İlk mektup: “yeryüzü bilenleri”

Holden Kitap tarafından gelecek hafta yayınlanacak olan Arlin Çiçekçi'nin Beşerbazın Mârifeti adlı metinden kısa bir parçayı Tadımlık olarak sunuyoruz.

29 Ekim 2021 22:37

Sevgili Betül,

Size yazdığım bu ilk ve belki de tek mektubumda öncelikle ken­dimi tanıtmam gerekir. Mektup adâbı, sanırım bunu gerektirir ama doğrusunu söylemek gere­kirse insan belli bir yaşa gelince adap, görgü, usûl vesaire birçok beşerî kavrama o kadar da iti­bar etmiyor.

Sanıldığının aksine biz yaşlılar, sırtımızın kambu­runa, belimizin eğriliğine karşın siz gençlerden daha dik başlıyızdır. Düşününce eminim siz de hak vereceksiniz. En nihayetinde, toplumla hesa­bımız da husume­timiz de sizinkinden eski. Dolayı­sıyla, biriktirdiğimiz isyan da katmerli.

Yanlış anlamayın lütfen. İnanın sözlerimde size veya tecrübenize yönelik bir kü­çümseme yok. Tam aksine! Hayatınızı tüm yönleriyle in­celemiş biri olarak aradı­ğımız kişinin siz olduğunu gö­nül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Sizi temin ederim ki yeryüzü dosyanız elime geldiğinde tek sa­tır atlamadan her bölümünü dik­katle oku­dum. Yeri geldi sizin kadar üzüldüm, yeri geldi gururla gülümsedim. Ne yalan söyleye­yim, kendinizi hüzünlere boğduğunuz o ilk aşk ızdırabını­zın aktarıldığı bölümde kahkahalar attığım dahi oldu.

Ne olur bana kızmayın, Mademoiselle. Kahkahalarım, çektiğiniz acıyı hafife aldığımdan değil asla. Bu hep böy­ledir, birinin ızdırabı bir başkasına seyirlik olur. Bu riyakâr alış­ve­rişin en güzel icralarına da sanat de­nir.

Şöyle izah edeyim. Çok sevdiğinizi bildiğim Vincent van Gogh’un, en yakın dostu Gauguin’in hasretinden çektiği acılarla yarattığı Ayçiçekleri re­sim­lerini getirin aklınıza. İşte o resimler, şimdilerde kimilerinin salonunda süs olarak boy gösteriyor. Şaraplı, sohbetli, bol kahkahalı gecelerde duvarları renklendiren yüz yıllık bir ızdırap! Sanatı bu yönden de­ğerlendirince ne hazin bir vaziyet çıkıyor ortaya, değil mi?

Ah Mademoiselle! Bu anlattıklarımla, nasıl da zihninizi bulandırıyorum. Cüretimi mazur görün fakat asaletinizden daha büyük bir te­vazu göstererek, yüz altmış dört yaşındaki bu adamın yaz­dığı satırları, sabırla oku­yacağınızı ümit ediyorum.

Sizi, hesaplamaya mecbur bırakmadan hemen söyleye­yim, 1853 yılında doğdum ve yeryüzündeki ömrümün tama­mını Fransa’nın güneyinde bulunan Arles’da geçirdim.

Arles küçük bir kasaba. Tabii, küçük göreli bir kavram. İstan­bul’da yaşayan biri olarak size göre küçük kasaba olan bir yer, benim bü­yük şehir algıma tekabül edebilir. Neticede, hepimiz içine doğduğumuz gerçekliklerin yarattığı temel kabullerle algılamaya çalışırız etrafımızdakileri. Mesela, yaşa­dığınız yerden uzaktaki bir şehri ilk ziyaret edişinizde, he­men orayı aşina olduğunuz yerlerden birine benzetme eğiliminde olursunuz. Taşıtlara kapalı, uzun, işlek bir cadde görse­niz, “Burası tıpkı bizim İstiklâl Cad­desi gibi!” dersiniz. Yahut bir get­toya denk gelseniz, hemen doğup büyüdüğünüz şehrin benzer yoksulluktaki gecekondu mahallelerini sıralarsınız. Bildiğinizle örtüş­meyen her yeni bilgi, sizi rahatsız eder. Ne zaman ki yeni bilgiyi, mevcut deneyimlerinizin onayın­dan geçirirsiniz o zaman rahat edersiniz.

