Perihan Mağden: Romanla benim aramda kötü bir kan var. Yazarken çok çile çekiyorum. Çektiğim çileye değer mi diye düşünüyorum. Görüyorsun, hiç eleştiri bile çıkmayan bir dilde yazıyorum...
23 Eylül 2015 15:00
Perihan Mağden, romanlarıyla Türkiye edebiyatında kendine has ve bana kalırsa siyasi kimliğinin gölgesinde kalan bir yer edindi. Mağden yapıtlarıyla neye ulaşmayı hedefliyor? Kendini edebiyatta bir geleneğin devamı olarak görüyor mu? Neden “hezimet duyuyor?” Mağden ile edebiyatı, edebiyatının görmezden gelinmesi, edebiyat dünyasındaki ahbap- çavuş ilişkileri, yayıncılığın sefaleti, şiddet ve, evet, Türkiye siyasetinde geldiğimiz nokta ve Kasım seçimlerinden beklentileri üzerine konuştuk. Söz, Perihan Mağden’de...
Perihan Mağden üzerine yazılan yazılar siyasi kimliğinizle ve “köşeciliğinizle” ilgili. Edebiyatınıza dair yazılar da ekseri dilinizi temel alıyor ve hemen hepsi aynı argümanları yineliyor, birbirinin tekrarı niteliğinde. Edebiyatınız sanki hiç yok. Bir söyleşimizde “siyasi hayvan olmaktan gına geldi(ğini)” söylemiştiniz. Bu durumun da sizi sınırlandırıcı bir etkisi var mıdır?
Var. Bir kere, ben bu açıdan çok çok müştekiydim ve çok kalbim kırıktı ama gençken. 91 yılında Haberci Çocuk Cinayetleri çıktı, 94 yılında Refakatçi çıktı. Neredeyse sıfır yazı çıktı. Dönemin ünlü bir eleştirmeni vardı, o bir yazı yazsın diye hasretle bekledim. Hatta dayamadım, heyecanlar içinde arayıp dedim ki “Haberci Çocuk Cinayetleri’ni çok beğendiğinizi duydum, Refakatçi için ne düşündünüz acaba?” “Ben bir atımlık kurşun musunuz diye merak ediyordum. Oysa Refakatçi’ye hayran kaldım” dedi ama yazmadı. O sırada da kendi kız arkadaşı diyebileceğim korkunç bir yazarın her kitabına üç tane methiye düzdü. Çok ahbap- çavuş ilişkileri var. Üniversitelerde de oturmuş kadrolar var, test edilmiş- onaylanmış. Herkes Don Kişot üzerine tez yazıyor. Gelseler gelseler gelseler en iyileri Oğuz Atay’la Orhan Pamuk üzerine yazabiliyorlar. Ondan fazla da bir menzilleri yok. Değil bana, Sabahattin Ali’yle Yusuf Atılgan’a bile gelmediler. O zaman bundan dolayı müthiş kalbim kırıktı.
Evet…
Düşün; uzayın sonsuzluğuna iki tane eser atıyorsun. Hani birisi de kalkar iki satır yazar diye insan hakikaten ümit ediyor. Ben Refakatçi de çıkıp bu korkunç sağır dilsiz, “Seni görmedim, umurumda da değilsin” tutumu olunca, Amerika’da yazarlar çiftliği diyeceğim Artists’ Colony var, Yaddo; Sylvia Plath, Ted Hughes, Carson McCullers gibi büyük yazarların kaldığı yer. Yaddo’ya müracaat ettim ve Haberci Çocuk Cinayetleri’nden kısa bir hikâyeyle kabul edildim. Tamamen bileğimin gücüyle. Çünkü yabancı kontenjanı yok, sadece Amerikalı ve en önemli yazarları alıyorlar. Edebiyatıma dair ilk tasdik ve onayı Amerika’dan aldım, düşünsene. Sonra işin içine siyasi kimliğim ve köşe yazarlığım girdi. Köşe yazarlığıyla şöhret gelince, o şöhretin zirvesindeyken, mesela Kemalistlerin bu kadar karşısında olduğum gibi sırlar ortaya çıkmadan, Radikal’de herkesin en beğendiği kadın komedyen olduğum dönemde İki Genç Kızın Romanı gelmiş geçmiş en çok satan romanım oldu.
Üzerine çokça yazıldı da…
Yok, edebî eleştiri yine yok. Zannetme ki çok yazıldı. Yazılmadı. Benim edebiyatım üzerine hiçbir zaman doğru dürüst bir eleştiri yazılmadı. Jale Parla’nın Sibel Irzık’la birlikte derlediği Kadın Dile Düşünce kitabında, Jale Parla’nın Haberci Çocuk Cinayetleri ve Refakatçi üzerine birkaç paragrafı var; o paragraflar çok derin ve güzel. Ona çok sevindim, iftihar ettim; onore oldum demeyeceğim, çünkü artık kitaplarıma yabancılaştım. Yazdıktan sonra kitaplarıma yabancılaşıyorum, hatırlamıyorum bile konularını. Edebî kariyerimi yok sayma var, görmezden gelme var. Ve ben bunu son derece içselleştirdim, kabullendim, aldırış etmeme noktasına hakikaten geldim. Bir dönem çok üzülürsem çünkü, aşk hikâyesi gibi, sonra lanet olsun böyle aşkın ıstırabına gibi oluyorsun. Kapanıyorsun ve geri dönüp bakmıyorsun.
Tamer Kütükçü, Kadın Bedeni ve Cinselliğin Temsili başlıklı kitabında “Üçüncü kuşak kadın yazarlar, kadın yazar olma noktasında toplumsal belleği şekillendirici her türlü ideolojik söylemden olabildiğince izole olmaya çalışarak öncelikle kendi kadın varoluşlarını yazmayı elzem gördüler” diyor. Türkiye edebiyatında üçüncü kuşak kadın yazarlar arasında Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Peride Celâl, Ayfer Tunç gibi pek çok isimle birlikte siz de sayılıyorsunuz. Kütükçü’nün yorumu, sizin edebiyatınızı tarif ediyor mu?
O kuşağa dâhil ediliyorum ama bu yorum beni hiç içermiyor. Çünkü ben kadın varoluşum üzerine hiç kitap yazmadığımı düşünüyorum. Özellikle yazmaya başladığımda buna karşı bir reaksiyon içindeydim bence. Türkiye’deki kadın edebiyatını o kadar dışavurumcu ve banal buluyordum ki, Haberci Çocuk Cinayetleri’nde kahramanın cinsiyeti bile yoktur. Refakatçi’de de yok ama iyi kötü sonunda kadın olduğunu anlamak zorunda kalıyoruz. Benim kitaplarım biyografik değil bence. Bu beni özellikle çok çok rahatsız edecek bir şey.
Bir söyleşinizde kitaplarınız için “spiritüel düzeyde otobiyografiktir” demiştiniz. Aradaki fark ne?
