"Ludwig de kendi küçük dünyasında, Peu de Jaume’daki odasında, sanat için bir şeyler yaptığını, dolayısıyla da insanlık için bir şeyler yaptığını düşünüyor, üstündeki üniformayı umursamaksızın iyi bir şeyler yaptığına inanıyordu. Hitler’e inanmasını sağlayan da, onu bu inançtan vazgeçiren de sanattı."
28 Ekim 2021 16:00
Herkesin çeşit çeşit tutkusu var bu hayatta ve bir ölçüde herkes tutkularının esiri.
Dışarıdan bakanlara son derece manasız görünen ama o insan için yaşamı anlamlı kılan şeyler. Kimi zaman bir koleksiyon, kimi zaman mütemadiyen okuma isteği, kimi zaman sigara içmek, kimi zamansa sadece yüzmek, bütün denizlerinde yeryüzünün…
Ve vazgeçeriz birçok şeyden, tutkularımızı gerçekleştirmek için.
Bazen suç işlemekten bile çekinmeyiz; o şeyi elde etmek bizim için bütün değer yargılarından, ahlak kurallarından önemlidir çünkü.
Ludwig için hayatını yaşanabilir kılan da, ona mana veren da bir tek sanattı.
Rafine bir resim zevkine sahipti ve ne pahasına olursa olsun, adeta bir ömrü beraber yaşamaya ant içtiği tabloların orijinallerini görebilmek, onlara dokunmak, onlarla bir arada yaşamak istiyordu.
“Ludwig hiç durmadan eserler görmek zorunda; onlardan çok uzun süre ayrı kalırsa ölecek. Bu eserler, bütün bu eserler, görüp göreceği bütün eserler ona ait değil ama sanki bunun gibi bir şey, onları şöyle bir görmesiyle, hoşuna gittikleri sürece ona ait oluyorlar.”
Manuel Benguigui, Alman Koleksiyoncu’da tutkularının esiri olan bir adamı tasvir ediyor.
“(…) neredeyse hiç uyumayarak, ona kalan zamandan alabildiğine yararlanmayı kafasına koyuyor. Ludwig açlıktan yalayıp yutarcasına sevdiği eserleri görmek için her yere gidecek. Evinden iki adım ya da binlerce kilometre öteye. Her yere.”
Birinci Dünya Savaşı’nda yüzbaşılığa yükselen Ludwig 1938’de yeniden askere çağrıldı.
Oysa onun için hayat iki savaş arasında, yani “ülkesinde sefaletin ve hıncın kol gezdiği o çılgın dönemde” neredeyse hiç uyumadan resim galerini ve müzeleri dolaşmaktan ibaretti.
Savaş bütün vahşetine rağmen Ludwig için zaman kaybından başka bir şey değildi.
Görülecek onca resim varken savaş yüzünden onları görememek, emirleri yerine getirmeye mecbur olmak, bir yere gidememek, pasaport ve vize dertleri…
Cepheye varmadan sürmenaj oldu Ludwig ama belki de hayatı o hastalığa tutulmasıyla değişti.
Savaşı kendi amaçları doğrultusunda nasıl değerlendirebileceğine kafa yormaya başladı.
“Eğer Führer atıp tuttuğu kadar sanata düşkünse, eğer sanatın bir büyüklük ve değer işareti olduğunu düşünüyorsa, hedef çizgisindeki ülkelerin –özellikle de Fransa’nın– kıskançlıkla koruduğu dağlar kadar eseri ele geçirmek isteyecektir.”
Akıl yürütmeyi derinleştiriyordu hasta yatağında.
“Yeni savaş tamamen Fransa’nın işgaliyle taçlanacaksa, dünyanın bütün ya da hemen hemen bütün güzelliklerini keşfetmek için hiç beklenmedik bir fırsat sunuyor demektir.”
Ludwig ordunun sanat eserleriyle ilgilenen bölümüne başvurmaya karar verdi. Artık savaşı zaman kaybı olarak görmüyordu; tam tersine, zamanını hayatı boyunca yakın olamayacağı yüzlerce, binlerce eserle geçirme fırsatıydı onun için.
