Önceki yıllarda uluslararası şöhretleri onları kurtarabilirdi belki, ama artık Avrupa savaştaydı, SSCB Nazi Almanyası’yla huzursuz bir ittifak içerisindeydi ve Paris’in ilerici entelektüellerinin ne düşündükleri artık Stalin’in umurunda değildi. Listeyi olduğu gibi onayladı. Yine de o ya da Beriya ya da ikisi birden bu katliamı halka duyurmamaya karar verdiler.”

Çekilen kültürel “Demirperde”nin ardında yalnızca yazar ve sanatçılar sessiz sedasız katlediliyor değildi. Pakttan önce yapılmış sanat eserleri de buna dahildi.

Ayzenştayn’ın tarihî örneklerle, dolaylı olarak Nazizmi hedef alan Aleksandr Nevsky filmi Sovyet-Nazi Paktı imzalanmadan bir yıl önce, Kasım 1938’de Stalin’e özel olarak gösterilmiş ve o da filmin hiçbir değişiklik yapılmadan gösterime girmesine izin vermişti. Ne var ki, 23 Ağustos 1939 tarihinde, Litvinov’un (Yahudi olduğu ve anti-faşist ittifakta ısrar ettiği için tasfiye edildiği söylenir) yerine geçen yeni Dışişleri Komiseri Molotov’un Nazi Almanyası’nın Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la imzaladığı “saldırmazlık paktı”ndan hemen sonra, “Almanları saldırgan düşmanlar olarak gösteren bütün eserler bir anda uygunsuz hale gelmişti. Aleksandr Nevsky sinema salonlarından çekildi” ve Semyon Kotko’nun librettosu yeniden yazılıp tüm Alman karakterler Ukraynalı milliyetçiler olarak yeniden kurgulandı.

Erken çekilmiş “Kültürel Demirperde”nin ardında başka suçlar da işleniyordu. Örneğin Hitler’le anlaşmanın hemen ardından Stalin diplomatlar arasında bir Yahudi temizliğine girişiyor ve “Yahudi görevlileri temizleyin”, “sinagogu boşaltın” talimatı veriyordu.

Molotov paktı imzalarken Joachim von Ribbentrop (ortada) and Joseph Stalin onu izliyorlar. 

İntiharlar

Hitler-Stalin Paktı’nın ardından Batıda çok sayıda entelektüelin, komünist parti üyesinin ve anti-faşistin büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak intihar ettikleri söylenir. Batı dillerinde belki bu konuda yayınlanmış ve somut bilgi veren kitap ya da makaleler olabilir, ancak ben bunlara ulaşabilmiş değilim. Bu yüzden burada bunu belirterek geçmek zorundayım.

Belki doğrudan doğruya bağlantı kurmak doğru olmaz ama Nazilerden kaçtıkları ülkelerde intihar eden Yahudi iki ünlü yazar söz konusu: Walter Benjamin (1892-1940) ve Stefan Zweig (1881-1942).

Benjamin 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Paris’te sürgün hayatı yaşamaya başladı. 1939 yılında Alman mültecilerin çıkardığı bir dergide yayınlanan yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Almanların 1940 Mayısı’nda Fransa’yı işgal etmesi ve Gestapo’nun evini basması üzerine Fransa’nın güneyindeki Portbau şehrine kaçtı. Burada polisin kendisini Gestapo’ya teslim edeceğini öğrenince, 26 Eylül 1940’ta aşırı derecede morfin alarak intihar etti.

Naziler 1933’te iktidara geldikten sonra birçok yazarın eserinin yanı sıra Stefan Zweig’ın eserlerini de yaktılar. Bunun üzerine Almanya’yı terk eden Zweig önce Londra’ya yerleşti, II. Dünya Savaşı’nın çıkmasından altı gün sonra Lotte Altmann’la evlendi. Hitler ordularının Avrupa’yı istila etmesi üzerine Latin Amerika’ya geçerek Brezilya’ya yerleşti. 22 Şubat 1942’de Brezilya’nın Petropolis kentinde, karısıyla birlikte aşırı dozda Veronal alarak intihar etti.