Hayatımı teşhir etmek istemiyorum bence. Kendi yaşadıklarımı sonradan unutuyorum ve hiç düşünmüyorum. Çok acayip popüler kültür olaylarını hatırlıyorum ama kendi özel geçmişimden bir sürü şeyi unutuyorum. Çok büyük yaşadığım şeyler de hoşuma gitmediği için yazmıyorum. Onun için de belki stilize ederek ve tiyatro sahnesi gibi, başka setting’lere koyarak aslında içsel bir biyografi, otobiyografi, annemi, kendimi, kızımı, anneliğimi, benim annemle olan ilişkimi mutlaka yazıyorum. Evet, psikolojik olarak çok derinlerde biyografik bir yan var ama sosyolojik olarak tamamen kendi geçmişimden ari şeyler yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Canım acımasın diye de herhalde.
Edebiyatınızın başlangıcında isimler yok, cinsiyetler yok. Sonra, “Hiper- realist Türk romanı yazacağım diye” yola çıktığınızı söylediğiniz İki Genç Kızın Romanı’yla edebiyatınıza isimler giriyor. Mekân, zaman belirginleşiyor ama yine bir nebze silik kalıyor. Bu mekânsızlık, zamansızlık, hatta isimsizlik, cinsiyetsizlikle hedeflediğiniz neydi?
Bu bence Türkiye’den, Türkiyelilikten ve Türk kadın yazar kimliğinden kaçış. 80’lerde çok sıkıcı, dışavurumcu, banal dediğim kadın yazımı ve daha sonra 90’larda çok bestsellercı bir yazım çıktı ortaya. Bana hitap eden bir kadın yazar da çıkmadı belli bir yıldan sonra. Herhalde böyle çıkmayan bir şeyin bir parçası olmak istemiyorsun. Mevcut, banal ve bestsellercı diye tasvir ettiğim ortamın içinde olmak istemiyorsun. Türkiye’de de değildim o zaman; onu da düşünmek lazım. Robert Koleji’ni bitirdim, bir tepe; sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne geçtim, bir başka tepe. Boğaziçi’ni bitirdikten sonra Asya’ya gittim ve üç yıl dolaştım. Döndüm, yine çıkıp Amerika’ya gittim, Japonya’ya gittim, zırttır pırttır, Haberci Çocuk Cinayetleri’ni yaptım. Ve 80’lere kadar çok ciddi bir siyasi hayatım da vardı. 12 Eylül’le birlikte, henüz 20 yaşındayken çok ciddi bir darbe alıyorsun ve ülkendeki bütün siyasi ortam altüst oluyor. Ben 30’larımda ilk romanımı yazdığımda, Türkiyeliliğe dair, buralı olmaya dair, Türk kadın edebiyatının bir parçası olmaya dair çok alerjik bir reaksiyon içindeydim. İlk iki kitap onun da yansıması bence. Herhangi bir Macar yazar, İsveçli bir yazar, herkes yazabilirmiş gibi yazmak istedim. Öyle de hissediyordum.
Sonraları, zannediyorum 2000’lerin ortasında verdiğiniz bir söyleşide “Sınırlara hapsedilebilen dertlerle hiç ilgilenmedim” diyorsunuz. Türkiyelilikten kaçış çabasının sadece ilk iki romanınızla sınırlı olmadığını, sonraki kitaplarda da devam ettiğini söyleyebilir miyiz?
Devam ediyor. Çok lokal olan şeyler beni aşırı sıkıyor; sosyal antropoloji okuyorum gibi geliyor. Ben öyle bir kitabı okumaktan çok sıkılıyorum. Sen bir yazar olarak kendini sıkmayacak bir kitabı yazmaya çalışıyorsun. İnsanın edebî zevki kendi yazdığı şeyleri belirliyor, bunu unutmamak lazım. Mesela İki Genç Kızın Romanı’nda Behiye, Handan, Leman var; roman Petrol Sitesi’nde, Beyazıt’ın arka sokaklarında geçiyor ama o hakikaten Budapeşte’de, Moskova’da, Londra’da, Brooklyn’de, New Hampshire’da, her yerde geçebilir. Ama bunu “Ah, böyle geçsin” diye yapmıyorum; bu toplumda sonuç olarak köy edebiyatı yazacak hâlim yok. Köyde yaşamıyorum. Varoşu öttürecek hâlim yok, varoşu bilmiyorum.
Bunu deneyen yazarlar var…
E ama görüyorsun mahsulleri… Çok da yapmacık buluyorum. Ayrıca beni hiç ilgilendirmiyor. Mesela National Geographic koysan şuraya ve beni hapse atsan, artık belki bir ayın sonunda duvarlara yazacağım bir şey kalmadığında mecburen o dergiye bakarım. Aşırı sıkılıyorum öyle şeylerden. Fotoğraf bakmayı, seyahat anısı okumayı, Orta Asya’daki Kırgız Türkleri ne içiyor gibi şeyleri aşırı aşırı sıkıcı buluyorum. Ama orada bir cinayet işlenirse ve o Kırgız Türk’ü üzerine bir belgesel yapılırsa, ağzımın suyu akarak izlerim. O çünkü hepimizi ilgilendiren bir sorun hâline geliyor. Ama böyle antropolojik değerler üzerine kurulu bir edebiyatı çok çok çok demode ve korkunç buluyorum.
Cinayet neden hepimizi ilgilendiren bir sorun hâline geliyor?
Cinayet ve intihar benim kitaplarıma çok penetrate ediyor. Çünkü cinayetin ve intiharın insana dair en üst hakikat ânı olduğunu düşünüyorum. İnsan olarak içimizdeki en derin hâl, kuyunun en dibindeki hakikat. Ve hepimizin içinde bir katil var. Hepimizin içinde intihara meyilli birisi aslında sinsi sinsi yaşıyor. Bir de ben edebiyatı giderek giderek çok yetersiz ve yapmacık bulmaya başladım; Gönülçelen’de Holden Caulfield her şeyi “phony” bulur ya… O kadar farbelalı, artistik patinajlı, sayfalar sayfalar sayfalarca adam kendini tatmin ediyor. Bu yazarları okumaya tahammül edemiyorum çünkü hiçbiri zaten Dostoyevski’den iyi değil. Hiçbiri Joseph Conrad’dan daha iyi değil. Kesinlikle. O zaman ben bu adamın sayıklamasını neden okuyayım? Jonathan Franzen, Jonathan Franzen diyorlar, çok iyiymiş. Okumadım. Okumama imkân da yok. Çok çok iyi ve has bir edebiyat yapılmış; bitmiş. Dönüp dönüp onları dua eder gibi okuyabiliriz. Moby Dick’ten daha iyi yazılmış bir kitap okumadım ben ömrümde. Okumamın da imkânı olduğunu zannetmiyorum. Franzen’ın Corrections’ını okuyacağıma döner Moby Dick’i bir daha okurum.
Bir yazarın bunları söylemesi çok ironik değil mi?
