"Bugün Türkiye’de yaşanan onca adaletsizlik ve hukuksuzlukta, böylesi korkunç bir savaşa gösterilen kayıtsızlıkta, savaşın korkunç yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymayan yazarların, gazetecilerin, bu yazıları yayınlamayan medya kuruluşlarının, bu korkunç savaşa ilişkin eserleri basmayan yayınevlerinin büyük günahı var."
23 Eylül 2021 18:29
Yeni bir yılın ilk günleri, 2 Ocak 2017. Soğuk, çok soğuk bir gün. Sekiz ay süren sokağa çıkma yasağının henüz yeni bittiği Şırnak’a girmeye çalışıyorum. Girişte kilometreleri bulan, uzun bir araç kuyruğu var. Kuyruk çok ağır ilerliyor, çünkü araçlar birkaç ayrı aramadan geçirilerek didik didik ediliyor. Yaklaşık yarım saat sonra araçta beklemek yerine yürüyerek Şırnak’a girmeye karar veriyorum. Şoförü araçta bırakarak arama noktasına doğru yürümeye başlıyorum. Arama noktası bir arama noktasından çok sınır geçişini andırıyor. Dikenli teller ve bloklarla geniş bir alan oluşturulmuş. Bu alanın içine sınır geçişlerinde olduğu gibi peronlar kurulmuş. Üstlerinde “Peron 1 Kabini, Peron 2 Kabini” gibi yazılar var. Dört ayrı peron var. Tellerle çevrili alanın girişinde kadın ve erkek polisler önce üst araması yapıyorlar. Sonra GBT soruşturması için kimliklerimiz toplanıyor. 15 dakika sonra kimliklerimizi geri alıp alana giriyoruz, peronları ve beton blokları geçerek güvenlik alanından çıkıyoruz. O an kentin girişine asılı, devasa bez döviz dikkatimi çekiyor. Üzerinde “Şırnak bir Türk ilidir” yazıyor.
Yokuş yukarı kent merkezine doğru yürümeye başlıyorum. Yıkık mahallelerden geçiyorum. Çok iyi bildiğim Şırnak’ta tanıdık hiçbir sokak, park, tanıdık hiçbir şey göremiyorum. Bir müddet sonra her taraf boşluk oluyor. Gri gökyüzüyle birleşen, dümdüz bir boşluk karşımda uzanıyor. Boşlukta yürüyorum. Yanımdaki Şırnaklı arkadaşıma “Peki ya çarşı, çarşı nerede?” diye soruyorum. “Bu boşluk,” diyor, “işte tam burası çarşıydı.” Dehşete düşüyorum. Yerdeki kayalardan birine çöküyorum. Sabahtan beri tuttuğum gözyaşları boşalıyor. “YOK! YOK!” diye bağırıyorum. “Şırnak yok artık!”
Şırnak 2015-2016 sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar esnasında yok edilen Kürt kentlerinden sadece biriydi. 12 mahalleden oluşan kentin sekiz mahallesi tamamen yok edildi. Bildiğimiz anlamda bir Şırnak kalmadı. Bildiğimiz anlamda bir Sur, Nusaybin, Yüksekova, Cizre, Silopi de kalmadı. Yüzlerce, binlerce yıllık Kürt kentleri sadece birkaç ayda YOK edildiler. Biz YOK olmuştuk.
Bu sadece fiziki bir yok oluş değildi. Ağustos 2015’ten sonra Kürtler bir halk olarak bu ülkedeki birçok alandan silindi. Yerel yönetimlerden, sivil toplumdan, kültür ve sanata uzanan geniş bir yelpazeden silindi Kürtler. Kürt sorunu bir anda “terör sorunu”na döndü. Bölgedeki hak ihlallerini dile getiren yazar ve insan hakları savunucuları olarak bizler de “terör destekçilerine” dönüştük. Kürt siyasetçiler ve aktivistler ise “terör örgütü üyesi” oldular. 40 yıl öncesine dönmüştük yine. Kürt yoktu yine, karda yürüdüğünde “kart-kurt” ses çıkaran insanlar vardı. Kürt sorunu yoktu, terör sorunu vardı. Kürdistan diye bir yer hiç var olmamıştı. Sadece medya değil, yayınevlerinden sanat galerilerine, tiyatrolara kadar birçok yer Kürt sorunuyla ilgili çalışmalara ve Kürtlere sansür uygulamaya başladı. Türkiye’nin dörtte birini oluşturan bir halk, 20 milyon insan, 20 milyon vatandaş bir anda tekrar karanlık bir kuyuya atılarak yoklarmış gibi davranılmaya başlandı. Sokağa çıkma yasakları, Kürt illerinde yaşanan yıkım ve şiddet, Kürt coğrafyasında çıkarılan yangınlar, her gün gelen ölü bedenler yokmuş gibi yaşam devam etti.
Cemile’nin, Taybet Ana’nın bedenleri yerde soğumamışken en güzel romanlar yazıldı memleketin başka yerlerinde, yayınevleri en güzel kitaplarını bastı, kitap fuarları ülkede korkunç bir savaş yaşanmıyormuş gibi fuarlarına, panellerine, kitap tanıtımlarına devam ettiler. Yaşananları dile getiren birkaç cesur yazarın eserleri de yayınevlerinin sansürlerine takıldı. “Çok beğendik ama yayınlamamız mümkün değil, anlayacağınızı umuyoruz” cümlesini ne çok duydum bu dönemde!
