İbrahim Sirkeci: Ana akım göç yazını meseleye genel olarak neoliberal bir çerçeveden bakıyor. Fırsatı yakalayan, değerlendiren ödüle kavuşuyor. Ödül, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşam, Almanya’nın çayırları, İngiltere’nin dereleri...
04 Nisan 2019 11:30
İnsanlar hangi koşullar altında göç etme kararı alıyor? Hangi koşullar altında, harekete geçebiliyorlar? Değişen toplumlarımızda, göç ve göçme biçimleri de değişiyor mu? Ulus devlet ve AB politikaları göçün seyrini günümüzde nasıl etkiliyor? Göç konusunu çevreleyen toksik atmosferi saf dışı bırakmak mümkün mü?
Bu soruları, Londra Regent’s Üniversitesi Ulusötesi Araştırmalar Merkezi Direktörü Prof. Dr. İbrahim Sirkeci’ye yönelttik.
Migration Letters ve Remittances Review gibi saygın dergilerin editörlüğünü üstlenen, 2012’den bu yana her yıl farklı ülkelerde düzenlenen Göç Konferansı’nın başkanlığını yapan Prof. Sirkeci, “Yarının manşeti dünyayı kurtarmaktan önemli ve acil. Aynı şekilde, bir sonraki seçim de acil ve önemli. Dolayısıyla kimse kolay kolay oturup bu kadar göç neden yaşanıyor, nerede sorun var, inceleyip anlamaya çalışmıyor. Öyle olunca da günü dahi kurtaramayan bir genel durum ortaya çıkıyor” diyor ve aslında “göç krizi” değil, “göç politikası krizi” ve “medya krizi” yaşadığımızın altını çiziyor.
“Türkiye bir hoşgörü toplumu değil.” Söz burada bitebilirdi ama Prof. Sirkeci uyarıyor: “Ama her şeye karşın, Suriyeliler Türkiyelilere akraba bir grup ve 20 yıl sonra bu konuştuklarımızın pek çoğunu unutacağız.”
Söz, Prof. Dr. İbrahim Sirkeci’de…
BM Mülteci Örgütü’nün tahminine göre, bugün dünyadaki her yedi kişiden biri göçmen. Göç, bu kadar yaygın ve insanlık da tarihi boyunca hareket hâlinde olmuşken, üstelik dinsel anlatı ve mitolojilerde dahi göçün kapladığı yeri düşünce, göçü nasıl oluyor da bu kadar kolay ötekileştirebiliyoruz? Göç, âdeta hep başkasının hikâyesi, göçmen hep bir başkası, katılır mısınız?
BM’nin tahminleri yerinde bir biçimde iç göç ve dış göç sayılarını birlikte değerlendiriyor. Doğduğu ülkeden başka bir ülkede yaşayanların sayısının da 260 milyon dolayında olduğu tahmin ediliyor. Bu da dünya nüfusunun yaklaşık yüzde üç buçuğuna denk düşüyor. Yani göçmen sayıları hem büyük hem de değil. Dediğiniz gibi, insanlık tarihi göçlerle örülüyken, göçmenleri ötekileştiriyor olmamız çarpıcı. Türkiye gibi yeni gelişen ülkelerde çok yakın bir zamanda yaşanmış kitlesel göçler var. Daha 40 yıl öncesine kadar çoğunluğu köylerde yaşarken, bugün yüzde 90’ın üzerinde kentsel nüfus söz konusu. Bunun ciddi bir hafıza sorunu olduğunu düşünüyorum. İnsanlar genelde son 10 yıldan daha öncesini pek düşünmüyor ve hatırlamıyorlar. Yazılı kültür ve okuma merakı da yaygın olmayınca, kimse köyden ne zaman geldiğini ve göçmenliğini hatırlamıyor.
Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise göçün magazin değeri var. Bu çoğu zaman “acıklı” bir değer. Acıklı olma, olumsuz olma hâli de insanların göçle kendilerini özdeşleştirmesine engel. Ancak bu ender olma ve acıklı olma durumu, göçü o derecede popüler bir haber malzemesi yapıyor. Sonuçta, genel olarak yüzde 3-5 civarı bir nüfustan bahsediyoruz ve bu göçmen nüfus da ekseriyetle herkes gibi yaşıyor, işinde gücünde ve genel olarak da suça karışmamaya, “kanundan uzak” durmaya çalışıyor. Ama bir tane vaka bile olsa, manşet olmaya yetiyor. Hâlbuki, dünyanın her yerinde cezaevleri göçmen olmayanlarla doludur.
Belki bir de göç “procecileri” konusuna değinmek gerek. Türkiye’de de başka ülkelerde de böyle bir sektör oluştu. Herkes “göç uzmanı”; iki makale okuyan uzman, bir tane yazan duayen sayıyor kendini. Kamudan aktarılan muazzam bütçeler pek de manası olmayan konferanslara, çalıştaylara ve bilumum “eğitsel” faaliyetlere gidiyor. Yani kendi kendini çoğaltan bir sektör de oluşmuş durumda.
Pek çok araştırmacıya göre, 2010 sonrasında göç küresel bir mesele oldu. Uluslararası Göç Örgütü’nün Genel Direktörü William Lacy Swing, sözgelimi, “II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük göç ve mülteci krizi”ni yaşadığımızı söylüyor. Yani, bugün, “Avrupa’nın 2015 mülteci krizi” olarak adlandırılan süreçten çok daha önce başlayan bir trendi mi tecrübe ediyoruz? Sizin gözleminiz nedir?
Bunları da yukarda bahsettiğim hafızasızlıkla ilişkilendirmek gerek. 2010’dan sonra göç küresel mesele oldu diyenler, muhtemelen bu son furyada göç uzmanı kesilmiş muhteremlerdir. Göç “küresel” lafını icat etmeden önce küreseldi zaten. On dokuzuncu yüzyılın başında Avrupa’dan dünyanın çeşitli bölgelerine giden göç akınlarına bakarsanız, bunu kolayca anlarsınız. On milyonlarca Avrupalı çok kısa bir zaman diliminde Amerika ve Kanada’ya göç etti. Bugün hâlâ Kanada nüfusunun yarısından çoğu Avrupa kökenlidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük kriz meselesine de şüpheyle bakmak lazım. Sayılar yüksek ama o zaman dünya nüfusu iki buçuk milyardı bugün 7,7 milyar. Suriyelilerin sığınma arayışı muhakkak çok büyük bir hareket ancak başka kitlesel akınları ve büyük sayıları unutmamak gerek. Saddam’dan kaçan Iraklıların yarım milyona yakını Türkiye’ye geldi. Aynı dönemde 400 bine yakın Bulgaristan Türkü de geldi. Yugoslavya iç savaşı sırasında milyonlarca mülteci Batı Avrupa ve Amerika’ya gitti. Açık savaş olmasa da Türkiye’den 1980 sonrasında bir milyonun üzerinde insan Avrupa’ya gidip iltica etti. Afganistan 30 yıldır en çok mülteci üreten ülke durumunda. 1989’da altı milyondan fazla Afgan Pakistan’a sığınmıştı.
Özetle, biz bunun gibi ve daha ağır pek çok “göç krizi” gördük. Bugünü farklı kılan “göç krizi” değil, göç politikası krizi ve medya krizi. Hem siyaset hem de basın ister istemez kısa vadeli hedeflerle çalışıyor. Yarının manşeti dünyayı kurtarmaktan önemli ve acil. Aynı şekilde, bir sonraki seçim de acil ve önemli. Dolayısıyla kimse kolay kolay oturup bu kadar göç neden yaşanıyor, nerede sorun var, inceleyip anlamaya çalışmıyor. Öyle olunca da günü dahi kurtaramayan bir genel durum ortaya çıkıyor. Bunların kriz dediği aslında budur. Gerçek kriz ise dünya genelinde derinleşen eşitsizlikler ve adaletsizliklerdir. Bunların önüne geçmedikçe, milyonların sınırları aştığına bakar bakar şaşarsınız.