İnsan, yeniliğe ve öğrenmeye açık bir varlık değil­dir. Ne kadar az bilirse o kadar huzurludur. Yeni bilgiyi, sa­dece eskiyi onamak için kullanır.

İnsan evladının bu noksanlığını hesaba katarak, size, “Arles kü­çük bir kasaba,” demekle yetinmeyip kolaylıkla tasavvur edebil­meniz için Beykoz ve Arnavutköy semtlerinin toplamı kadar bir alan diyebilirim. Kerterizi tek noktadan almak gerekirse, Silivri ka­dar.

İşte bu Silivri büyüklüğündeki Fransız kasabasının kaderi, Van Gogh’un taşınması ve burayı, Güneyin Sanat Atöl­yesi’ne dönüş­türmeye karar vermesiyle tamamen değişti. Oysa o yıllarda, Arles sakinleri, deli olduğunu öne sürerek onu kasabadan kovdurabil­mek için bir imza kampanyası dahi başlat­mıştı.

Buraya, yani gökyüzüne geldiğim gün, hayat arkada­şım Tarla­başılı Hulki tarafından karşılandıktan sonra gördüğüm ilk kişi, Ar­les’dan tanıdığım Vincent olmuştu ve o günden sonra da dostlu­ğumuz her geçen gün iler­ledi.

Hayat arkadaşı demişken, yeryüzünde bildiğiniz şek­liyle bir ha­yat arkadaşlığından bahsetmiyorum. Gök­yüzü hayatında, üremek gibi yaşamsal bir güdü olmadığından, birliktelikler de bu teşvikle kurulmuyor. Gökyüzü hayat arkadaşlığı, biraz daha özel ve farklı bir bağ.

Yaşıt olmamıza rağmen Hulki’nin buraya geçişi ben­den yirmi yedi yıl önce olmuş.

Hulki’nin aksine ben, İr­landa asıllı karım Ar­lene’in Kelt usulü, leziz kahvaltılarıyla güne başlayarak, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sür­düğümden yeryüzü ömrüm uzun olmuştu. Hatta küçük oğlum Andre’yi genç yaşta kaybetmenin derin acısıyla hır­palanmasam daha da uzayabilirdi.

Buraya geldiğimde, oğlumun yasını tutarken çektiğim acıların da yersiz olduğunu anladım ama insan oradaki zamanını doldur­madan bilemiyor.

Ve insan, anlayamadığın­dan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmu­yor küçük hanım. Bilinmezliğin girdabında kaybolmaktansa, boşlukları acıyla doldurarak yoluna devam edi­yor.

Acı denen şey, tabiatın, fanilere şifa niyetine sunduğu eczadır aslında. Sevdiği birini bilinmezliğe yolcu eden insan, duyduğu delirtici kaygıdan ancak keskin bir acı hissederse kurtulur. Kalanın, gidenin ardından bakakaldığı uçsuz bucaksız boşluğa düşerek aklını yitirmemesi için tek çare, onu, o boşluğun kenarından çekip alacak kadar yakıcı kuvvette acı çekmesidir.

Keşke daha fazlasını yazmaya müsaade olsa da anlat­sam size fakat maalesef Yeryüzü Bilenleri’ne aktarabilece­ğimiz bilgiler kı­sıtlı. Her şey umduğumuz gibi giderse, ya­kında siz de yeryüzündeki sayılı Bilenler’den birisi olacaksı­nız ama yine de asla, buradaki bir ruh kadar açılamayacak istiabınız. Ne de olsa hepimiz, havsalamı­zın aldığı kadarını görebilir ve duyabiliriz. Ötesi, duyu eşiğimizin dışında yitip gider.

İyisi mi, İdari İşler Denetçisi’nin mektubu tümden karartmasına sebep olmadan bu bahsi burada kapayayım.