Ama ben zaten zorla, çok mecbur kalınca edebiyat yapıyorum. Kitaplarımı yazıyor ve “Okuyun, okuyun” diye çırpınıyor da değilim. Bir kitabı çok zorunda kalırsam ve aşırı kaşınırsam yazıyorum. Yaptığımın şu an Türkiye’de yapılandan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ama hiçbir zaman Dostoyevski’nin eline su dökemeyeceğim de aşikâr. Ama Jonathan Franzen da dökmeyecek. Bunu teselli olmak için söylemiyorum; objektivite adına, kendi edebî zevkim üzerinden söylüyorum. Peki, şu an bir sürü klasik müzik bestecisi var, Bach’ın eline su dökebilirler mi? Tanrı yazarlar var, gelmiş ve geçmiş, bir daha gelmeyecek bunlar.
Romanlarınız arasında uzun yıllar var. Bu kadar iyiyseniz, neden daha fazla yazmıyorsunuz?
Hayır olsun diye mi yazayım? Hayır, çok psikolojik romanlarım. Romanla benim aramda kötü bir kan var. Çok çile çekiyorum. Çektiğim çileye değer mi diye düşünüyorum. Görüyorsun, hiç eleştiri bile çıkmayan bir dilde yazıyorum. Çektiğim çileye değer mi kafası.
Romanlar başka dillere çevriliyor, üzerine nitelikli yazılar da çıkıyor. Bir şekilde adresine ulaşıyor romanlarınız…
Ulaşıyor, o tatmini de yaşıyorum aslında. 14- 15 dile çevrildi kitaplarım ve çok iyi yayınevlerinden, iyi çevirilerle çıktı. Birkaç ay önce Çin’de iki kitabım birden çıktı; şimdi Yıldız Yaralanması’nı da istiyorlar. İtalyancada iki kitabım çıktı; şimdi Ali ile Ramazan çıkıyor. Bu bir tatmin sağlıyor ama sonra onu da kanıksıyorsun. Ben şu geç yaşımda kendimle ilgili şunu tespit ettim: Ben artık zaferlerden ya da başarıdan hiç zevk almıyorum. Hiç umurum değil; kaydetmiyor bile cihazım. Ama hezimet duygusunu çok çok çok vahşi bir şiddetle yaşıyorum. Hezimet duygusuna karşı o kadar derim ince ki… “Grumpy old man” diye bir tabir var ya hani- huysuz yaşlı adam- hakikaten huysuzlaşmakla ilgili olabilir. Başarısızlığı hiç bünyen kabul etmiyor; sarsım sarsım sarsılıyorsun. Başarı da seni şu kadarcık etkiliyor. Belki bunların neticesinde de roman yazmak zoruma geliyordur, anlıyor musun? Şimdi dönüp bambaşka, mesela anahtarımı kaybettiğimde duyduğum duyguyu edebiyatıma uyarlayıp sana satıyor olabilirim ama…
Sık sık hezimet “duyuyor musunuz?”
Az duymak için kendimi müthiş korumaya aldım. İnsanlarla bile görüşmüyorum. Çünkü insanlarla görüşmek bile hezimet duygusuyla sonuçlanıyor. Banal bir laf ediyor, sen çirkin bir laf ediyorsun, onun ağırlığını taşıyorsun. Hemen hemen hiç sosyalleşmiyorum, hiçbir yere gitmiyorum. Bütün bunları böyle açıklayabiliyorum. Gençken iki içersin, bir rezil olursun. Zaten üstüne yeni yeni hezimetler geldiği için atabiliyorsun üzerinden. Metabolizman hızlı.
Psikolog ve kriminolog Anne Campbell Men, Women and Agression kitabında kadınların saldırıya başvurmasının hep bir “kontrol kaybı” neticesinde olduğunu, erkeklerin ise saldırı yoluyla “başkalarını kontrol altına alma” girişiminde olduklarını söylüyor. Edebiyatınızda şiddet önemli bir yerde duruyor, bu şiddetin hep bir kontrol kaybı olarak gerçekleştiğini söylesek, yanlış olur mu?
Biz Kimden Kaçıyorduk Anne’de şiddet tamamen kontrol kaybı. İki Genç Kızın Romanı’nda şiddet tam tasvir edilmiyor ama orada biraz daha planlanmış bir durum galiba.
Behiye’nin sürekli içinden geçen parçalama, yok etme isteğini düşünüyorum…
Evet ve tutuyor kendini. Yıldız Yaralanması’nda da öyle… Çok doğru. O zaman ben kadın tipi bir şiddet yaratıyorum. Belki, şimdi bak hemen sana bir tez çakacağım: Mesela Ejderha Dövmeli Kız bir adamın fantezisi. Mesela Nikita bir adamın fantezisi. Öyle kontrollü şiddet uygulayan kadın, mesela Bond kızları, bence sadece erkeklerin fantezisi olabilir. Çok doğru; kadınlar ancak çok büyük bir göz kararması anında şiddete başvuruyor. Yoksa kontrolü ele geçirmek amacıyla veya planlı hesaplı şiddete başvuran kadın elbette vardır ama çok çok azdır. Gerçekdışı ve sürreal bir durum, bir erkek fantezisi olarak edebiyatta veya sinemada karşımıza çıkıyor olamaz mı?
Fakat Ramazan’ın da fiziksel şiddete başvurduğu iki durum; Müdürbey’i hatırlaması ve “erkekliğine halel gelmesiyle,” yine bir kontrol kaybı olarak yaşanıyor…
Evet, tamam ama Ramazan benim. Ramazan sonuç olarak pis bir katil; bakarsan masum bir adamı evinde öldürdü. Ama onu gerekçelendirme ihtiyacı hissettim çünkü Ramazan’ı aşırı sevdim. Zaten Ali ile Ramazan’ı bu kadar sevmesem kitaplarını yazmam. Ama reaksiyoner bir cinayet işlettim Ramazan’a, haklısın. Çok daha psikolojik romanlar yazdığım için ve kendi içimden faydalandığım için soğukkanlı bir seri katil romanı yazacak hâlim de yok… Ben göz kararma anlarımı çok kontrol etmesi gereken bir insanım. Ben cinayet işleyebilecek bir insan olduğumu düşünüyorum. Ve içimdeki o insana işletiyorum zaten kitaplarımdaki cinayetleri.
Gerekçelendirme, mesela Biz Kimden Kaçıyorduk Anne’de de büyük yer kaplıyor…
Anne seri katil değil ki. Kaçıyorlar bir şeyden, belli ki kadın başka bir haltlar da işlemiş gençken. Kadın gözü karardığı anda yapıyor. Çocuk da rehin çocuk. Anne’nin işlediği cinayetlerde de ki çok vahşi birkaç şey yapıyor, hiçbirimiz nefretlik kadın diye düşünmüyoruz bence. Çünkü ben içimden geçen anları Anne’ye bindirirken herhalde kendi gerekçelendirmemi de yapıyorum. Bilmiyorum. Bak, bunları yazarken düşünmüyorum. Geriye dönük psikanalizimi yapmak gibi. Her şeyi hazırlayan yazar var; sosyolojik yazarlar her şeye minarenin kılıfını biçiyorlar. Ben öyle bir yazar değilim. Belki o yüzden de ağır geliyor yazmak.