Savaş kötüydü, sıkıcıydı, ama onun gidişatını değiştirmeye gücü yetmiyordu Ludwig’in. O zaman savaşın içinde kendisine ordudan ayrı bir yol açmalıydı.
Paris işgali deyince aklıma evvela Humphrey Bogart’ın yağmurlu bir günde Ingrid Bergman’ı peronda bekleyişi gelir. Casablanca’nın unutulmaz sahnelerinden, müthiş bir yağmur…
Oysa “1940 yazının şafağında” Alman işgali gerçekleştiğinde, Manuel Benguigui’nin yazdığı gibi, “hava nefis”tir.
Şehir ıssızdır, çoğunlukla terk edilmiştir. Louvre boşaltılmış, Fransızlar kaçırabildikleri kadar çok eseri başka yerlere nakletmiştir.
Nazi ordusuyla birlikte Paris’e girenlerden biri de Ludwig. “Diğerlerinden farklı olarak o burada oluşunun nedenini biliyor ve bu da Reich’ın büyüklüğü adına değil.”
Savaştan sonrasına dair, hatta savaşa dair hiçbir düşüncesi, iddiası yok Ludwig’in. Varsa yoksa bu eserleri bulmak, öngöremediği kadar bir zamanı onlarla birlikte geçirmek…
Carpe diem.
Çünkü artık savaş esnasında sanat eserlerini koruma amacıyla kurulan Kunstschutz’un bir üyesi Ludwig. “Kaçınılmaz olarak onları, o eserleri görmesi gerekecek”. Hayalleri gerçekleşiyor savaş sayesinde.
“Bununla birlikte beyninin kıvrımlarında günlerini çabucak karartan küçük dalgalanmalar beliriyor, çünkü Kunstschutz’un esas misyonunun, Gestapo’nun desteğiyle Yahudileri köküne kadar yağmalayıp el koyduklarını ivedilikle ülkesine gönderme hayalleri kuran Almanya’nın fanatik büyükelçisinin yolunu kesmek olduğunu fark ediyor.”
Ludwig için eserleri görebilmek ve onların zarar görmesini engellemek her şeyden önemli, geri kalanını pek de önemsemiyor aslında ama bir yandan da savaş olanca hızıyla sürüyor.
Ama bu parti içindeki kavganın eserlere ulaşmasını engelleyebileceğinin farkında ve o zaman Ludwig için bütün bu işgaller falan zaman kaybından başka bir şey ifade etmiyor.
İngiltere’ye, oradan da Amerika’ya gitmeyi düşünürken kendini bir şekilde ERR’de buluyor.
Hermann Göring ile Adolf Hitler, işgal edilen bölgelerden yağmalanmış bir sanat eserinin önünde.
1940 Temmuzu’nda kurulan ERR, “her biçimde, her türde ama en başta da Yahudilere ait olan eserleri toplamak, bunlardan çıkar sağlamak, sonra da uygun olanları Almanya’ya göndermek ve Nazi kriterlerine göre yoz bulunanları tekrar satmak ya da takas etmekle görevli” idi.
“Hitler’in Avusturya’da çok sevdiği, küçük bir şehir olan, dünyanın en büyük müzesinin kurulacağı Linz için seçilip ayıklanacak, geri kalanlar Reich’ta kapanın elinde kalacaktır. Mekanizma Temmuz ’44’e kadar aktif olacak…”
İşgalciler sanat eserlerini yağmalarken siz de onlara kılavuzluk edeceksiniz.
Dahası, yoz bulduklarını belki satacak belki yok edecekler, belki sokak ortasında yakacaklar kitapları yaktıkları gibi ve siz onlara kılavuzluk edeceksiniz.
Öte yandan sizin varlığınız belki birkaç eserin bu akıbetten kurtulmasını sağlayacak ve savaş bitip de hayat normalleştiğinde insanlar bu eserleri görmeyi sadece sizin oradaki mevcudiyetinize borçlu olduklarını bil… meyecekler.
Bir tek siz bileceksiniz.
