İlhami Algör yeni tür bir felsefi roman yazıyor. Dünyası ikircikli. Soruları çok yerinde. Hepimizin sorularıyla bir roman sesi kurmuş, o sesi tekrar tekrar duymak istiyor insan...
23 Eylül 2015 15:00
Ben de iç sesleriyle sürekli cebelleşen, çok kişilikli birisi olduğum için, hikmetli söz sevdiğim için, ama kerametli konuşurken kendimle ve dünyayla dalga geçmek de hoşuma gittiği için, hepimiz ironi çağı çocukları olduğumuz için, İlhami Algör’ün yeni romanı İkircikli Biricik’i çok beğendim, keyifle okudum.
İnsanda bağımlılık yaratan bir anlatımı var. Dili bir performans olarak kullanıyor Algör.
Stand-up komedyen mi dinliyoruz, mizah duygusu güçlü bir ermişten el mi alıyoruz, modern yalnızlığın bir guru’sundan inciler mi derliyoruz, birisi keskin bir politik “rap” gösterisi mi yapıyor? Hepsi bir arada.
Kahkahayla gülerken iğne batırılmış gibi içim cız ederek okudum.
Tam anlamıyla iskelet bir kurgu, münzevi bir adam, arada ziyaret ettiği annesi, birisi ovada diğeri dağ yamacında, büyüdüğü iki esrarengiz Anadolu köyü, Erzincan’a Yerzinga diyor, galiba Alevi, babasının cenazesi bir cemevinden kaldırılıyor; Kürt de olabilir, çünkü aile arasında Kürtçe kelimeler kullanılıyor; İstanbul’da kendisi kadar çapraşık bir bekâr dairesi var, havada kalan aşklar var, kader gibi yaşanan bir yalnızlık var, arabesk- lirik bir durum.
Bu anlatıcıyı daha önce okuduğum Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku romanından tanıyorum. Yazarın alter-ego’su; Proust’un Marcel’inden çok farklı değil, o da ikircikli bir münzevidir. İlhami Algör takma bir isim mi diye de düşündüğüm oldu, yazarın adında bile esprili çağrışımlar buluyor insan.
Ağını her seferinde daha uzak, daha uçuk düşünce denizlerine attığı zihninde, dil avcılığında, bulaşıcı bir yan var.
Müzeyyen’i okurken önce biraz tavır yaptım; bu sokak dilini, bu argolu bitirim sesini, bu kalender, serdengeçti anlatıcı kimliğini daha önce de gördük, daha iyisini okuduk diye bir sıkıntıya izin verdim, fakat bu yeni romanı okuyunca sıkıntım gitti, alıştım, kabullendim, orijinal bulmaya başladım, yeniliği beni sardı, yazarın bakışını, bakıştaki uçurumları, ip cambazı gibi gerilmiş tel üzerinde giden iskelet kurguyu, minimalist tavrı benimsedim.
Bu yazıyı da onun için İlhami Algör tarzında, biraz onun edasıyla yazıyorum, dikkat ederseniz. Etrafında kült oluşmuş bir yazardan söz ediyoruz yanılmıyorsam. Keşfedince hayret edilen, okudukça alışkanlık yapan cinsten. Yarattığı müzmin yalnız kahramandan çok farklı birisi de olabilir gerçekteki yazar, olasılıklar sonsuz. Sırada okuyacağım iki kitabı daha var. İlk defa kült üyesi oluyorum.
İsimsiz kahramanın melankolisi de bana akraba. Kendi iç gecesinde dolaşan bir şehir gezgini bu. Kitaptaki kişilerin hiçbirinin gerçek isimleri yok, anlatıcı onlara ilginç isimler takıyor: Saçı Rüzgârlı, Zerbal Baba, Yüzü Işıklı; bir de, sadece “üç bacak” veya “zilli” diye bildiğimiz bir kedi var ve “adı lazım değil” bir sürü başka karakter.
İlhami Algör, tıpkı Sait Faik gibi, rastlantılardan ve olasılıklardan kurgu çıkartan bir yazar; şu sokağa sapsak ne olur mesela, sapmaya da bilirdik. Ece Ayhan gibi sentaks kırmayı seviyor (Lale Müldür kulakların çınlasın.) Bir yandan da belli bir kabadayılık sergiliyor, bazı ağır abilerle hesaplaşıyor.
Salinger gibi duygusallıkla ironiyi karşı karşıya koymuş, Proust kadar duyarlı ve ikircikli ama Hemingway kadar da kanlı canlı olabilen, ilginç bir yazar keşfetmiş oldum. Mutluyum.
Konu bu mu? Olabilir de. Belki henüz değil.
İşte size tipik bir İlhami Algör oyunu daha. Ezberbozan bir yazar. Önce yadırgadım, bu kesintiler sinirime dokundu, beklentilerimin karşılanmaması, alışkanlıklarımın bozulması, önyargılarımın yüzüme vurulması, bütün bu şüphe dünyası beni rahatsız etti, ama bırakamadım, giderek sevmeye başladım ve sonunda ben de oyuna katıldım. Oyuna katılınca da İlhami Algör okuru oluyorsunuz zaten.