Şiddet bir kontrol kaybı olarak yüzeye vursa da, karakterlerinizin hemen hepsinde keskin, her an patlamaya hazır bir öfke var. Neyin öfkesini taşıyorlar?
Günlük hayatın içindeki figürlere, küçük banalliklere... Herkesin içinde böyle bir öfke olduğunu düşünüyorum. Bunun ne kadar yüzeye yükselip yükselmediği o insanın hem geçmişiyle, geçmişte ne kadar yara aldığıyla ilgili hem otokontrolüyle ilgili. Ama beni zaten hayatta en çok ilgilendiren mevzu bu. O kontrol yittiği zaman nasıl ve neden yitiyor? Bütün insanlık dramı bu zaten. İnsanlık üzerine en ilgi çekici şey bu. Çiftleşme, aşk meşk beni çok çok sıkıyor. Mesela kimse aşk romanı yazarlarına gidip “Niye aşk romanı yazıyorsunuz?” diye sormuyor, ki ben bunu sormak isterim herkese: Vazgeçin artık sıkıldım…
Ama sizin karakterleriniz de hep aşkta veya bir başkasında “tamlığı” arıyor. Handan Behiye’yi “tam” ediyor mesela, Ali ile Ramazan “ancak Ali ile Ramazan olduklarında tam oluyorlar.” Hayatta veya kurmacada bir başkasında “tamlanmak” mümkün mü sizce?
Arzusu mümkün. Arzusu herkeste var. Ali ile Ramazan çok çok büyük bir aşk yaşamışlar, zaten biri ölünce öbürü kendini öldürüyorsa Romeo ve Juliet olarak görüyorum ben onları. Handan ile Behiye ise herhalde benim genç kadınken yaşadığım aşırı intense kadın arkadaşlığına son bir selam çakmaydı. Çünkü sonra öyle bir arkadaşlık da hayatımda kalmadı. Ama o yaşlarda çok büyük bir aşkla bağlısın kadın arkadaşına, çok yoğun bir arkadaşlık yaşıyorsun. Herhalde hayatımda mesela kadın arkadaşlık çok yoğun yaşadığım bir şey, bu daha da ileri giderse ne olur diye o kitabı yazıyorum. Anne- kız ilişkisi en patolojik ucuna kadar giderse ne olur diye Biz Kimden Kaçıyorduk Anne’yi yazıyorum. Ali ile Ramazan zaten çok ileri gitmiş bir vaka. Belki Yıldız Yaralanması’nda hayran ilişkisi nereye kadar gider ve kim yaralanır, hayran mı yıldız mı diye düşünüp yazıyorum. Bir ilişki modelini alıp, beni ilgilendiren bir şeyi alıp en ileri giderse ne olur diye herhalde onun romanını yazmaya çalışıyorum. Ama sen söyledin diye düşündüm bunları. Şimdi sistemimde dolaşan bir şey var: Tek ve kafayı çizmiş, tamamen delirmiş yalnız bir kadını yazacağım; o da herhalde şimdiki durumunun en ileri gitmiş hâlidir… Obsesif kompulsifim ya, bizim için sayılar da önemli. Yedi uğurlu sayı; altı romanım var. Bir tane daha yazayım, onda son hâlim olan deli yalnız bir kadını yazayım ve böylece bu işi bitireyim diye düşünüyorum. Ama yediyi yazınca sekiz çok uğurlu, hem sonsuzluğu andırıyor derim belki… Bilmiyorum. Ama her roman yazdığımda “Bu roman son” diyorum. Herhalde herkes kendi opus’unu yazmak istiyor. Bence romanda, romancılıkta olay bu. Bizim tarzımız romancıların meselesi son bir altın vuruşla gideyim kafası. Aslında kendini zevkten gebertecek kitabı yazmak istiyorsun. Hep onun peşindesin.
Karakterlerinizin öfkesinden nasibini alan bir kurum da üst sınıflar. Behiye’de, Ramazan’da, Refakatçi’de öyle. Hatta Anne’nin üst sınıftan olduğunu anladığımız Biz Kimden Kaçıyorduk Anne’de de öyle. Nedir bu üst sınıf öfkesinin kaynağı?
Böyle bir yanılgı içinde olduğunu düşünmüyorum ama şöyle düzelteyim; bence zaten üst sınıftan gelen bir insan üst sınıflara kin duyuyor. Alt sınıfların hayatı üst sınıflara özenmekle geçiyor. Marksist edebî gerçekçilikte yaşamıyoruz maalesef. Herkes Türkiye’de onu üyeliğe kabul etmek istemeyen kulübün üyesi olmaya çalışıyor. Türkiye’nin özeti bu. AK Parti’de de bunu gördüm ben. Mesela dinci gazetecilerde bunu çok gördüm; hepsi Ertuğrul Özkök olmak istiyor. Niçin seni kabul etmek istemeyen bir kulübün üyesi olmaya çalışıyorsun ki? Zaten bak, Engels fabrika sahibi, Marx bilmemne, Nâzım Hikmet bilmemne. Üst sınıfa nefretin üst sınıflar arasından çıkan bir şey olduğunu düşünüyorum. Herhalde. Ama ben alt sınıfla yaşasaydım, alt sınıftan olsaydım, alt sınıfa öfke duyacaktım. Amerikalı olsaydım Amerikalılara öfke duyacaktım. Türk olduğum için Türklere öfke duyuyorum. Ben çıktığım sınıfa öfke duyacak, geldiğim ülkenin vatandaşlarına öfke duyacak biriyim ve mantıklı olan budur. Bunun tersi milliyetçiliği yaratan şey değil mi? Ben şimdi kalkıp oturduğum yerde Kürtlere kin ve intikam ve öfke duysam, sakatlık böyle bir şey. Sen önce kendi odanı temizle, kendi odanla olan öfkeni hallet. Öbüründen milliyetçilik çıkıyor. Mesela alt sınıf durduk yerde hiç tanımadan etmeden Güneydoğu’daki adama öfke duyuyor.
Romanlarınızda çekirdek aile sadece İki Genç Kızın Romanı’nda geçiyor. Var olan aile parçacıklarının da hepsi işlevsiz. Bu bakımdan bir toplum alegorisi, politik bir söylem de içeriyor mu?