Hulki’den bahsediyordum size. İlk karşılaşmamızda benden pek hoşlanmamış olsa da yıllar içinde onun güvenini ve sevgisini kazandım diyebilirim. Şunu da belirtmeliyim ki onun gibi biri tara­fından güvenilir bulunmak büyük başarı­dır çünkü yeryüzündeki kırk beş yıllık ömrü boyunca, âdem evladıyla ettiği teşrik-i mesa­iden ekseriyetle hoşnut kalmamış birisi Hulki.

Burada, cennet ve cehennem ayrımı olmamasına rağ­men o, gökyüzü sükûnetini cennette olduğumuza yo­rar. Çünkü Hulki’den cehennemi tasvir etmesini istese­niz, size tek kelimeyle "Kalaba­lık!” diyecektir.

Takdir edersiniz ki herkesin cehennemi farklı. Hulki’ye göre “kala­balık” başkasına göre “ıssızlık” kimine “aşırı sıcak” kimine “aşırı soğuk”.

Korkunuz, hangi vesveseni­zin üzerine inşa ol­unduysa cehen­neminiz orasıdır. Dolayı­sıyla, “Herkesin cehennemi kendine!” de­sek yanlış söyle­miş olmayız.

Hulki’nin şahsiyetini daha iyi kavrayabilmeniz için şöyle bir ör­nek vereyim size: 1870’lerin sonlarında, henüz yirmili yaşlarında, Tarla­başı’ndaki meyhanesinde tezgâh başında servis yapar­ken, bir anda, sağ arka boşluğunda keskin bir acı hisse­diyor. Yavaşça dönüp arkasına bak­tığında, dibine kadar gelmiş bir adam ve adamın elinde de kan içinde kalmış bir çakı görüyor. Hulki, önce eliyle sağ arka boşlu­ğunu yokluyor, kendi kanına bulanan eline şöyle bir bakıyor. Sonra adamın elindeki kanlı çakıya bir daha bakıyor. Bı­çaklandığına kani olunca, hiç istifini bozmadan bakışla­rını adamın yüzüne di­kerek, “Ha­yırdır birader! Tanışıyor muyuz?” diye soruyor.

Adamın, Hulki’yi bıçaklamadaki maksadı her neydiyse de Hulki’nin bu soğukkanlı tepkisi karşısında korkusundan o an oracıkta düşüp bayılı­veriyor. Şaşıp kalan meyhane mü­davimleri de faili zaptiyeye teslim edecekleri yerde, haline acıdıklarından, Hulki’yi bırakıp büsbütün onunla alakadar oluyorlar. Yüzüne gözüne su çarpıp ayıltıyorlar. Eline de bir kadeh yolluk tutuşturup bir güzel salıveriyorlar meyhaneden. Sonra Hulki’nin namını dilden dile yaymaktan da geri kalmıyorlar tabii.

Anlayacağınız, Hulki, bıçaklandığına değil de tanımadığı biri­nin, onu bıçaklayabilecek kadar yakınına sokulma cüreti göster­mesine öfkelenen, nev-i şahsına münhasır bir ki­şilik.

 

Ah benim biricik Betül Hanım’cığım! Öncelikle, size haksızlık et­tiğimin farkında olduğumu bilmenizi isterim. Bunca laf kalabalığından sonra hâlâ bu mektubu yazma sebebime bir açıklık getirmedim. Keşke içinde bulunduğumuz durumu anlatmanın kolay bir yolu olsaydı. Maalesef şu an, ben yazan, siz de okuyan olarak, aklın ve dimağın yan­dığı yerde buluşuyoruz. Bu yüz­den bir müddet daha sabrı­nıza talibim.

Dilerseniz en azından, ilk satırlarımda esirgediğim inceliği gös­terip usulüne uygun bir şekilde kendimi takdim ede­yim, sonra da kaldığımız yerden sürdürelim bu sohbeti.

Adım Frederic. Frederic Beauchamp.

Je m'appelle Fre­deric. Enchante Mademoiselle!

Sanırım böylesi çok daha iyi oldu.

Size bu mektubu yazma maksadımı açıklayabilmek için öncelikle Van Gogh’la münasebetimin evveliyatından bahsetmeliyim.

Onunla yeryüzünde tanıştığımda otuz beş yaşındaydım ve uzun yıllardır boyacılık yapıyordum.

