Holden Kitap tarafından gelecek hafta yayınlanacak olan Arlin Çiçekçi'nin Beşerbazın Mârifeti adlı metinden kısa bir parçayı Tadımlık olarak sunuyoruz.
Sevgili Betül,
Size yazdığım bu ilk ve belki de tek mektubumda öncelikle kendimi tanıtmam gerekir. Mektup adâbı, sanırım bunu gerektirir ama doğrusunu söylemek gerekirse insan belli bir yaşa gelince adap, görgü, usûl vesaire birçok beşerî kavrama o kadar da itibar etmiyor.
Sanıldığının aksine biz yaşlılar, sırtımızın kamburuna, belimizin eğriliğine karşın siz gençlerden daha dik başlıyızdır. Düşününce eminim siz de hak vereceksiniz. En nihayetinde, toplumla hesabımız da husumetimiz de sizinkinden eski. Dolayısıyla, biriktirdiğimiz isyan da katmerli.
Yanlış anlamayın lütfen. İnanın sözlerimde size veya tecrübenize yönelik bir küçümseme yok. Tam aksine! Hayatınızı tüm yönleriyle incelemiş biri olarak aradığımız kişinin siz olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Sizi temin ederim ki yeryüzü dosyanız elime geldiğinde tek satır atlamadan her bölümünü dikkatle okudum. Yeri geldi sizin kadar üzüldüm, yeri geldi gururla gülümsedim. Ne yalan söyleyeyim, kendinizi hüzünlere boğduğunuz o ilk aşk ızdırabınızın aktarıldığı bölümde kahkahalar attığım dahi oldu.
Ne olur bana kızmayın, Mademoiselle. Kahkahalarım, çektiğiniz acıyı hafife aldığımdan değil asla. Bu hep böyledir, birinin ızdırabı bir başkasına seyirlik olur. Bu riyakâr alışverişin en güzel icralarına da sanat denir.
Şöyle izah edeyim. Çok sevdiğinizi bildiğim Vincent van Gogh’un, en yakın dostu Gauguin’in hasretinden çektiği acılarla yarattığı Ayçiçekleri resimlerini getirin aklınıza. İşte o resimler, şimdilerde kimilerinin salonunda süs olarak boy gösteriyor. Şaraplı, sohbetli, bol kahkahalı gecelerde duvarları renklendiren yüz yıllık bir ızdırap! Sanatı bu yönden değerlendirince ne hazin bir vaziyet çıkıyor ortaya, değil mi?
Ah Mademoiselle! Bu anlattıklarımla, nasıl da zihninizi bulandırıyorum. Cüretimi mazur görün fakat asaletinizden daha büyük bir tevazu göstererek, yüz altmış dört yaşındaki bu adamın yazdığı satırları, sabırla okuyacağınızı ümit ediyorum.
Sizi, hesaplamaya mecbur bırakmadan hemen söyleyeyim, 1853 yılında doğdum ve yeryüzündeki ömrümün tamamını Fransa’nın güneyinde bulunan Arles’da geçirdim.
Arles küçük bir kasaba. Tabii, küçük göreli bir kavram. İstanbul’da yaşayan biri olarak size göre küçük kasaba olan bir yer, benim büyük şehir algıma tekabül edebilir. Neticede, hepimiz içine doğduğumuz gerçekliklerin yarattığı temel kabullerle algılamaya çalışırız etrafımızdakileri. Mesela, yaşadığınız yerden uzaktaki bir şehri ilk ziyaret edişinizde, hemen orayı aşina olduğunuz yerlerden birine benzetme eğiliminde olursunuz. Taşıtlara kapalı, uzun, işlek bir cadde görseniz, “Burası tıpkı bizim İstiklâl Caddesi gibi!” dersiniz. Yahut bir gettoya denk gelseniz, hemen doğup büyüdüğünüz şehrin benzer yoksulluktaki gecekondu mahallelerini sıralarsınız. Bildiğinizle örtüşmeyen her yeni bilgi, sizi rahatsız eder. Ne zaman ki yeni bilgiyi, mevcut deneyimlerinizin onayından geçirirsiniz o zaman rahat edersiniz.