Anna Karenina nasıl başlıyor: Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Bir kere mutlu aileleri müthiş korkutucu ve bunaltıcı buluyorum. Bilmediğim bir unit. Annesi babası ayrılmış bir çocuğum, 10 yaşından itibaren tek bir anneyle büyüdüm. Bir eşimin dostumun evinde görsem, akraba örgüm yok. Ziyarete gittiğimde bile beni aşırı derecede müşteki eden, hiç alışık olmadığım bir şey. Fonksiyonel ve takır takır işleyen bir çekirdek aile varsa da, onları görmek bana nasip olmadı. Saklandı belki ben yoldan geçerken hepsi. Bence zaten mutlu bir aile de yok, mutlu toplum da yok, mutlu hayat da yok. Böyle bullshit’lerin üzerinden hayatların kurulması benim, biliyorsun, alerjik reaksiyon gösterdiğim bir şey. Ama o tarz “Mutlu bir aile vardı” diye başlayan masal bile yok. Hansel ile Gratel’in başına gelenleri düşün, Pamuk Prenses’in başına gelenleri düşün. Bütün masal aileleri işlevsiz. Bence gerçekçi olan ailenin zaten işlevsiz olması.
Anne- kız ilişkilerine de değinmek gerekiyor. Mevcut düzende, diyelim ki ataerkil toplumda, uyumlu bir anne- kız ilişkisi mümkün değil mi?
Eğer ilişkini daha yüzeysel veya normal aile normları içinde yaşıyorsan uyumlu olabilir. Ama bir şey yoğunlaştığında her zaman boku çıkar. Aşkta da böyle; orada insanın içindeki cinler ortaya çıkıyor herhalde. Annem öldükten sonra “Bütün romanlar tabii ki ve hep sana” diye bir ithaf yazdım. Sonuç olarak benim hayatımın merkezinde çok uzun yıllar, ölünceye kadar annem vardı. Tek bir anne tarafından büyütüldüm ve çok çok çok hastalıklı bir ilişkiydi. Bu hastalıktan kaçmamın imkânı yok ve bu benim. Bu hastalıklı ilişkilerin gidebileceği en uç boyut ya da çeşitlemeleri, kendi annemi mesela üçe bölüp İki Genç Kızın Romanı’ndaki annelere dağıtmışımdır. O benim hayatımın zaten çadır direği. Onun üstesinden gelmek ancak bir hayat alır. Hayatımın sonuna kadar sadece o meseleyle meşgul olacağımı düşünüyorum.
Romanlarınızda kadın karakterler derinlemesine işlenirken, erkekler tipleme olarak, karikatürize kalıyor. İstisnai olarak, Ali ile Ramazan’da ise erkekler derinlikli karakterler olarak karşımıza çıkarken, kadınlar çok karikatürize. Neden?
Bence bunu yapıyorum. Etrafı da öyle yapıyorum farkındaysan. Derinleşmek istediğim şeylerde derinleşiyorum; geri kalanları mahsus karton hâline getiriyorum. Onlar arkada karton gibi duruyor, önde diğerleri canhıraşça yaşarken. Dostoyevski’de de kadın kahraman yoktur. Tamamen adamların altını çizmek için vardır kadın; koltuk gibi girerler çıkarlar. Bu bir yoğunlaşma meselesi. İki Genç Kızın Romanı’ndaki abi, Tufan beni hiç ilgilendirmiyor ki. Sadece gerektiği kadar o karakteri yaratıyorum. Bence ben minimalist bir aşçı gibi davranıyorum. Mesela çok baharatlı yemek de, çok karışık şey de sevmem. Köfte makarna gibi çocuk yemeği severim. Romanlarda da böyle bir sadeleştirmeden yanayım. Öyle stilize bir dünya kuruyorum. Öbür türlüsü beni hakikaten sıkıyor. Beni sıkan bir şeyi niçin vazifeşinas bir şekilde okur için yapayım ki? Doğa tasviri de yapmıyorum çünkü tahammülfersa buluyorum. Onu da diyebilirler: Kitaplarında hiç ağaç tasviri yok, bir kuşun kanadı tasvir edilmemiş, kayanın tepelerden yuvarlanışı tasvir edilmemiş… Yok bunlar. Ali ile Ramazan’da kadınları karton yaptım. Çünkü önemli olan Ali ile Ramazan ve birkaç erkek figür, Müdürbey mesela. Ama Müdürbey’in karısı kitapta paspas değerinde, çünkü onların hayatındaki değeri o. Handan ile Behiye için Tufan’ın hiçbir önemi yok ki; o an benim için de hiçbir önemi yok.
Söyleşinin başında 80 sonrası edebiyattan rahatsızlığınızı dile getirmiştiniz. Biraz daha açar mısınız?
80’lere kadar çok has bir edebiyatımız olduğunu düşünüyorum. Sonrası yapmacıklık, farbela- dantela- dekorasyon edebiyatı. Ama dünya edebiyatında da aynı şeyi görüyorum. Türkiye’ye has bir şey değil. John Berger’in çok güzel bir kitabı var, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı diye. Kapitalizm ilerleyip, ülkeler varsıllaşınca haddinden fazla insan sanatçı oldu, diyor Bergen. Bence bu çok doğru. Ülkeler zenginleştikçe haddinden fazla insan kendini sanatçı olarak ortaya atıyor. Üretim çok fazla artıyor, bu üretimin içinde iyi olanı bulmak zorlaşıyor, iyi olanı bulmak teşvik edilmiyor. Özellikle Batı’da büyük yayınevleri ve dağıtım nedeniyle küçük yayınevlerinin ölümüyle, mesela Amazon kurulmadan önce Barnes & Noble’a girmeden kitabına ulaşılamıyordu, o yıllarda bence edebiyata çok öldürücü darbe indirildi. Yüzde ikinin altında Amerika’da çeviri edebiyat ve o yüzde ikinin de yüzde 70’i hep erkek yazarlar. Bütün bunlar çok ciddi bıçak darbeleridir. Barnes & Noble senin kitabını dağıtmazsa yoksun ve oraya kimin kitaplarının gireceğine karar veren de üç tane satıcı. Böyle böyle iyi edebiyat varsa da eğer çok ötelendi ve kıyılarımıza vurması çok çok çok zorlaştı. Buna karşı genelgeçer, süpermarket edebiyatı çok çok pohpohlandı ve üstümüze boca edildi. Benim edebî zevkim oturmuş ama yeni nesil edebî zevki oluşmadan ortaya çıktı ve iyi edebiyat nedir bilmiyor.
Türkiye’de yayın dünyasını, yayınevlerini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de tanıdığım bütün yazarlar kendi yayınevinden şikâyetçidir. Ben mesela çok büyük bir daire çizdim; bütün yayınevlerini dolaşıp Everest’e döndüm. Hakikaten insanları mutlu eden yayınevi Türkiye’de yok ama dünyada da yok. Geçenlerde Orhan Pamuk bir söyleşi verdi; “Erdal (Öz) benim her şeyimdi. Hem pantolonumun paçasını bastırır, hem cebinden bana para verirdi. Hem lokumla beslerdi, hem akıl verirdi” diye. Çok özenilecek bir durum, şimdi hiç öyle bir şey yok.