Bir gün, belediye başkanı, şehre yeni gelen bir ressamın evinin bo­yanması gerekti­ğini haber saldı. İste­nilen işi tam anlamıyla öğren­mek ve ev sa­hibiyle ücreti ko­nuşmak üzere, Arles Garı’nın yakınla­rındaki eve gittim.

Dış cephe, gerçekten kötü durumdaydı. Kapıyı açıp beni karşılayan, Vincent’ın ağabeyi Theo van Gogh’tu. Beni içeri buyur ederek hemen konuya girdi. Bu evde kardeşinin yaşayacağını, evin birçok bölümünün tadilattan geçmesi gerekti­ğini ama öncelikle dış cephe boyasına ihtiyaç duyduklarını söy­ledi. Ertesi gün işe başlamak üzere hızlıca anlaştıktan sonra karde­şini ta­nıştırmak istediğini belirterek, beni, onun odasına çı­kardı. Odasına girdiğimizde, Vincent’ın üzerinde, boya damlalarından rengârenk olmuş iç çamaşırı dışında hiç­bir giysi yoktu. Yatağın kenarında oturuyor ve kendine doğru çevirdiği tahta bir sandalyenin üzerindeki tuvale ay­çiçekleri resmediyordu. Gülümseyerek beni selamladıysa da istifini bozmadan çizimine devam etti.

Bu tuhaf tanışma merasimini bir an evvel sonlandır­mak niyetiyle müsaade isteyerek aceleyle odadan çıkmış ve dış cephe için ne renk boya istediklerini sormayı unutmuştum.

Ertesi gün, Vincent’ın odasındaki ay­çiçekleri tablolarını düşünerek sarıya hayır deme­yeceğini varsaydım ve iki kova boya alarak işe ko­yulmak üzere evlerinin yolunu tuttum.

Theo ortalarda yoktu, Vincent da dış kapının eşiğinde oturmuş kendi kendine mırıldanıyordu. Beni, aynı sıcak tebessümle se­lamladı ve işe koyulabileceğimi ima eden bir el hareketi yaptı. Selamına başımı eğerek karşılık verdim ve bo­yaya başladım.

İki gün süren boyama süresince bana çok nazik davranmıştı. Boya için seçtiğim renk hakkında bir yorumda bu­lunmamış hatta bana meslektaş sayılabileceğimizden, fırçayı kullanmadaki us­talığın, ikimizin sana­tında da aynı derecede önemli olduğundan bahsetmişti. Söyledikleri hayli gurur vericiydi. Sonuçta benim zanaa­tımı, kendi sanatına eşdeğer görmüştü.

O günden sonra, yeryüzünde bir daha karşılaşmadık ama yıllar sonra buraya geldiğim ilk gün, nasıl bir yerde olduğumu anlayabil­mek için merakla etrafa bakınırken gördüğüm ilk kişi, Vincent oldu. Ben, tanıdık birini bulmanın sevinciyle ona doğru yürümeye başla­dığımda o da beni fark etti ve koşarak gelip boynuma sarıldı. Yer­yüzündeki münasebetimizin sıradanlığı düşünülürse bu türden bü­yük bir sevgi gösterisinde bulunması şaşırtıcıydı. Susmak bilmiyordu. Cevabını beklemeden peş peşe sorduğu sorularla mevcut durumumu ya­dırgamama dahi fırsat tanımıyordu. Bana bir sürprizi olduğunu söyleyerek heyecanla kolumdan tutup bir tab­lonun önüne götürdü. Sarı Ev tablosuydu bu! Meğerse Vincent, zamanında sarıya boyadığım evi resimlemiş. Gökyüzüne geçtiğinde de zanaatıma bakarak yarattığı bu sanat eserini, penceresi olarak seç­miş.

 

Buraya kadar sebat göstererek mektubumu okumaya devam ettiğinizi umarak pencerelerin işleyişini de dilim döndüğünce açıkla­mak isterim küçük hanım.