Peki, dünya genelinde derinleşen eşitsizliklerin göçe etkisi nasıl oluyor? Arap Baharı ve 2015 sonrasında yaşanan küresel bazdaki yer değiştirmeler, bugüne kadarki göç trendleriyle ne kadar benzeşiyor? Bu süreçteki göç trendleri ve göçmen davranışları, bu konuda tespitte bulunmak için erken olsa da gözleminizi merak ediyorum, önceki dönemlere göre kayda değer farklılıklar gösteriyor mu?
Eşitsizlikler meselesini biraz açayım. Kabaca üç tür eşitsizlik göç hareketlerini tetikliyor. Birincisi, kalkınma açığı dediğim ve özellikle hem ülkeler arasında hem de her ülkenin kendi içinde bölgeler arasında ve toplumsal kesimler arasında gözlemlediğimiz gelir, refah ve fırsat eşitsizlikleri. Bulunduğu yerde bu eşitsizlikleri aşamayan veya aşamayacağını düşünenler, göç etme eğilimindeler. Burada, kabaca bazı ülkelerde kişi başına ortalama gelirin 45 bin dolar olduğu ülkeler ile ortalama 7-8 bin dolar olduğu ülkeler arasındaki göç akımlarına bakılabilir. Aynı eşitsizlik, Türkiye’nin bölgeleri arasında da var: Örneğin, kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla Kocaeli’nde 6.236 dolar hesaplanırken Muş’ta 802 dolar.
İkinci önemli eşitsizlik alanı demokratik temsil. Dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli gruplar siyasette ve ekonomide temsil umutlarını yitirmiş durumda. Bunun içine etnik azınlıkları, LGBT+, dinsel azınlıkların yanında siyasî azınlıkları da koyabilirsiniz. Siyasî azınlıklara örnek olarak, son yıllarda artan oranda Türkiye’den kaçmaya çalışan “laikleri” düşünebilirsiniz.
Suriye’deki meselenin temelinde de Arap Baharı’nın altında da bu demokratik ve kalkınma açığı yatıyordu. 1990’larda ve 2000’lerin başında Türkiye’den Avrupa’ya giden bir buçuk milyon Kürt için de aynı nedenler söz konusuydu. Aynı dönemde İngiltere’ye gelen Eritreliler ve Somaliler için de aynı durum söz konusuydu.
Dolayısıyla, bugün yeni olan, göçün tetikleyici nedenleri veya genel prensipleri değil. Yeni olan, hayatın her alanını etkileyen hızlı erişim ve iletişim teknolojileri. Bu değişim, göç hareketlerini etkilediği gibi, göçle ilgili bilgi ve haber akışını da etkiliyor. Bu etki tek yönlü değil. Bir yandan göçmenlerin işini kolaylaştırırken, aynı zamanda göçü kontrol etmeyi hedefleyen devletlerin işini de kolaylaştırıyor. Önümüzdeki dönemde belirleyici olan bu teknoloji destekli manevralar olacak diye düşünüyorum.
Bir başka değişim de eskiden daha dolaylı olarak var olan ama son 10 yılda açığa çıkan, göçün pazarlaştırılması. Bugün AB üyesi ülkeler dâhil, yüzden fazla devlet vatandaşlık satıyor. Tayland vatandaşlığı 60 bin dolar iken, Malta vatandaşlığı 1.2 milyon euro. Bu, vatandaşlık hukukunda önemli bir kırılma. Önümüzdeki dönemde bu alanda ciddi çatışmalar bekliyorum.