Şiire neden sırtınızı döndünüz? Okur mesela zamanında şiir yazdığınızı, iyi de şiir yazdığınızı biliyor mudur?
Bence bilmiyordur bile. Çünkü şiir yazmıyorum. Cemal Süreya’nın bir lafı var, her yerde alıntıladım onu: Şiir yazmak hormonaldir, 28 yaşına kadar yazılır. Hakikaten bütün büyük şairler büyük şiirlerini 28 yaşına kadar yazmışlar. Hormonal. Bence gençlikte yapılacak bir şey. Belli bir yaşa kadar çek çek çek, çok velut, bereketli bir şekilde yazıyorsun. Bende kızımın doğumuyla bitiyor şiirlerim. Annem öldüğünde bir tane yazdım. Çok majör şeylerde yazdım yani. Sonra da yazamaz hâle geliyorsun. İçimden gelmiyor ve biraz da utanıyorum. Çok çok biyografik, şoke edici derecede biyografik buluyorum onları, nasıl yazmışım inanamıyorum.
Dilinize ilişkin yorumların hep birbirini tekrarladığını söylemiştim. Benim görebildiğim önemli bir istisna, Necmiye Alpay’ın bir değerlendirmesi. Alpay, köşe dilinizle roman dilinizin tartışıldığı bir dönemde, iki dilin yüzeyde benzediğini ama derinde farklı bir işlevi olduğunu yazıyor. Dille mücadelenizin köşe yazılarında “humor” yaratmakta kullanıldığını, romanlarınızda ise “melankoli” yarattığını söylüyor. Katılır mısınız?
Çok güzel tasvir, inşallah doğrudur. Köşe yazarlığında bir ara özellikle aşırı dille oynadım ve aşırı kırdım, biçtim, döktüm, havaya attım tuttum, jonglör gibi çevirdim dili. Çok sıkılıyordum. Sonuç olarak haftada dört tane köşe yazan insan yok dünyada. Onun için yazarken de “Bari dille oynayayım” diyordum ve bir ara hakikaten bokunu çıkardığımı da düşünüyorum köşemde. Ama buna bu kadar reaksiyon, bu kadar ağlamalar, zırlamalar olmasını da anlayamıyordum. Bir de bütün bu bağırıp çağıranlar -de’leri ayrı yazamıyor bir türlü. Dil muhafızları -ki’ler ne zaman ayrılır, -de -da’lar ne zaman ayrılır bilmiyor. Ama böyle çırpınıyorlar. Ben açıkçası bu reaksiyonun Kemalist refleks olduğunu da düşünüyorum.
Evet, dil Türkiye’de devlet meselesi. Siz mesela “dili jonglör gibi çevirerek” metinsel düzeyde bir şiddet yarattığınızı ve böylece devlet diline, kurumsallaşmış dile karşı çıktığınızı düşünüyor musunuz?
Ben öyle ulvi amaçlarla değil ama içgüdüsel bir şekilde karşı çıktım. Canım sıkıldığı için. Ayrıca şöyle diyordum: Kardeşim anamın dili, anadilim, istediğim gibi oynarım, sana ne? James Joyce’a falan kimse böyle bir şey dememiş. Ben James Joyce düzeyindeyim demiyorum, hâşâ. Dille her ülkede yazarların oynaması farzdır ve olagelmiş bir şeydir. Bunun bu kadar şoke edici, bu kadar anasına babasına küfretmişim, onların salonunun ortasına tuvaletimi yapmışım gibi davranmalarındaki askeri öfkeyi çok yadırgıyordum. Ben bunun Kemalist devletçi refleksle büyütülen zavallı çocukların sayıklaması olduğunu düşündüm o zamanlar. Ama sonra belki buna bir reaksiyon olarak da Ali ile Ramazan o kadar duru bir dille yazılmış ki artık Duru sabunlarının bana ödül vermesi gerekiyordu. Gerçi konu o kadar çarpıcı ve çocukların hikâyesi o kadar acıklı ve o kadar şiddetli ki çocuklara saygımdan, hikâyenin beni üzmesinden de kaynaklandı. Köşe yazısında bir sürü kelime yarattım. Bir sürü kelime şu an dolaşımda. Bunlar hiç acknowledge edilmedi. “Acknowledge” kelimesinin Türkçesi de yok çünkü Türkler hiç acknowledge etmiyorlar. “Arıza”yı bile ben buldum; çünkü “arızalı”dır doğrusu. İyidir ya da kötüdür. Şimdi tabii Twitter’da falan bu imkânlar genişledi, bir sürü kelime yaratıldı. Yaratılacak da. Miley Cyrus bir dans yapıyor, twerking İngilizcede sözlüğe giriyor. Keşke biz aksine tweet kelimesini bin bir farklı şekilde yazacağımıza tweet’e çıkar çıkmaz bir şey desek, çekirdek desek mesela ve Türkçesiyle kullanıma girse çok daha hayırlı olur. Yoksa mevcut şeyler üzerinden hokkabazlık yapmak, mizahla karıştırıp oradan bir dereler akıtmak çok doğal ve hakkımız.
Köşe yazarı Perihan Mağden’le romancı Perihan Mağden’i birbirinden ayırıyor musunuz?
Evet, birini yazarken pelerin giyiyorum, peruk takıyorum. Biri Dr. Jekyll, biri Mrs. Hyde. Bak, kelime oyununa dikkat çekerim... Yani ben öyle şizofrenik bir dünyada yaşamıyorum. Bu çok saygındır da bu çok pişkindir gibi ayrı karakterlerimiz yok. Roman yazarken bu kadar köşe yazısı okumak zorunda değilsin, gündemle bu kadar bağımlı değilsin. Romanın içinde yaşayan bir varlıksın. Ama köşe yazarlığı öyle bir şey ki insanın sistemine girince, özlüyorsun da. Altı buçuk yıl ara verdim ben; bu sürede normalde iki üç haftada yazacağım kadar yazı yazdım. Hiç ara vermedim sanılıyor. Köşe yazarlığı öyle bir formasyon yapıyor ki kafanda zaten normal olarak otururken, kalkarken, kapı önüne çıktığında üç köşe yazısı yazıyorsun. Sistemimden atamadığım rezil bir hastalık…
Edebiyat dünyası Türkiye siyasetini yakından takip ediyor mu? Reaksiyon gösteriyor mu?