İnsan, yeniliğe ve öğrenmeye açık bir varlık değildir. Ne kadar az bilirse o kadar huzurludur. Yeni bilgiyi, sadece eskiyi onamak için kullanır.
İnsan evladının bu noksanlığını hesaba katarak, size, “Arles küçük bir kasaba,” demekle yetinmeyip kolaylıkla tasavvur edebilmeniz için Beykoz ve Arnavutköy semtlerinin toplamı kadar bir alan diyebilirim. Kerterizi tek noktadan almak gerekirse, Silivri kadar.
İşte bu Silivri büyüklüğündeki Fransız kasabasının kaderi, Van Gogh’un taşınması ve burayı, Güneyin Sanat Atölyesi’ne dönüştürmeye karar vermesiyle tamamen değişti. Oysa o yıllarda, Arles sakinleri, deli olduğunu öne sürerek onu kasabadan kovdurabilmek için bir imza kampanyası dahi başlatmıştı.
Buraya, yani gökyüzüne geldiğim gün, hayat arkadaşım Tarlabaşılı Hulki tarafından karşılandıktan sonra gördüğüm ilk kişi, Arles’dan tanıdığım Vincent olmuştu ve o günden sonra da dostluğumuz her geçen gün ilerledi.
Hayat arkadaşı demişken, yeryüzünde bildiğiniz şekliyle bir hayat arkadaşlığından bahsetmiyorum. Gökyüzü hayatında, üremek gibi yaşamsal bir güdü olmadığından, birliktelikler de bu teşvikle kurulmuyor. Gökyüzü hayat arkadaşlığı, biraz daha özel ve farklı bir bağ.
Yaşıt olmamıza rağmen Hulki’nin buraya geçişi benden yirmi yedi yıl önce olmuş.
Hulki’nin aksine ben, İrlanda asıllı karım Arlene’in Kelt usulü, leziz kahvaltılarıyla güne başlayarak, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürdüğümden yeryüzü ömrüm uzun olmuştu. Hatta küçük oğlum Andre’yi genç yaşta kaybetmenin derin acısıyla hırpalanmasam daha da uzayabilirdi.
Buraya geldiğimde, oğlumun yasını tutarken çektiğim acıların da yersiz olduğunu anladım ama insan oradaki zamanını doldurmadan bilemiyor.
Ve insan, anlayamadığından korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmuyor küçük hanım. Bilinmezliğin girdabında kaybolmaktansa, boşlukları acıyla doldurarak yoluna devam ediyor.
Acı denen şey, tabiatın, fanilere şifa niyetine sunduğu eczadır aslında. Sevdiği birini bilinmezliğe yolcu eden insan, duyduğu delirtici kaygıdan ancak keskin bir acı hissederse kurtulur. Kalanın, gidenin ardından bakakaldığı uçsuz bucaksız boşluğa düşerek aklını yitirmemesi için tek çare, onu, o boşluğun kenarından çekip alacak kadar yakıcı kuvvette acı çekmesidir.
Keşke daha fazlasını yazmaya müsaade olsa da anlatsam size fakat maalesef Yeryüzü Bilenleri’ne aktarabileceğimiz bilgiler kısıtlı. Her şey umduğumuz gibi giderse, yakında siz de yeryüzündeki sayılı Bilenler’den birisi olacaksınız ama yine de asla, buradaki bir ruh kadar açılamayacak istiabınız. Ne de olsa hepimiz, havsalamızın aldığı kadarını görebilir ve duyabiliriz. Ötesi, duyu eşiğimizin dışında yitip gider.
İyisi mi, İdari İşler Denetçisi’nin mektubu tümden karartmasına sebep olmadan bu bahsi burada kapayayım.