Göç araştırmalarının –neoklasik teorilerden dünya sistemi teorisine, bilhassa 90 sonrası çok boyutlu okumalara—on yıllar içindeki dönüşümünü göz önüne aldığımızda, bugün göç trend ve modellerini nasıl değerlendiriyoruz? Bu okumalar, şu soruları ne ölçüde yanıtlıyor: Hangi koşullar altında, insanlar göç etme kararı alıyorlar? Hangi koşullar altında, insanlar bu kararlarını hayata geçirebiliyorlar?
Yukarıda bahsettiğim gibi, insanlar çatışmalardan ve çatışmaların yarattığı güvensizlik ortamlarından kaçma derdindeler. Başka bir yere göç etmenin temel nedeni, bulunduğunuz yerde mutsuz olmanız, tatmin olmuyor olmanız, sıkıntı çekiyor olmanız. Jeff Cohen ile birlikte 2000’lerin başından bu yana çalıştığımız ve Çatışma ve Göç (Kültürleri) Modeli dediğimiz bir kuramsal öneri geliştirdik. Burada temel olarak derdimiz, göçün çeşitli düzeydeki gerilimlerin ve çatışmaların (çıkar çatışmaları dahil) sonucu olarak ortaya çıktığı ve gidilecek yer değil, şu anda bulunulan yerde verilen bir karar olduğunu vurgulamak. Yani insanlar önlerine bir fizikî dünya haritası açıp şurası daha yeşil, burda asgari ücret daha yüksek ve benzeri mütaalalar yapıp göçe karar vermiyorlar. Bunu yapan müstesna kişiler mutlaka vardır ama göç çoğunlukla burada doymuyoruz, burada bize rahat vermezler, burada hayat yok... gibi algılarla düzülüyor. Aile içinde, çevrede, köyde, kasabada veya bölgede daha önce göç etmişliklerin varlığı, göç etme eğilimini güçlendiriyor ve göçü kolaylaştırıyor, zaman içinde bu “göç kültürü” dediğimiz göçe teşne ortamı yaratıyor.
Ana akım göç yazını meseleye genel olarak neoliberal bir çerçeveden bakıyor. O bakışta, göç piyangolaşıyor. Fırsatı yakalayan, değerlendiren ödüle kavuşuyor. Ödül, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşam, Almanya’nın çayırları, İngiltere’nin dereleri... Meseleye destinasyon penceresinden bakınca, göçmen karşıtı, ırkçı söylemlere de kapı açmış oluyorsunuz. Çünkü o zaman göçmen gelip sizin evinizi, işinizi çalacak düzenbaz bir aktöre dönüyor. Bulvar gazetelerinde sıklıkla gördüğümüz “sahte mülteciler”, “sahte öğrenciler” ve benzeri söylemlerin altında hep bu algı var. Bu yaklaşımın bir başka doğal sonucu da göç politikalarının nerdeyse tamamen sınır kontrolü ve vatandaşlık kontrolü eksenine oturması. Hâlbuki, karşımızda ulusötesi bir sorun var ve bu sorun göç değil, göçe neden olan eşitsizlikler ve adaletsizlikler. Liberal dostlarımızın iddia ettiği gibi, rasyonel karar veren bireyler falan söz konusu değil. Söz konusu olan, bir nevi can havliyle kaçma durumu. Pek çok insan için nereye gittiğiniz değil, sadece bir yerden kaçmak belirleyici. Zaten bu zengin ülkeler göçmenlerin çoğuna ev sahipliği yapsa da uluslararası göçün yaklaşık yüzde 40 kadarı yoksul güney ülkeleri arasında gerçekleşiyor. Mültecilerin de çoğu orada.
Tarihsel olarak, göç etmeyi düşünenler içinde genel olarak sadece yeterli bilgiye, bağlantılara ve malî güce sahip olanlar göç edebiliyorlar. Bunu 4S yani dört sermaye ile açıklıyoruz. Beşerî sermaye: bilgi, beceri; sosyal sermaye: bağlantılar, ilişkiler; finansal sermaye: para pul ve fizikî sermaye: bedensel engelsiz olma durumuna işaret ediyor. Bu yüzden, göçmenler arasında az sayıda çok yoksul, çok yaşlı ve engelli insan vardır. Bu 4S koşulunu yerine getirmeyenler kolay kolay hareket edemiyorlar. Suriye’deki gibi bir iç savaş durumunda dahi, öncelikle bu 4S bağlamında daha varsıl olanlar ülkeden kaçabiliyorlar.