Stefan Zweig o yıllarda zorunlu sürgüne giden Yahudi göçmenleri şu cümlelerle anlatır:

“Binlerce, evet binlerce insan bugünlerde yollarda, çoğu Yahudi. Yine büyük bir fırtınanın rüzgârları esiyor dünyamızda, savuruyor onları bu dünyanın sokaklarına. Babaları ve dedeleri gibi yine sayısız Yahudi huzur içinde yaşadığı evini ve ülkesini terk etmek ve bir başka yerde –çoğu nereye gideceğini bilmiyor– kendine yeni bir vatan aramak zorunda… Bir geminin yanında, üst üste yığılmış duran insanlara iyi bak, git yanlarına, konuş onlarla.”

Bütün bunlardan sadece Naziler mi sorumluydu? Ya onlarla anlaşma imzalayarak Nazilerin ellerini kollarını serbest bırakanlar ve Hitler’den kaçarak Sovyetler Birliği’ne sığınan Alman komünistlerini ve anti-faşistleri Almanya’ya iade edenler?

Sartre’ın romanlarında Nazi-Sovyet Paktı ve “parti tavrı”

Yazının başında dünyayı yerinden oynatan bu büyük olayın dünya edebiyatına çok az yansıdığını söylemiş ve bunun nedenleri üzerinde kısaca durmuştum. Fakat J. P. Sartre’ı bir miktar bunun dışında tutmakta fayda var. Çünkü çoğu yazar bu konuya değinmemek için kenardan dolaşmayı tercih ederken, Sartre hiç değilse bu konuyu “Özgürlük Yolları” başlığı altındaki, savaş öncesini ele alan üç romanlık dizinin son romanı olan Yıkılış’ta, bireyle komünist partisinin ilişkileri açısından ele almıştır.

Sartre’ın romanlarındaki anlatımlarına geçmeden önce, Sartre çevresinin bu anlaşma karşısındaki tutumunu ele alan Sarah Bakewell’in anlatımlarına yer vereyim:

“Beauvoir ve Sartre o yıl ağustos ayını Juan-les-Pins’te bir villada, Paul Nizan ve Jacques-Laurent Bost ile birlikte tatil yaparak geçirdiler. 23 Ağustos’taki Nazi-Sovyet antlaşmasını gazetelerden ve radyodan korku ve tiksinti içinde takip ettiler. Bu antlaşma Sovyetler Birliği’nin gücünü artıracağı ve Almanya işgallerine devam ederse karşı çıkmayacağı anlamına geliyordu. Bu gelişme, Nizan gibi Sovyet komünizmini Nazizm karşısındaki en büyük dengeleyici güç görüp destekleyen herkes için büyük bir darbeydi: Nizan kadar ateşli olmamakla birlikte Sartre ve Beauvoir da bir dereceye kadar bu görüşü paylaşıyordu. Sovyetler de Nazilere karşı koyamayacaksa kim koyacaktı? Savaşın her an başlayabileceği korkusu yeniden alevleniyordu.”

Büyük hayal kırıklığı yaşayan FKP üyesi Paul Nizan bireysel olarak faşizme direnmek üzere Fransız ordusuna katılır ve Dunkirk’te Nazilerle savaşırken öldürülür.

Sartre, Yıkılış romanında, komünist olmayan bir anti-faşist karakterle (Schneider) sıkı ve inanmış bir Komünist Parti üyesini (Brunet) tartıştırır. Romanın anlatılarını geçerek bu ilginç tartışmayı buraya alıyorum.

Schneider: “Sovyetler Almanların müttefiki.”

Brunet: “Hayır, bir saldırmazlık antlaşması yaptılar yalnızca, o da geçici bir antlaşma olarak. Bir düşün… Münih’ten sonra Sovyetler Birliği…”

Schneider: “… bana söyleyeceklerinin hepsini biliyorum. Bana Rusya’nın Müttefiklere olan güvenini yitirdiğini, bu nedenle Almanlara savaş açmak için yeteri kadar güçleneceği günü beklediğini, bu arada Almanları oyaladığını söyleyeceksin.”

Brunet: “Tamamen böyle değil. Ben Rusların, Hitler’in Rusya’ya saldıracağına inandığını ve beklediğini sanıyorum daha çok.”

Schneider: “Yani, bir saldırıyı geciktirmek için ne mümkünse yapıyor, demek istiyorsun.”

Brunet: “Öyle sanıyorum.”

Schneider: “Şu halde ben senin yerinde olsam partinin Nazilere karşı çok sert bir tutum izleyeceğinden emin olmazdım. Böyle bir tutum Sovyetler Birliği’ni zor durumda bırakır.”