Hulki’den bahsediyordum size. İlk karşılaşmamızda benden pek hoşlanmamış olsa da yıllar içinde onun güvenini ve sevgisini kazandım diyebilirim. Şunu da belirtmeliyim ki onun gibi biri tarafından güvenilir bulunmak büyük başarıdır çünkü yeryüzündeki kırk beş yıllık ömrü boyunca, âdem evladıyla ettiği teşrik-i mesaiden ekseriyetle hoşnut kalmamış birisi Hulki.
Burada, cennet ve cehennem ayrımı olmamasına rağmen o, gökyüzü sükûnetini cennette olduğumuza yorar. Çünkü Hulki’den cehennemi tasvir etmesini isteseniz, size tek kelimeyle "Kalabalık!” diyecektir.
Takdir edersiniz ki herkesin cehennemi farklı. Hulki’ye göre “kalabalık” başkasına göre “ıssızlık” kimine “aşırı sıcak” kimine “aşırı soğuk”.
Korkunuz, hangi vesvesenizin üzerine inşa olunduysa cehenneminiz orasıdır. Dolayısıyla, “Herkesin cehennemi kendine!” desek yanlış söylemiş olmayız.
Hulki’nin şahsiyetini daha iyi kavrayabilmeniz için şöyle bir örnek vereyim size: 1870’lerin sonlarında, henüz yirmili yaşlarında, Tarlabaşı’ndaki meyhanesinde tezgâh başında servis yaparken, bir anda, sağ arka boşluğunda keskin bir acı hissediyor. Yavaşça dönüp arkasına baktığında, dibine kadar gelmiş bir adam ve adamın elinde de kan içinde kalmış bir çakı görüyor. Hulki, önce eliyle sağ arka boşluğunu yokluyor, kendi kanına bulanan eline şöyle bir bakıyor. Sonra adamın elindeki kanlı çakıya bir daha bakıyor. Bıçaklandığına kani olunca, hiç istifini bozmadan bakışlarını adamın yüzüne dikerek, “Hayırdır birader! Tanışıyor muyuz?” diye soruyor.
Adamın, Hulki’yi bıçaklamadaki maksadı her neydiyse de Hulki’nin bu soğukkanlı tepkisi karşısında korkusundan o an oracıkta düşüp bayılıveriyor. Şaşıp kalan meyhane müdavimleri de faili zaptiyeye teslim edecekleri yerde, haline acıdıklarından, Hulki’yi bırakıp büsbütün onunla alakadar oluyorlar. Yüzüne gözüne su çarpıp ayıltıyorlar. Eline de bir kadeh yolluk tutuşturup bir güzel salıveriyorlar meyhaneden. Sonra Hulki’nin namını dilden dile yaymaktan da geri kalmıyorlar tabii.
Anlayacağınız, Hulki, bıçaklandığına değil de tanımadığı birinin, onu bıçaklayabilecek kadar yakınına sokulma cüreti göstermesine öfkelenen, nev-i şahsına münhasır bir kişilik.
Ah benim biricik Betül Hanım’cığım! Öncelikle, size haksızlık ettiğimin farkında olduğumu bilmenizi isterim. Bunca laf kalabalığından sonra hâlâ bu mektubu yazma sebebime bir açıklık getirmedim. Keşke içinde bulunduğumuz durumu anlatmanın kolay bir yolu olsaydı. Maalesef şu an, ben yazan, siz de okuyan olarak, aklın ve dimağın yandığı yerde buluşuyoruz. Bu yüzden bir müddet daha sabrınıza talibim.
Dilerseniz en azından, ilk satırlarımda esirgediğim inceliği gösterip usulüne uygun bir şekilde kendimi takdim edeyim, sonra da kaldığımız yerden sürdürelim bu sohbeti.
Adım Frederic. Frederic Beauchamp.
Je m'appelle Frederic. Enchante Mademoiselle!
Sanırım böylesi çok daha iyi oldu.
Size bu mektubu yazma maksadımı açıklayabilmek için öncelikle Van Gogh’la münasebetimin evveliyatından bahsetmeliyim.
Onunla yeryüzünde tanıştığımda otuz beş yaşındaydım ve uzun yıllardır boyacılık yapıyordum.