Bilmiyorum, ben edebiyat dünyasının parçası olarak kendimi görmüyorum. Ben siyasi duruş sergilerken, bence kendimi daha çok köşe yazarı olarak konumluyorum. Siyasi duruşumun yanında mesela Ahmet Altan’ı görüyorsam, onu da yazar olarak değil, köşe yazarı olarak görüyorum. Türkiye siyasi ortamı aşırı derecede hareketli, bereketli ve rahatsız edici ki siyasi yazı işine bulaşmışsan o kimliğin diğerinden daha ön planda oluyor. Bu kaçınılmaz. Ben mesela siyasetten bahsederken hiçbir zaman roman yazarı Perihan Mağden diye algılanmıyorum, ben de kendimi öyle algılamıyorum. Bundan da gocunmuyorum. Siyaset çok egemen ve mühim bir şey Türkiye’de ve ben de köşe yazarıyım. Cizre’ye İki Genç Kızın Romanı’nın yazarı olarak gidiyorum havasında değilim. Edebiyatçılar yeterince ilgileniyorlar mı? Zaten ilgileniyorlar. Yaşar Kemal ile Orhan Pamuk gibi uluslararası arenada en çok ismi geçen iki yazarımız her durumda siyaseten en doğrucu refleksi Allah için gösterdiler. Göstermediler mi?
Yaygın mı bu duruş?
Yaygın olmasa da demek ki o kadar önemli yazar yok. Bir şeyler yapıyorlar, sularımıza vurmasa da. Onları kınıyor değilim. Allah aşkına, edebiyatını takip etmediğim adamın siyasi reaksiyonunun niçin gözlemcisi olayım? Bu haksızlık ve ayıp olmaz mı? Bilmiyorum ki kimin ne yazdığını.
Son olarak “550 tane millî ve yerli milletvekili” isteniyor, biliyorsunuz. Ne anlıyorsunuz siz bundan?
Ben anti-milliyetçiyim, biliyorsun. Milliyetçiliğin her şeyi beni çok çok müşteki ediyor, rahatsız oluyorum. Birden Türk bayrakları asılınca evlere rahatsız oluyorum, savaşta değiliz. Cumhuriyet Mitingleri de beni tedirgin etmişti, bu mitingler de beni tedirgin ediyor. Türk bayrakları çıktığı zaman ben bu topraklarda yaşayan başka milletlere karşı bir taarruz kokusu alıyorum ki yanıldığımı da söyleyemeyiz. Sonuç olarak bu Kürtlere karşı yapılan bir hareketti. Ve bunlar yapılmaya başlayınca Muğla’da bir Kürt gencini dövülüp Atatürk büstü öptürülüyorsa, zaten tehlikeli bir dönemdeyiz demektir. Bir anda böyle bayrakların ortaya çıkmasını, aynen Cumhuriyet Mitingleri’nin niye ortaya çıktığını sorgulamam gibi, sorgulamamaya imkân yok. Bunlar beni tedirgin eden şeyler.
Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Ben t24’e yazı yazdım bir yazı yazdım, o maalesef gerçekleşti. Bir adam çocuğunu alıp çatıya çıkmıştı, Erdoğan’ı ona benzettim. (Eyyyyy T.C.!! Ya benimsin, ya kara toprağın; ona göre!) Yani hakikaten “Ya benimsin ya kara kara toprağın” yaptı Türkiye’ye Tayyip Erdoğan ve adım adım bunun emarelerini bize yaşatıyor. Bu kadar ileri gideceğini yine de düşünmüyordum, biliyor musun? İnanılmaz ileri gitti. İç savaşın eşiğindeyiz desem bile saçma olacak; belki de iç savaştayız. Çok çok feci bir durumdayız. Mutlak güç için, mutlak gücü elde etmek için mutlak anlamda darmadağın bir ülkeye çevirdi bizi bir anda.
Mutlak güce erişebilir mi?
Ben erişmeyeceğini umut ediyorum. Bir de mesela şunu anlamıyorum; bütün oyunu MHP’den oy almak ya… Ben mesela MHP’den oy almasını imkân dâhilinde görmüyorum. Hatta MHP’lilerin kendi MHP tipi Türk milliyetçilikleri etrafında daha da kenetlendiklerini düşünüyorum. Onun için nasıl bir hesabın peşinde? Dindar Kürtlerden bir daha oy alacak mı? Kati surette almayacak. HDP’nin oylarının en kötü ihtimalle bir iki puan artacağını düşünüyorum. MHP’nin oylarının hafif artacağını düşünüyorum. CHP’nin oylarının da hafif artacağını düşünüyorum. O zaman oylarını nereden alacak? Birtakım Kürt oyları, çok artık HDP’ye alerjiklerse belki CHP’ye kayar diye düşünüyorum. Ama bakıyorum bütün profiline, oy arttırmasını imkân dâhilinde görmüyorum. Niye yapıyor bütün bunları, ülkeyi niye yangın yerine çeviriyor, anlamıyorum. Ben hiçbir şey almayacağını, oyunun iki puan düşeceğini düşünüyorum. Benim tahminim yüzde 38’e inecek oyları.
Bahsettiğiniz gibi olursa, kaos ortamı daha da alevlendirilmez mi?
Artık hiçbir şey yapamaz. Ahmet Altan geçen “Bütün diktatörlerin son zamanları böyledir” dedi. Saddam, Kaddafi, Hitler hepsi muhteşem gittiler. Son dakikaya kadar çok atıp tutuyorlar ve hiçbir emare vermiyorlar. Sosyopatların çok temel bir özelliği vardır- seri katiller hep sosyopat oluyor. Bir gariban şizofrenin cinayet işleyip de yakalanmaması imkân dâhilinde değil. Sosyopatların da dereceleri var; politikacılardan seri katillere kadar çok geniş bir spektrum. Sosyopatların çok acayip bir özelliği var: Patolojik iyimserlik. Ben bunu diktatörler için de göz önüne almamız gerektiğini düşünüyorum. Yani yakalanmışken, polis arabasıyla giderken bile kurtulacağını zannederler. Diktatörlerin psikolojisiyle ilgili de patolojik iyimserliğin çok önemli bir anahtar olduğunu düşünüyorum.
Bu Erdoğan için de geçerli?
Bunu siz söylediniz. Hâkim Bey, ben asla böyle bir şey demedim…
Peki, bu süreçte bütün muhaliflerin birleşmesi gibi bir yaklaşım da sözkonusu. Mantıklı mı sizce bu? Mesela siz ulusalcılarla aynı safta durabilir misiniz?
Aslında bir insan bu kadar egemen bir şekilde gündemimizin üstüne çöküp çok acayip ekstrem hareketler yapıyorsa Tayyip Erdoğan gibi, altında kalan bütün muhalifleri birleştirici bir özelliği olabilirmiş, ben bunu gördüm. Ben artık ulusalcılara bile daha anlayışla yaklaşıyorum. Erdoğan’a karşı büyük bir safta yan yana durabilirim. O denli. Uzlaşmacı bir yere geliyor insan çünkü önce can, sonra canan. Önce bu vahim durumdan kurtulmak, sonra ayrılıklarımızı düşünürüz gibi bir şey olabilir. Bir de, şunu ümit etmek isterim; belki Erdoğan hepimize büyük bir demokrasi dersi olmuştur. Sen şimdi sinir sinir gülümsüyorsun ama; belki CHP Kürt meselesine, Alevi meselesine daha olumlu bir yaklaşım geliştirmek zorunda hissedecektir kendini. Mesela Kürt meselesi konusundaki yaklaşımı Cemaat’in beni çok rahatsız ediyordu, CHP’nin Kürt meselesine yaklaşımı; genel başkanı Alevi olduğu hâlde ve çok hatırı sayılır Alevi oylarıyla ayakta durduğu hâlde Alevi meselesine yaklaşımı son derece rahatsız ediciydi. Erdoğan’ın gösterdiği antidemokratik, dikta özlemiyle yanan tuhaf rejim, belki herkese demokrasi adına dersler vermiştir diye düşünüyorum. Mesela AK troll’lere karşı herkes birbirini daha korur bir üsluba bürünmüştür inşallah.