İkircikli Biricik’in kahramanı, benim gibi, deftersiz dolaşmayan birisi. O da benim gibi– ya da ben de onun gibi- çayı önce ıslatıp süzüyoruz, nemlendirdikten sonra demliyoruz. Belki bu ilginç benzerlikler, onunla aramdaki büyük farkları aşmama yardımcı oldu.
İlişki sürdüremeyecek kadar şüpheci birisi bu. En çok da kendisinden şüphe ediyor. “Köprücük kemikleri belirgin” bir kadını sevmiş, ayrılmışlar, hâlâ ikircikli bir haberleşme sürüyor aralarında, romanın her yerinde bu ayrılığın burukluğu var. Çevirmen ve yayıncı. Göçmenlere, sürgünlere, mübadillere meraklı, böyle bir çeviri hatıratı yayına hazırlıyor, tarihle ilgileniyor. Kendi ailesi de sürgün yaşamış.
İçinde kahramanı olduğu kitabı dış dünyada, vapurda okumakta olan bir kadına rastlaması hoşuma gitti. Okuduğumuz kitabın kahramanı, o kitabı, bir başkasının elinde görüp merak ediyor, izin alıp göz atıyor; hatta aynı böyle bir rastlantıyla tanışan bir kadınla bir erkeğin hikâyesini hayal ediyor, sonunda “köprücük kemikleri belirgin” kadınla da böyle tanıştıkları olasılığı beliriyor.
İnsan kendisi sandığı kişiden başka biri olabilir mi, gibi sorularla kafası meşgul; romanın sonunda gerçekten de bir başkası olup vapurda bu sefer kendisine rastlıyor.
İlhami Algör böyle derinlikli kurgulara meraklı. Fransızlar “mise-en-abime” der, “uçurum kurgusu” diye de çevirebiliriz bunu, yahut ayna etkisi.
Müzeyyen romanındaki kahraman film montajcısıydı, sinema sahneleriyle ve şarkılarla düşünüyordu. O da bir kadını, Müzeyyen’i seviyordu, kendisine benzer bir adam hakkında hikâye yazıyordu ama hikâye iyi giderken bir yerinde “çıt” ediyordu.
Bu seferki kahramanımız daha durulmuş sanki. Biraz daha içine kapanık. Şehir gezgini, hayatı ve şehri gözlemliyor. Kendisini sorguluyor. Bir babayı toprağa veriyor. Aile ağrısı, varoluş ağrısı çekiyor. Annesi ona “Hep kendin için yaşadın, biraz da bizim için yaşa” diye sitem ediyor.
Sarsıntı büyük, ama dengesi yerinde, hayata tutunacak, onu hissediyoruz. Boğaz’da “Baudelaire” adında bir gemi görmesinden anlıyoruz bunu. “Henüz cevapsız sorular” çanağı var bu kahramanın. “İnsanlığı temsilen uzaylılara gönderilecek şeyler” listesi tutuyor. Sokağı iyi tanıyor. İç dünyası zengin. Tarihle hesaplaşıyor, zamana çizgisel bakmıyor, bakışında geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe.
İlhami Algör bizi böyle ip cambazı gibi kurgular üzerinden zihinsel ve ruhsal bir labirentte gezdiriyor; sokakları, semtleri aynı İstanbul’a benzeyen bir şehirde dolaşıyoruz.
Peki, yazarın ikide bir sorduğu soruyu biz de soralım: Konu nedir? Bir romanın ille de geleneksel anlamda bir konusu olması gerekmediğini hatırlatıyor bize İlhami Algör. Yaşamın ve dünyanın her katmanından çizgilerin bir insanın zihninde kesişmesinden yeterince roman kurgusu çıkabileceğini gösteriyor. Sonuçta konu, felsefe. Hayat nedir, sorusuna cevap çeşitlemeleri. Mutluluk nedir, aşk nedir, güzellik nedir, aile nedir? Bu ülke neden böyledir? Tarih nedir?
Aklınızdan geçen bütün sorular bu romanda. Çünkü bu romanın kahramanı– ve yazarı– tıpkı sizin gibi hayatın akıntılarına kapılmış sürüklenen birisi, sizin aklınıza gelen her soru onun da aklına geliyor.
Sadece, soruları sorma tarzı çok hünerli. Düşündüğü her cevabı, bir başka olasılıkla tartıp dengeliyor. Bunu çok keyifli bir mizahla yapıyor. Acıdan zevk çıkartmakta usta. Kendisiyle alay edebiliyor. İç sesi dürüst. Bir insanın yapabileceği ölçüde yalansız bakıyor kendine. Bir sokak filozofu.
Sonunda böyle bir cevap buldum ben de. İlhami Algör yeni tür bir felsefi roman yazıyor. Dünyası ikircikli. Soruları çok yerinde. Hepimizin sorularıyla bir roman sesi kurmuş, o sesi tekrar tekrar duymak istiyor insan.
Ben oldum olası, hayat nedir, sorusuna cevap olarak, alışkanlık yaratan bir performans endişesi, demişimdir; şimdi, o performansın usta bir aktörü var karşımızda. “Allah, Hızır ve Odin’e şükür” diyen bir aktör bu. Hicvindeki zeka aydınlatıcı. Mizahındaki tazelik, yeni doğmuş bir bebeğe bakar gibi gülümsetiyor insanı.
İlhami Algör'ün K24'e verdiği söyleşiyi okumak için tıklayın...