Peki, Suriye’de iç savaştan kaçarak Avrupa’ya giden/ gitmek üzere yola çıkan mültecilerle, sözgelimi, Orta Amerika’da suç ve şiddet atmosferinden kaçanların yahut ekonomik sebeplerle yer değiştiren göçmenlerin tecrübelerinde nasıl benzerlikler, farklılıklar var, bunu biliyor muyuz?
Aynen öyle. Latin Amerika’da uyuşturucu kartellerinin cinayetlerinden ve tehditlerinden bıkanlar (ve gidebilenler) başka ülkelere gidiyorlar. Meksika’daki yıllık ortalama cinayet sayısı ufak çaplı bir savaş kadar ölüme yol açıyor. Bu cinayetlerin yarattığı genel bir güvensizlik ortamı söz konusu ve bu güvensizlik ortamı algısı göç için belirleyici. Cinayetleri, savaşları azaltsanız bile, yıllarca göç deneyimleri birikirse, göç kültürleri bu gibi yerlerden dışa göçün çok uzun süre devam ettiğini gösteriyor.
Buradan, şu “ekonomik sebeplerle” yanılsamasına geçelim. Dünyada ekonomik sebepleri olmayan çok az insan var: Bunlara zenginler ve süper zenginler diyoruz. Onlar göç etmezler, seyahat ederler, yurt dışına giderler. Serbesttirler. Dolayısıyla, her göç, kâğıt üzerinde ne amaçlı görünürse görünsün, ekonomik motifler taşır. Mültecinin de yabancı öğrencinin de göçmen işçinin de ekonomik derdi vardır. Ancak ekonomik alana erişim de göçü durdurma politikalarının bir parçası olarak kısıtlanınca” burada yeni eşitsizlikler ve güvensizlik ortamları yaratılıyor. “Kaçak” ya da” düzensiz göç” ve “kayıt dışı ekonomi” bu politikaların sonucu.
İdari olarak maalesef ülkeden ülkeye ve dönemden döneme değişen farklar söz konusu. Bazı dönemlerde “ekonomik” göçmen olmak avantajlı olurken, başka zamanlarda “mülteci” olmak daha çok kabul görebiliyor.
Tecrübeyle sabittir, bu iş biraz Nasrettin Hoca fıkrası gibi, “düşmesem de inecektim” misali. Biraz detayları karıştırırsanız, pek çok “ekonomik” göçmenin hikâyesinde biraz “mülteci” de bulursunuz. Esas olan ekonomik, siyasî ya da kültürel olarak rahatsız olmak, güvende hissetmemek. İnsanları yollara döken budur. Yoksa göç çok maliyetli ve eziyetli bir iş. Biraz da bu yüzden çok insan mutsuz ama az insan göç ediyor.
Ulus devlet politikaları ve AB politikaları, günümüzde göçün seyrini, sizce ne ölçüde ve nasıl etkiliyor? Ve bağlantılı olarak, özellikle 2015 sonrasında, Avrupa ve AB, göçe nasıl uyum sağlıyor?
Maalesef son dönemde göç karşıtı söylemler ve siyasî hareketler çok güçlendi ve daha da güçlenme eğiliminde. Avrupa’da yaşanacak en ufak bir ekonomik kriz göçmenleri hedef hâline getirecek. 1990’larda yaygın olan çok kültürcü politikalar artık rağbet görmüyor. Avrupa’da da başka yerlerde de göçmenlerle uyum, yerini asimilasyoncu yaklaşımlara ve baskılara bırakıyor.