Gökyüzüne geçiş yaptığımızda, yeryüzü tabiriyle, öldüğümüzde, seçtiğimiz kişisel bir eşyamızı yanımıza alma hakkına sahip oluyoruz ve buraya getirilen eşyalarımızın yerine, yeryü­züne birer kopyası konuluyor. Böylece yeryüzündeki bu sahte eşya ile gökyüzündeki aslının ara­sında bir nevi koridor oluşuyor. Yerden göğe uzanan bir tünel olarak düşünebilirsiniz bunu. İşte bu tüneller, buradan yeryüzünü izlediğimiz bir pencere işlevi görüyor.

Vincent, 1890’da bu tarafa geçtiğinde penceresi olarak Sarı Ev adlı tablosunu seçmiş ve tablonun aslı, İdari İşler tarafından buraya getirilmiş.

Anlayacağınız, şu an Van Gogh Müzesi’nde sergilenmekte olan Sarı Ev, yeryüzünde mevcut hiçbir teknikle aslından ayırt edilemeyecek kadar başarılı bir replika.

Benim mütevazı penceremse el yapımı, gümüş kabartmalı köstekli bir cep saati. Yeryüzündeki kopyası, yani tünelin öbür ya­kası, şu an Marakeş’te bir antikacı dükkânında. Fakat uzun yıllardır fazla uğrayanı olmayan o köhne dükkânın seyirlik olarak sunduğu görüntü, neredeyse bir karaltıdan ibaret. Bu yüzden, Vincent’ın da misa­fir­perver­liği sayesinde, vaktimin çoğunu Sarı Ev penceresi önünde geçiriyorum diyebili­rim.

 

Ve şimdi, tüm bunların sizinle ilgisine gelecek olur­sak:

2009 yılında, çalıştığınız şirkete yeni girmiş ve üç ay sonra bir konferans için Amsterdam’a gönderil­miştiniz. İki gün sü­ren konferansın ardından, soluğu Van Gogh Müzesi’nde almıştınız. Hatırlar mısınız bilmiyorum, ama müzeyi dolaşırken Sarı Ev’in önünde bir süre dur­muş, kendi kendinize şöyle mırıldanmıştınız: “Van Gogh ustamızın eseri iyi güzel de, bir de bu tablodaki evi sarıya boyayan bir boyacı var. Peki o usta kim acaba?”

Tablonun arkasından sizi seyrederken bu beklenme­dik sorunuz üzerine Vincent da ben de hayret ve hayran­lıkla irkilmiştik.

Yeryüzü Bilenleri’nden biri olmamanıza rağmen, Vin­cent’ın eserine bakıp sadece tabloyu değil, ardın­daki yaşanmışlığı da sezin­lemiştiniz.

Velhasıl Mademoiselle Betül! O gün, o en saf halinizle, asırlık tü­nellerden bir çırpıda ge­çip yüreğime dokundu­nuz. Doğru kişinin siz olduğundan bir an dahi tereddüt et­medim. Hiç düşünmeden der­hal dosyanızı istettim. Tek satırını atlamadan bin­lerce sayfayı oku­dum ve sonunda ta­mamıyla kani oldum.

Siz, Yeryüzü Bilen­leri topluluğuna katılabilecek ender faniler­dendiniz!

Bu mektup elinize ne kadar sonra ulaşır ya da ulaşır mı bilemi­yorum. İdari İşler’in koyduğu kurallar gereği mektu­p size, şa­yet bir gün, kendi iradenizle Marakeş’e gide­cek olursanız Yeryüzü Bilenleri’nden biri tarafından orada teslim edilecek. Yolunuzun hiçbir zaman Marakeş’e düşmemesi ihtimalini dü­şünmek dahi istemiyo­rum. İşin aslı, geleceği­nizi biliyorum.

Ve bendeniz Frederic Beauchamp, Marakeş’e geldiğiniz o gün, tüm ayrıntıları konuşmak üzere, sizi cep saati penceremin yer al­dığı antikacı dükkânında bekleyeceğim.

Mektubun kazara başkasının eline geçmesi ihtimalinde dahi, onların size bahşedilmiş istiap haddinde olmadıklarını ve mektubu anlayamayacaklarını bilmenin rahatlığıyla, şahsı­nızın da kimseyle paylaşma­yacağını öngörmenin güveniyle, Marakeş’deki penceremde görüşmek üzere Mademoiselle!

Sarı Ev’i Sarıya Boyayan Usta Frederic

(s. 15-24)