“Bizzat Führer’in emriyle yaratılan ERR’nin okkalı bir vaftiz babası var. Luftwaffe’nin her şeye kadir başı, Reich’ın iki numarası mareşal Göring, bu servisin Reich için, daha çok da kendisi için çalıştığından emin olacak. Göring Ebedi Şef’ten de ileri bir koleksiyoncu…”
Müzeler boş, galeriler boş, sağdan soldan toplanan eserleri savaştan önce modern sanat eserleri için sergi alanı olarak kullanılan –burası da işgalden önce Louvre gibi boşaltılmış, içerde “tabloların asıldığı silmelerden, kancalardan, çubuklardan başka bir şey yoktu”– Galeri Jeu de Paume’a yerleştiriyorlar.
Ludwig artık ERR’de…
“Daha ilk günden gidip ustaların elinden çıkma yüz on dokuz parçalık bir koleksiyona el koymak nasıl da harika bir şey! ’40 sonbaharı bilgili bir sanatsever için kolay ve dolu dolu bir hayatla eş anlamlı.”
Ludwig savaşta yaşananları çok da umursamadan güzelliğin peşine düşüyor. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor; envanter çıkarmış, listeler hazırlamış, bir avcı gibi tabloları arıyor, buluyor ve görüyor.
Gördükçe de onlara sahip oluyor.
Romanın üstünde en çok durulacak cümlesi sanırım şu:
“Ludwig kendi usulünce bir yaratıcı. Eseri olmayan bir sanatçı. Çünkü görmek yaratmak demek.”
Eğer göremiyorsanız muhtemelen ya yanından geçip gitmişsinizdir ya da ne olduğunu hiç anlayamamışsınızdır.
Gerçekten gören biri aynı ağaçları benim gördüğümden başka görür; arabaları, sokakları, taşları…
Yaratım da o anda ortaya çıkıyor, gördüğün neyse sana bir şey ifade ediyor; ağaç ağaç olmaktan, taş taş olmaktan çıkıyor.
Ludwig’in etrafında Van Gogh’u da yoz sanatçılardan gören çalışma arkadaşları vardı. “Kendi haline bakmadan bütün dünyanın arilerden oluşmasını dileyen mükemmel bir Nazi küçük memur kafası” ile sarılmışsa da etrafı, o gene de kendi bildiğini okuyordu.
O meşhur tabiri bozarak söylersek, “işgal sanat içindir” diyordu adeta ve bütün bilgisini gösterebileceği bir ortamda olağanüstü verimli çalışıyordu.
I. yüzyıla ait harika bir panoyu ortaya çıkardığında Göring robdöşambrıyla Berlin’den çıkageldi.
Hayatı bir kez daha değişecekti. Ludwig’in akıl almaz bilgisi Jeu de Paume’a sık sık gelen velinimeti Göring’in dikkatini çekiyor ve onunla arkadaş olmasına –ikisi de kırklarının sonundaydı– yol açıyordu.
“Pırlantalarla süslü, morfinman bir koca şişko” dese de Göring için, yeni eserler görebilmek için onun arkadaşlığını kullanmaktan da imtina etmedi.
Ama geçen zaman Reich mareşalinin gücünden çok şeyler götürüyordu.
İngiltere havadan teslim alınamadı, ardından ordu Rus kışında Stalingrad’a saplandı.
Göring’in iddiasının aksine, Luftwaffe kuşatılan orduya yardım edemiyordu.
Ama sanat konusunda kendisini çok üstün ve yetkin görüyordu Göring, beğendiği parçaları Linz yerine kendi evine gönderiyordu.
Pek çok insandan daha iyi anlıyorduysa da Ludwig’in gözünde acemiydi. “Eğitmek, yeniden eğitmek” gerekiyordu ama bunu Göring’e söyleyebilecek bir tek insan ne Almanya’da mevcuttu ne de işgal topraklarında.
Ludwig kısa bir süre sonra kendisi gibi Jeu de Paume’da çalışan bir kadına tutuldu.