Yani, güvenlik politikaları dışında, uluslararası göçe ulusal düzlemde çok boyutlu bakan ve bu perspektifle çözüm arayan iyi örnekler var mı?
Maalesef benim bildiğim böyle bir örnek yok. Siyasî konjonktür gereği ve kutuplaşmalardan ötürü, Türkiye göçmenlerle uyum konusunda sessiz ve derinden çalışan ülkelerden birisi. İktidar tüm medyayı ve sağcı provokasyonu büyük ölçüde kontrol edebildiği için normalde göçmen sayıları ve ekonomik olarak bu durumdaki bir ülkeden bekleyeceğimiz türden bir düşmanlık baskılanıyor. Bu bir şans ve Suriye ile ilgili dış politikanın bir anlamda göçmenler ile mahsup edilmesi gibi bir şey.
Devlet politikalarından bağımsız olarak, göçün hedef ülke ve göç edenler için de yeni bir durum, hatta yeni toplumsal yapılanmalar –sözgelimi gettolaşma-- yarattığını kabul edersek, 2010 veya 2015’ten bu yana devam eden bu büyük dalgaların, Avrupa’da –ve belki Türkiye’de– nasıl sonuçlar doğuracağını öngörebiliriz?
Göç seçici bir süreç olduğu gibi sosyal ağların da çok önemli olduğu bir süreç. Göç edenler genel olarak kendilerine benzeyenlerin olduğu yerlere yöneliyorlar. Bunun bir nedeni, yukarda bahsettiğimiz göç kültürü, diğer nedeni ise aynı yerde olmanın verdiği güvenlik duygusu. Bu ikisinin sonucu olarak da yerleşilen yerlerde göçmen mahalleleri ve gettolar oluşabiliyor. Gettolar ekonomik olarak çok dar ve kıt yerler; daha yaygın olarak gördüğümüz, İngilizce “enclave” dediğimiz göçmen mahalleleri. Bunlar kendi içinde az çok yeterli bir ekonomik, sosyal ve kültürel hayat yaratan ayrışma örnekleri. Bunu hem uluslararası hem iç göç örneklerinde sıklıkla görüyoruz. Bu tarz ayrışmalar kriz dönemlerinde göçmenlerin daha kolay hedef gösterilmesine yol açarken, göçmenler açısından da bir anlamda “yumuşak iniş” diyebileceğimiz imkânlar sunuyor.
Tabii, bir yandan da 2017’den bu yana ülkesine dönen özellikle Suriyeli göçmen ve mültecilerin sayısında da artış var…
Geri dönme meselesi de karmaşık. Göç edenlerin önemli bir kısmı geri dönmez. Bu, Almanya’daki Türkiyeliler için de Amerika’daki Meksikalılar için de böyle. Kısmen hayatın akışıyla ilgili bir durum, kısmen göç kültürü ile ilgili, kısmen de geride bırakılan yerlerde çok az iyileşme olmasıyla ilgili. Suriye’deki savaşın olumsuz etkilerinin yani güvensizlik ortamının tamamen ortadan kalkması için kaç yıl gerek bilemiyorum ama bu 10 yıl, 20 yıl değil, daha fazla. Ama hepsi değilse bile, göçmenlerin önemli bir kısmı geri dönmeyi düşünür, hayal kurar ve bu konuda kafa yorar. Bunun nedeni de çoğu zaman göç edilen ülkede karşılaşılan güçlükler ve çatışmalardır. Türkiye’nin de cennet olmayan hâllerini düşündüğünüzde, Suriyeli göçmenlerin alternatiflere bakması olağan.
Sığınmacı, başvurucu, misafir, göçmen, düzensiz göçmen, düzenli göçmen, mülteci… Göçün giderek karmaşıklaşmasıyla birlikte, bilhassa göçmen ile mülteci arasındaki ayrımın da hayli bulanıklaştığı, konuyla ilgili kurumsal ayrımların ve hukukî statülerin günümüzün gerçeklerini karşılamada yetersiz kaldığı yönünde görüşler var. Sizce, değişen toplumlarımızda, göçmen ve mülteci gibi kavramları yeniden gözden geçirmek, hukukî düzenlemeleri buna göre yeniden elden geçirmek gerekiyor mu?