Bugün Türkiye’de yaşanan onca adaletsizlik ve hukuksuzlukta, böylesi korkunç bir savaşa gösterilen kayıtsızlıkta, savaşın korkunç yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymayan yazarların, gazetecilerin, bu yazıları yayınlamayan medya kuruluşlarının, bu korkunç savaşa ilişkin eserleri basmayan yayınevlerinin büyük günahı var. Savaş devam ederken, ölü bedenler yerde hayvanlar tarafından yenirken en ufak bir tepki vermeksizin, yaşananlara hiç aldırmaksızın, en güzel romanlarını hiçbir şey yaşanmıyormuş gibi yazmaya devam eden yazarlar da sorumludur bu durumdan; Kürt coğrafyasında yaşanan vahşeti dile getiren yazılara ve eserlere yer vermeyen gazeteler, muhabirler, yayıncılar, yayınevleri de sorumludur. George Orwell, Balinanın Karnında isimli eserinde (İthaki Yayıncılık, 2021) İspanya İç Savaşı’nın ürettiği çirkin yalanlardan bahseder. Orwell’a göre “Gözleri önünde tecavüze uğrayıp çarmıha gerilen rahibeleri haber yapmayan Daily Mail gazetesinin muhabirleri de, solcu News Chronicle ve Daily Worker gazeteleri de sorumludur savaşa karşı kayıtsızlığın oluşmasında”. Bu gazeteler dikkatli bir biçimde gerçeklerin üzerini örtmüştür. Peki ya yazarların ve edebiyatın faşizme karşı toplumdaki bu kayıtsızlıkta rolü yok mudur?
Orwell, Hitler insanları toplama kamplarına alırken Paris sokaklarında avarelik eden ve yalnızca romanlarıyla meşgul olan Henry Miller’ı da sorumlu tutar faşizme karşı kayıtsızlıktan:
“Yengeç Dönencesi basıldığında İtalyanlar Habeşistan’a yürüyor, Hitler’in toplama kampları büyüyordu. Dünya entelektüellerinin dikkatleri Roma, Moskova ve Berlin’e çevrilmişti. Latin Mahallesi’nde içki dilenen Amerikalı kaldırım mühendislerini anlatan seçkin bir kitabın yazılabileceği bir âna hiç benzemiyordu. Tabii ki romancı doğrudan içinde yaşadığı çağdaş tarih hakkında yazmakla yükümlü değildir ama halkı ilgilendiren büyük olaylara aldırmayan bir romancı ya aylak ya da düpedüz aptal biridir.”
Miller aylak ya da aptal mıdır, yoksa sorumsuz ve korkak mıdır, bunu bilmiyoruz elbet. George Orwell 1936’da İspanya’ya giderken Paris’te Miller ile karşılaşır. Miller’ın İspanya İç Savaşı’na zerre kadar aldırmayışına çok şaşırır. Miller savaşa katılmak için İspanya’ya giden Orwell’a İspanya’ya gitmenin budalaca olduğunu kesin bir dille söyler. “Her durumda, benim faşizme karşı çarpışma, demokrasiyi savunma vb. ideallerim zırvaydı onun için” diye anlatır bunu Orwell kitabında ve şöyle tanımlar Miller’ın faşizme karşı tavrını: “Roma yanarken o keman çalar ama bunu yapan büyük çoğunluğun aksine, yayı tellerin üzerinde gezdirirken yüzünü alevlere dönmüştür.”
Peki ya Türkiye’de Kürt illeri can havliyle yanarken yüzünü alevlere dönenler? Türkiye’nin Kürt bölgesinde yaşanan savaş, katliam, “yok oluş” sessiz çoğunluğun desteğiyle olabilmiştir. Bu “yok oluşu” Türkiye’de edebiyat da büyük bir kayıtsızlıkla karşılamıştır. Kayıtsızlık ise faşizmin arkadaşıdır.
Devam eder Orwell. Miller’ın bir balinanın karnında olduğu şüphe götürmezdir Orwell için:
“Sizi dış dünyanın gerçeklerinden koruyan metrelerce yağ katmanının ardında, tam size uyan, rahat, karanlık bir yerdesiniz, ne olursa olsun tamamen kayıtsız kalabilirsiniz. Dünyadaki bütün zırhlı savaş gemilerini batıran bir fırtınanın size esintisi bile gelemez. Balinanın kendi hareketlerini algılayamazsınız. Balina yüzeyde debeleniyor ya da orta denizlerin karanlıklarına ok gibi dalıyor olabilir ama siz hiçbir fark hissedemezsiniz. Sorumsuzluğun ölüm dışındaki aşılamaz, en son aşamasıdır bu.”
Hatta Orwell’a göre Miller saydam bir balinanın içindedir, dışarıda yaşananları gayet net görmektedir: “İçinden geçmekte olduğu süreci ne değiştirme ne de kontrol altına alma itkisi taşır. Edilgen kalarak, kabullenerek kendisinin yutulmasına izin veren Yunus’un yaptığını yapmıştır.”
Türkiye’de de edebiyat dünyası büyük ölçüde balinanın karnındadır. Yağlıdır balina; o yağlı rahimde dış gerçeklikten kopup en güzel romanları yazmak, ülke yanmıyormuş gibi o yangına dokunmayan eserleri basmak mümkündür elbet. Ama oksijen bitecek ve balina kafasını çıkarmak zorunda kalacaktır o sudan. İşte o zaman faşizm elinde her türlü silahıyla onu da beklemektedir.
•