Kadın Fransız’dı. İşgalciyle işgale uğrayanın aşkı…
“Lucette tıpkı Ludwig gibi sanat için yaşıyor. Almanlar geldiğinde bozgundan ve eserlere reva görülen akıbetten tiksinerek, ERR’in kuruluşundan sonra mekânın kaprisli ısıtma sistemini ayarlamak için de olsa diye şansını deneyerek orada kalmak için ısrar etmişti.”
Korkunç bir işgaldi böylesine gerçeküstü bir aşkı ortaya çıkaran. Sanat sevgisi, hiçbir karşılık beklemeden hissettikleri sanata bağlılık Ludwig’le Lucette’i Jeu de Paume’da buluşturmuştu.
Onlar işgal günlerinde, tablolar arasında kendi aşklarını yaşamaya başlarken, Göring’in parlak kariyeri düşen bir uçak gibi hızla irtifa kaybediyordu.
Sadakatin en önemli değerlerden biri olduğu Nazi tahayyülü her yerde hiyerarşik ilişkiler kuruyordu.
Bütün madalyalarına, kahramanlıklarına, popülaritesine, gücüne, parasına rağmen ikinci adamdı, asla Führer’e karşı gelemezdi.
“Göring, Hitler’i efendisini dinleyen bir köpek gibi dinliyor. Uysal, dalkavuk; ona hiçbir şekilde hayır diyemez, her konuda karşısında eğilir.”
Ama konu sanatsa, Göring, Hitler’in en büyük rakibi haline dönüşüyordu, beğendiği eserleri ondan kaçırıp kendi koleksiyonuna katmakta beis görmüyordu.
“Kendi çıkarı uğruna ayak oyunlarına giriştiği tek şey sanat. Göring resim sanatını ve objeleri o kadar seviyor ki, ulusal koleksiyonlara, yani Führer’e gidecek eserlere el koymakta tereddüt etmiyor. Konu sanat oldu mu, Göring bir çocuğun yalandan bir bahane uydurması gibi jokerini çıkartıyor.”
Göring, Hitler’e adanmışlık derecesinde bağlıydı ama bazı eserleri almakta kendini haklı görüyordu.
Ludwig de kendi küçük dünyasında, Peu de Jaume’daki odasında, sanat için bir şeyler yaptığını, dolayısıyla da insanlık için bir şeyler yaptığını düşünüyor, üstündeki üniformayı umursamaksızın iyi bir şeyler yaptığına inanıyordu.
Peki, hem mareşal Göring’i hem de sanat âşığı Ludwig’i sıradan bir asker ve sıradan bir ressam olan Hitler’e böylesine tutkuyla bağlayan neydi?
“Ludwig, Hitler’in nutuklarında dile getirilen saflığa çok uzun zaman saf saf inandı. Ona adamın sanatı her şeyin üstünde tuttuğu defalarca söylendi ve Ludwig buna inandı.”
Hitler’e inanmasını sağlayan da, onu bu inançtan vazgeçiren de sanattı.
“Alman müzelerine gidecek eserlerin envanterlerini inceledikçe, Führer’in küresel sanat anlayışının olmayacak bir hayal, bir yalan olduğunu sonunda anlıyor. Aslında Hitler’in sanattan hiçbir anladığı yok.”
Favori heykelcisi Arno Breker’in Aryen heykellerini sevmesini, kötü tablolarını beğenmesini küçümsüyor, bayağı buluyor artık.
“(…) başyapıtların asla gün yüzü görmeyeceklere müzelere, meraklısının asla yararlanamayacağı koleksiyonlara ve stoklanıp kötü koşullarda bırakılacakları tuz ocaklarına göndermenin onları mahkûm etmek anlamına” geldiğini düşündükçe baştaki inançlarını da yitiriyor.
Hitler, Göring, Ludwig, Lucette…
Bir örümcek ağı gibi hepsini birbirine bağlayan da, sonra ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmalarına yol açan da sahip oldukları sanat tutkusuydu.
Ve tutkuları için her şeyi yapmaya hazırlardı.
İşgalci olmayı, kolunda gamalı haçı taşımayı, işbirlikçilik yapmayı farklı görüyorlardı.
Çünkü “görmek sahip olmaktır”.