Bu ayrımların yapay olduğunu ve pek yardımcı olmadığını yıllardır söylüyoruz ve yazıyoruz. Bu ayrımlar idari ayrımlar ve göçün nedenlerine dair ve çözümlere dair bize katkısı yok. Göç hukukunun eşit vatandaşlık hukuku üzerinden yenilenmesi gerekli. Yani her ülke diğer ülkelerin vatandaşlarını eşit biçimde korursa, bugün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmını aşarız. Sorunların bir kısmı, göç eden başka ülke vatandaşına ikinci sınıf muamele yapmaktan kaynaklanıyor. Göç akınlarının karşılıklı incelendiğinde hacim açısından farklı olması bu muamelenin nedenlerinden biri. Ancak pek çok göç koridorunda bu durum ortadan kalkmış durumda. Örneğin, AB ülkeleri arasındaki göçler. Ama göçmen karşıtı ve ulusalcı söylemler güçlü olduğu için sorun çıkıyor. İngiltere AB’den ayrılmaya kalkıyor, nerdeyse sırf bu yüzden.
Siz, New York Mülteci ve Göçmenler Deklarasyonu, Güvenli, Sistemli, Düzenli Göç İçin Küresel Mutabakat ve BM Küresel Mülteci Mutabakatı gibi yakın zamanlı uluslarüstü çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sözgelimi, mutabakat, hem “hayatların kurtarılması” hem de “uluslararası göç bağlamında insan ticaretinin önlenmesi, ortadan kaldırılması ve insan ticaretiyle mücadele edilmesi” gibi birbiriyle “çelişen” hedefler içerdiği için, üstelik devletler açısından bağlayıcı olmadığı için çokça eleştirildi…
Bunların hepsinde yukarda bahsettiğim neoliberal yaklaşım hâkim. Göç edilen ülkeye odaklı projeler. Bu yüzden de başarısız olmaya mahkûm. Mutlaka faydası olacaktır. İyileştirmeler olacaktır. Ama çok sorunlu projeler. Öncelikle BM eşitsiz ilişkilerle malûl. O yüzden tamamen bağlayıcı olamaz. Ama asıl mesele, dünya genelindeki eşitsizlikleri giderme yönünde bir anlayışın yokluğu.
Bu anlayış, sözgelimi BM Mülteci Örgütü’nde var mı? Örgüt de “mülteci” kavramının kapsamını genişletmeye hiç yanaşmadığı için, uluslararası ilişkilerde “aşırı ihtiyatlı” davrandığı için çokça eleştiriliyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Mülteci kavramı, çok özel bir zamanda özel bir nüfus grubu için çıkmış bir kavram. İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Bloku’ndan kaçıp “özgürleşecek” bireyler için kurulmuş bir düzen ve bugünkü gibi kitlesel ve çeşitli grupların hareketleri karşısında sarsılıyor. Türkiye hâlâ Avrupa dışından gelenlere resmen mülteci demiyor. Bunlar anlamsız detaylar ve çatışmalar. Tarifi değiştirirse, daha kötü bir tarif geleceğinden korkarım.
Pew Araştırma Merkezi’nin 2016’da 10 Avrupa ülkesinde yaptığı araştırmaya göre; Avrupalıların çoğu, mültecilerin gelmesiyle ülkelerinde terör olasılığının artacağını (Macaristan: %76, Almanya: %61, İsveç %57 vs.); Irak ve Suriye’den gelecek mültecilerin büyük tehdit oluşturacağını (Polonya: %63, İtalya: %65, Fransa: %45 vs.) vs. düşünüyor. Beri yandan, zenofobi, milliyetçilik, göçmen karşıtı ırkçı politikaların ve popülizmin yükselişini görüyoruz. Göç ve popülizm, ırkçılık arasında, size göre, bir neden-sonuç ilişkisi var mı?