Bir gün, belediye başkanı, şehre yeni gelen bir ressamın evinin boyanması gerektiğini haber saldı. İstenilen işi tam anlamıyla öğrenmek ve ev sahibiyle ücreti konuşmak üzere, Arles Garı’nın yakınlarındaki eve gittim.
Dış cephe, gerçekten kötü durumdaydı. Kapıyı açıp beni karşılayan, Vincent’ın ağabeyi Theo van Gogh’tu. Beni içeri buyur ederek hemen konuya girdi. Bu evde kardeşinin yaşayacağını, evin birçok bölümünün tadilattan geçmesi gerektiğini ama öncelikle dış cephe boyasına ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ertesi gün işe başlamak üzere hızlıca anlaştıktan sonra kardeşini tanıştırmak istediğini belirterek, beni, onun odasına çıkardı. Odasına girdiğimizde, Vincent’ın üzerinde, boya damlalarından rengârenk olmuş iç çamaşırı dışında hiçbir giysi yoktu. Yatağın kenarında oturuyor ve kendine doğru çevirdiği tahta bir sandalyenin üzerindeki tuvale ayçiçekleri resmediyordu. Gülümseyerek beni selamladıysa da istifini bozmadan çizimine devam etti.
Bu tuhaf tanışma merasimini bir an evvel sonlandırmak niyetiyle müsaade isteyerek aceleyle odadan çıkmış ve dış cephe için ne renk boya istediklerini sormayı unutmuştum.
Ertesi gün, Vincent’ın odasındaki ayçiçekleri tablolarını düşünerek sarıya hayır demeyeceğini varsaydım ve iki kova boya alarak işe koyulmak üzere evlerinin yolunu tuttum.
Theo ortalarda yoktu, Vincent da dış kapının eşiğinde oturmuş kendi kendine mırıldanıyordu. Beni, aynı sıcak tebessümle selamladı ve işe koyulabileceğimi ima eden bir el hareketi yaptı. Selamına başımı eğerek karşılık verdim ve boyaya başladım.
İki gün süren boyama süresince bana çok nazik davranmıştı. Boya için seçtiğim renk hakkında bir yorumda bulunmamış hatta bana meslektaş sayılabileceğimizden, fırçayı kullanmadaki ustalığın, ikimizin sanatında da aynı derecede önemli olduğundan bahsetmişti. Söyledikleri hayli gurur vericiydi. Sonuçta benim zanaatımı, kendi sanatına eşdeğer görmüştü.
O günden sonra, yeryüzünde bir daha karşılaşmadık ama yıllar sonra buraya geldiğim ilk gün, nasıl bir yerde olduğumu anlayabilmek için merakla etrafa bakınırken gördüğüm ilk kişi, Vincent oldu. Ben, tanıdık birini bulmanın sevinciyle ona doğru yürümeye başladığımda o da beni fark etti ve koşarak gelip boynuma sarıldı. Yeryüzündeki münasebetimizin sıradanlığı düşünülürse bu türden büyük bir sevgi gösterisinde bulunması şaşırtıcıydı. Susmak bilmiyordu. Cevabını beklemeden peş peşe sorduğu sorularla mevcut durumumu yadırgamama dahi fırsat tanımıyordu. Bana bir sürprizi olduğunu söyleyerek heyecanla kolumdan tutup bir tablonun önüne götürdü. Sarı Ev tablosuydu bu! Meğerse Vincent, zamanında sarıya boyadığım evi resimlemiş. Gökyüzüne geçtiğinde de zanaatıma bakarak yarattığı bu sanat eserini, penceresi olarak seçmiş.
Buraya kadar sebat göstererek mektubumu okumaya devam ettiğinizi umarak pencerelerin işleyişini de dilim döndüğünce açıklamak isterim küçük hanım.
Gökyüzüne geçiş yaptığımızda, yeryüzü tabiriyle, öldüğümüzde, seçtiğimiz kişisel bir eşyamızı yanımıza alma hakkına sahip oluyoruz ve buraya getirilen eşyalarımızın yerine, yeryüzüne birer kopyası konuluyor. Böylece yeryüzündeki bu sahte eşya ile gökyüzündeki aslının arasında bir nevi koridor oluşuyor. Yerden göğe uzanan bir tünel olarak düşünebilirsiniz bunu. İşte bu tüneller, buradan yeryüzünü izlediğimiz bir pencere işlevi görüyor.