Bundan sonra tartışma partinin bu antlaşma konusunda takınacağı ya da takınması gereken tutum noktasına kayar.

Schneider: “Örneğin gizlice Humanite’yi mi basacaklar yeniden?.. Ben Gestapo’nun en az üç ay sonra FKP’nin politikası hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olacağına inanıyorum.”

Brunet: “Ne çıkar bundan? Sovyetler suçlayacak değiller ya bu nedenle?”

Schneider: “Ya komintern? Ribbentrop’la Molotov’un Komintern’den söz açmadıklarını söyleyebilir misin?”

Brunet: “Konuştukları zaman masanın altında değildim. Ama bildiğim bir şey var: Partinin Sovyet Rusya ile olan bağlantıları çoktan kesilmiştir.”

Schneider: “Ben Nazi hükümetinin Sovyet Rusya’yı FKP’nin politikasından sorumlu tutacağına inanıyorum… Moskova bu durumda Fransa ve Belçika’daki komünistlere rahat durmalarını emredemez mi? Başka bir biçimde söyleyeyim: Parti, Sovyetler Birliği’ni zor durumda bırakmamak için bir süre hareketsiz kalmayı tercih edemez mi?”

Brunet: “Neyi kanıtlamak istiyorsun? Komünist Partisi’nin faşist olma yoluna girdiğini mi?”

Schneider: “Hayır, ama Nazi zaferi ve Alman-Sovyet Rusya anlaşması, belki Parti’nin hiç hoşuna gitmeyen bir gerçektir. Parti bundan hiç hoşlanmasa bile bu gerçeklere ayak uydurmak zorundadır.”

Ve ikisi arasındaki tartışma daha da kritik bir noktada devam eder:

Schneider: “Sonbaharda İngiltere sıfırı tüketmiş olacak. Rusya dövüşe katılmak istiyorsa eğer, neden şimdi katılmıyor?”

Brunet: “Rus emekçileri Avrupa proletaryasının Nazi çizmesi altında çiğnenmesine razı olmayacak.”

Schneider: “Öyleyse neden Molotov’un Nazilerle bir Sovyet-Alman antlaşması imzalamasına engel olmadılar?”

Brunet: “O sırada Rusya hazır değildi dövüşe.”

Schneider: Bugün daha iyi hazırlanmış olduğu inancında mısın?”

Türkiye edebiyatında…

Türkiye edebiyatında bu konuyu ele alan iki roman bulabildim: Attila İlhan’ın O Karanlıkta Biz (Bilgi, 1988) ve Vedat Türkali’nin Güven (Ayrıntı, 2015) romanları.

Attila İlhan’ın romanındaki başkarakter Türkiye Komünist Partisi’nde yer almış, fakat 1940’lı yıllarda ayrıksı ve eleştirel bir tutum benimsemiş Ahmet Ziya’dır. Ahmet Ziya 1940 yılının ekim ayında, bir gün yeğeni Doğan’la konuşmaktadır. Genç Doğan dayısına, “Faşizm tehlikesi aksiyonu zaruri kılmıyor mu?” diye sorar. Ahmet Ziya yeğenine şöyle cevap verir: “… bir Alman komünistinin yerinde olmayı hiç düşündün mü sen? Düşün! Seni temerküz kampına sevk eden faşizmle ona karşı cephe yapmanı emreden Bolşevizm el ele vermiş, Avrupa’yı paylaşıyor.”

Romandaki bu kısa cümleyle Attila İlhan, Türkiye edebiyatında Hitler-Stalin Paktı’nı ve sonuçlarını net bir şekilde eleştiren bir yazar olarak parlamaktadır.

Zıddı bir örnek de var. Vedat Türkali, II. Dünya Savaşı sırasındaki Türkiyeli komünistleri ele aldığı, Güven adlı 1.380 sayfalık dev romanında Alman-Sovyet Paktı’nı tamamen Stalin’in bakış açısından ele almaktadır ne yazık ki:

“İkircikli dönemini Alman-Sovyet antlaşmaları sırasında geçirmişti TKP. Faşist saldırıya karşı birleşmeyi, Batı demokrasileriyle Sovyet dayanışmasını savunurlarken, herkesi, bu arada onları da şaşırtan bir oldubittiyle, Sovyetler’in Almanlarla anlaşıvermeleri karşısında nasıl bir tutum takınacaklarını bir türlü saptayamamışlardı. Savaş artık emperyalist bir savaştı. Böyle bir savaşta yan tutan Türkiye, Almanların saldırısına uğrarsa TKP’nin ne yapacağı, emperyalist sayarak savaşa karşı mı çıkacağı sorunu, epey tartışmalardan sonra çözüme vardırılamayınca” durum Moskova’ya sorulmuştu. “Türkiye’nin saldırıya uğramasıyla kendini savunmasını anlayışla karşılayacaklarını bildiriyordu Sovyetler. Nazi Almanyası ile yaşamsal önemde saldırmazlık paktı içindeki bir ülke bundan öte ne diyebilirdi? Almanlarla saldırmazlık paktı yapmasını anlamakta kimileri biraz güçlük çekmiş, tartışmalar çıkmıştı. Ne vardı anlamayacak? Hitler’i azdırdıkça azdırdı İngilizler-Fransızlar. Chamberlain-Daladier’in bütün oyunu, herifi Sovyetler’e saldırtmaktı. Öyle olmaz, böyle olur dedi Sovyetler de!”

Bu kadarı yeter belki ama romanın ileriki sayfalarından, pakt döneminde Sovyetlerin esir aldığı Polonyalı 15 bin subayı Katin Ormanı’nda katletmesine ilişkin şu ibretlik satırları da almadan geçemeyeceğim:

“Londra’da beslenen sözde Polonya hükümeti, Sikorski midir nedir, bir herif sırtını dayamış İngilizlere, her gün bir pislik çıkarır pezevenkler. ‘Katin Ormanı’ kıyımını Sovyetler yaptırmış diye tutturdular Hitler’in ağzıyla. Sovyetler de siktir etti hepsini.”

Yine Attila İlhan’a dönelim. Attila İlhan, Hangi Sol (Bilgi, 1976) adlı, solun hatalarını irdelediği deneme kitabının “Nizan Diye Biri” başlıklı son makalesinde, yukarıda sözü geçen, Sartre’ın yakın arkadaşı olan romancı Paul Nizan’ı ele alıyor. İlhan 1950 kışında, Paris’te Pierre adlı komünist sanatçıya Paul Nizan’ı sorar. Pierre ona şöyle yanıt verir: “Başlangıcına bakma, arkası öyle gelmedi.” Nizan’la ilgili bu olumsuz yargı Attila İlhan’ın kafasına takılır. Bundan sonrasını yine Attila İlhan’dan dinleyelim: “İşte tam o sırada Rusların Nazilerle anlaştıkları, bir saldırmazlık paktı imzaladıkları haberi geliyor. Bomba gibi patlıyor bu haber Paris’te, solcu aydınların çoğu kulaklarına inanamıyorlar. Nasıl olur, sosyalizmin vatanı Nazilerle nasıl anlaşır? İşte bu arada yıllardır uğruna savaştığı fikirlere sadık olan Nizan Nazilerle işbirliğine katlanamayarak öfkesini haykırıyor. Üstüne, Almanlarla birlikte Sovyetler Polonya’nın işgaline girişince de öfkesi büyüyor ve bir umutsuzluğa dönüşüyor. Onun için artık cepheye gidip Nazilerle silahlı bir hesaplaşmaya girişmekten, bu arada hayatını vermekten başka çıkar yol kalmamıştır. Fransa’da komünistler uzun yıllar Nizan’ı bağışlamadı.” Nazi-Sovyet Paktı sırasında henüz on sekiz yaşında genç bir kadın olan Simon Signoret, röportajcının, “1939 yılında bu saldırmazlık paktından ne anlamıştınız?” sorusuna, “Hiç… 1939’da beni ilgilendiren Ribbentrop’la Molotov’un tarihi el sıkışma fotoğraflarından çok, yürekli ve küçük Finlandiya ordusu askerlerinin enfes kürk başlıklarıydı” diye cevap verdikten sonra, daha ileriki sayfalarda Fransız Komünist Partisi’nin Paul Nizan’a “muhbir” diye saldırdığını laf arasında söylerken bu noktaya dikkat çekiyor.

Sovyetler Birliği’nin Nazizmle işbirliğini açığa vuran herkes buna benzer damgalar yemiştir.

 

 

GİRİŞ RESMİ:

Bir propaganda filmi olarak 1938'de Eisenstein ve Vasilev tarafından çekilen Aleksandr Nevsky'nin afişi ve filmden bir sahne.