Bu da kendi içinde patolojik bir durum değil mi?
Bu patolojiyi sonra düşünürüz. Biz önce bu üstümüze çöken karanlıktan kurtulalım. Patolojik durum diyorsun; CHP’nin Kürt meselesine daha olumlu yaklaşıyor olması kötü bir şey mi? Böyle bir hâle geldi iyi kötü; çok az geldi, oy derdiyle geldi ama olsun. İmaj.
Siz bu süreçte Cemaat’e mi yakın duruyorsunuz?
Hayır, Cemaat’e yakın durmuyorum. Cemaat’in de başı yensin, bu kadar hiç delil olmadan, buna da taraftar değilim. Baransu niçin içeride yatıyor? Açıklamadılar. Kalkıp bize yapılanların şimdi de Cemaat’e yapılmasını ellerimi çırparak karşılayacak değilim; öyle bir damarım yok benim. Mesela Ergenekon ki benim gayet siyasi olarak düşmanım olarak tanımladığım taraf, neyle suçlandığını bilmeden yıllarca mahkemeleri sürdürüldü. Zaten biz hep bu anayasa gitsin diyorduk; anayasa değişseydi zaten bunlar da olmayacaktı. Bunu dediğimiz için orantısız bir “Yetmez ama Evet”çi şiddetine maruz kaldık. Sonuç olarak ben AK Partili değilim, Erdoğan’ın uçağına binmedim. Erdoğan’dan oy almadım, hiçbir zaman AK Parti’ye oy vermedim. Ama sonuç olarak ben niye “Evet” diyordum; yeni bir anayasaya “Evet” diyordum. Avrupa Birliği’ne “Evet” diyordum. Bize vaat edilen, olmasını arzuladığımız şeyler bunlardı. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Yani, herkesi vuran oklar hep aynı. Şimdi bu mekanizmayı, YÖK’üyle anayasasıyla, korkunç mahkeme düzeniyle, ağdalı, nereye çekildiği belli olmayan kanun maddeleriyle bu korkunç 12 Eylül mirası, yani askeri mirası mekanizmanın üstüne çöken şu an Erdoğan. Erdoğan, benim zamanında değiştirmesini ümit ettiğim hiçbir şeyi değiştirmeyip o mekanizmanın başına geçti. Ama o mekanizma değişseydi, zaten benim düşmanım olarak gördüğüm insanlar bile bu kadar büyük adaletsizliğe maruz kalmayacaktı. Bunun için şimdi Cemaat’in maruz kaldığı adaletsizlikler de benim için çok rahatsız edici, bunu demeye getiriyorum.
Kasım sonrasında ne bekliyor sizce ülkeyi?
Oyları yüzde 38’e düşerse belki bir açılım olur; CHP- HDP koalisyonu olur. Bunu kabul etmeyecek CHP seçmeninin zaten MHP’ye gideceğini umut ediyorum. Ben CHP çok ciddi bir reform geçirmeden, Türkiye’nin önünün açılamayacağına karar verdim, bir oportünist olarak. Onun için CHP’nin reform geçirip kendine gelmesi ümidi içinde yaşıyorum bugünlerde.
Siz ümidi CHP’de mi görüyorsunuz HDP’de mi?
Barajı geçmiş bir HDP çok çok çok önemli. HDP’yle CHP’nin birlikte hükümet kuracağı bir Türkiye’de umudu görüyorum. Öbürü zaten gerçekçi olmaz. Desem ki sana; HDP’nin yüzde 40 oy alacağı bir Türkiye’de umudu görüyorum, bunu demek için zaten benim de raporlu olmam lazım. İmkânsızlığa bağlayamam umudumu. Mümkün olan kombinasyonlar içinde bunu ümit etmekten başka bir şansım yok; HDP’nin ve CHP’nin oylarını birazcık arttırması ve ikisinin hükümet kurması. Onun dışında zaten bir olasılık yok.
Peki, basın ve ifade özgürlüğü üzerinde durmadan devam eden baskı? Nokta?
Artık bunlar havanda su dövmek gibi, o kadar berbat ki bunun üzerine laf etmek laf ebeliği. Bundan kötüsü Şam’da nedir, onu da bilmiyorum. Daha kötüsü olamaz. Ama bunları bile konuşamaz durumdayım. Niye? Çünkü öbür tarafta insanlar ölüyor. Artık başımızda öyle bir bela var ki insanlarımızı da öldürüyor. Bundan daha korkunç bir durum mümkün değil. Ve Kasım’a kadar bunu tırmandıracak herhalde…
Geçen hafta Kadın Dayanışma Platformu’yla Cizre’ye gittiniz…
Korkunçtu, Gazze’den hiçbir farkı yoktu. Birkaç mahallenin ağzını burnunu dağıtmışlar. Siviller yaşıyor orada. Dün yabancı basında okudum; genç Kürtler Cizre gibi yerleşim birimlerinde başka türlü savaş yürüten birimler çıkarmış. Türk ordusunun belli savaş taktikleri var, onunla nasıl baş edeceğini bilemiyor. Polisi yollamışlar ve özel timler var ki onların kim olduğunu kimse bilmiyor. Ama bölge halkı IŞİD olabilir tarzı konuştu; çünkü saçlı sakallı 40 yaşlarında insanlar. Türk ordusunda öyle bir asker tipi yok. Ondan sonra nasıl baş edeceklerini bilmedikleri için sivillerin de yaşadığı bir mahallede tank tüfekle çok büyük, korkunç bir katliama girişiliyor; bir de dokuz gün sokağa çıkma yasağı… Ya sekiz gün deniyor ya dokuz gün sokağa çıkma yasağı; 21 kişi öldü sivil deniliyor, 22 kişi. Sayı belli değil. Sayılar belirsizleşmeye başlamışsa o savaş ortamıdır. Bundan daha acıklı bir şey olamaz. Cizre Kürt bağımsızlık hareketinin başkenti olduğu için çok önemli bir yer. Diyorlar ki Cizre’de; daha önce de sokağa çıkma yasağı olurdu, maksimum iki gün olurdu... Bir sürü insan hastaneye gidemediği için ölmüş. Onlardan 10, 15’i hastaneye gidebilseydi yaşardı. Bunlar çok dramatik. Bu hikâyelerin hesabı nasıl verilecek Kürt çocuklarına?