Maalesef bu, büyük oranda siyasî ve medyada hâkim olan söylemlerin sonucu. Çünkü her gün tekil olanı öne çıkardıkça, normal olanın, yaygın olanın ne olduğu unutuluyor. “Terör” lafı da her şey için kullanılınca, ortaya bu durum çıkıyor. Bunların hepsi popülizmi besliyor tabii ki. Bu araştırmalarda da etik olmayan yanlar var. Gazete çıkarma mantığıyla sürekli anketler yapılıp sonuçlar yayınlanıyor. Genel olan, yaygın olan nedir, bunu göremiyorsunuz.
Türkiye’ye gelelim… T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde, “Geçmişte göçte kaynak ve transit ülke konumunda olan Türkiye, gelişen ekonomisi ve yaşam koşulları ile birlikte, son yıllarda aynı zamanda hedef ülke haline gelmiştir” yollu beylik bir ibare var. Türkiye’nin böyle çok kısa bir sürede uluslararası göç bağlamında kaynak ve transit ülkeden, aynı zamanda hedef ülke hâline gelmesini nelere bağlamak lazım, sizin yorumunuz nedir?
Türkiye ekonomik, siyasî ve kültürel olarak dünyanın pek çok ülkesinden iyi durumda. İçerde olunca öyle hissedilmediğini biliyorum ama Burkina Faso’dan bakınca, durum başka. Ama bu bahsettiğiniz ibare, Türkiye’nin hâlâ kendi göç deneyimine ne kadar yabancı olduğunu da yansıtıyor. Yıllardır yazıp çiziyoruz. Türkiye çok uzun süredir zaten bir kaynak, transit ve hedef ülkeydi. Ankara’da neden İran mahallesi var? Mübadillere ne oldu? Bulgaristan göçmenleri nereye gitti? Tarihsel olarak da modern Türkiye de hep göç aldı ve verdi. Bunları olmamış varsayarsak, o zaman son beş yılda göç ülkesi olmuş olabiliriz.
Türkiye’de, başta Suriyeliler olmak üzere, göçmen, misafir, sığınmacıların statülerini, durumlarını ve toplumun tepkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok kısa söyleyeyim. Türkiye bir hoşgörü toplumu değil. Hoşgörü sadece lafta. Araplara ve başkalarına karşı aşağılayıcı ne kadar ifade var Türkçede düşünürsek, bunun yanıtını da görürüz. Ama her şeye karşın, Suriyeliler Türkiyelilere akraba bir grup ve 20 yıl sonra bu konuştuklarımızın pek çoğunu unutacağız. Onların önemli bir kısmı, Türkiye’deki Arapça konuşan hısım ve akrabalarının, arkadaşlarının yanına geldi. Yani durumları, trenlere dolup Orta Anadolu’dan Münih’e gidenlerden farklı. O yüzden, daha kolay bir harmanlanma olacaktır.
BM Özel Raportörü Agnes Callamard’a göre, göç küresel ölçekte “suçluluk”la neredeyse doğrudan bağlantılı kabul ediliyor. Genel olarak, toplumlarda, Türkiye hariç değil, göç ve iltica konularını çevreleyen toksik atmosferi nasıl saf dışı bırakabiliriz?
İstatistikleri ve kayıtları paylaşarak başlayabiliriz. Çünkü göçmenler statüleri gereği ve bununla ilgili kaygılardan dolayı genel olarak suçtan uzak dururlar ve suç oranları da daha düşüktür. Bu suç ve göç ilişkisinin gerçekte bir karşılığı yok. Türkiye dâhil pek çok ülkede kayıtlar, göçmenler arasında suç oranının yerleşik nüfuslara göre daha düşük olduğunu gösteriyor. Bunların daha çok haber edilmesi ve bu boyutun altı çizilerek paylaşılması gerekli.