Vincent, 1890’da bu tarafa geçtiğinde penceresi olarak Sarı Ev adlı tablosunu seçmiş ve tablonun aslı, İdari İşler tarafından buraya getirilmiş.
Anlayacağınız, şu an Van Gogh Müzesi’nde sergilenmekte olan Sarı Ev, yeryüzünde mevcut hiçbir teknikle aslından ayırt edilemeyecek kadar başarılı bir replika.
Benim mütevazı penceremse el yapımı, gümüş kabartmalı köstekli bir cep saati. Yeryüzündeki kopyası, yani tünelin öbür yakası, şu an Marakeş’te bir antikacı dükkânında. Fakat uzun yıllardır fazla uğrayanı olmayan o köhne dükkânın seyirlik olarak sunduğu görüntü, neredeyse bir karaltıdan ibaret. Bu yüzden, Vincent’ın da misafirperverliği sayesinde, vaktimin çoğunu Sarı Ev penceresi önünde geçiriyorum diyebilirim.
Ve şimdi, tüm bunların sizinle ilgisine gelecek olursak:
2009 yılında, çalıştığınız şirkete yeni girmiş ve üç ay sonra bir konferans için Amsterdam’a gönderilmiştiniz. İki gün süren konferansın ardından, soluğu Van Gogh Müzesi’nde almıştınız. Hatırlar mısınız bilmiyorum, ama müzeyi dolaşırken Sarı Ev’in önünde bir süre durmuş, kendi kendinize şöyle mırıldanmıştınız: “Van Gogh ustamızın eseri iyi güzel de, bir de bu tablodaki evi sarıya boyayan bir boyacı var. Peki o usta kim acaba?”
Tablonun arkasından sizi seyrederken bu beklenmedik sorunuz üzerine Vincent da ben de hayret ve hayranlıkla irkilmiştik.
Yeryüzü Bilenleri’nden biri olmamanıza rağmen, Vincent’ın eserine bakıp sadece tabloyu değil, ardındaki yaşanmışlığı da sezinlemiştiniz.
Velhasıl Mademoiselle Betül! O gün, o en saf halinizle, asırlık tünellerden bir çırpıda geçip yüreğime dokundunuz. Doğru kişinin siz olduğundan bir an dahi tereddüt etmedim. Hiç düşünmeden derhal dosyanızı istettim. Tek satırını atlamadan binlerce sayfayı okudum ve sonunda tamamıyla kani oldum.
Siz, Yeryüzü Bilenleri topluluğuna katılabilecek ender fanilerdendiniz!
Bu mektup elinize ne kadar sonra ulaşır ya da ulaşır mı bilemiyorum. İdari İşler’in koyduğu kurallar gereği mektup size, şayet bir gün, kendi iradenizle Marakeş’e gidecek olursanız Yeryüzü Bilenleri’nden biri tarafından orada teslim edilecek. Yolunuzun hiçbir zaman Marakeş’e düşmemesi ihtimalini düşünmek dahi istemiyorum. İşin aslı, geleceğinizi biliyorum.
Ve bendeniz Frederic Beauchamp, Marakeş’e geldiğiniz o gün, tüm ayrıntıları konuşmak üzere, sizi cep saati penceremin yer aldığı antikacı dükkânında bekleyeceğim.
Mektubun kazara başkasının eline geçmesi ihtimalinde dahi, onların size bahşedilmiş istiap haddinde olmadıklarını ve mektubu anlayamayacaklarını bilmenin rahatlığıyla, şahsınızın da kimseyle paylaşmayacağını öngörmenin güveniyle, Marakeş’deki penceremde görüşmek üzere Mademoiselle!
Sarı Ev’i Sarıya Boyayan Usta Frederic
(s. 15-24)