Karin Karakaşlı: Şiir, benim için atmosferdir. Soluk alıp verdiren ya da nefes kesendir. Ses verir, şarkı olur, tokat olur, kâğıt kesiği olur, böğre saplanan kör bıçak, şefkatle sarmalayan battaniye olur...
14 Nisan 2016 15:05
Şiir, insanlar arasındaki ilişkiler dünyasının, evrendeki varlıkların bir nevi seyyar ifadeleri olan sözcüklerle, içinde yaşadığımız tekdüzeliğe ve gerçeğe hiç benzemeyen bir dünya, bir evren nasıl yaratabilir? İster sokakta, ister sosyal medyada, duvarları işgal eden ve zihinlerin ezberine düşen bu dünyanın başarısı belki de bu soruda gizli.
Kitapçılardaki şiir rafları giderek daralsa da, şairler ve şiirler okuruna inanmaya devam ediyor. Okurlar da öyle ya da böyle şiire, şiir kitabına sahip çıkıyor. Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları’nın Modern Türkçe Şiir Antolojisi başlığıyla ve iki cilt halinde yayımladığı antoloji geniş bir şiir kütüphanesi sunmuştu. Şiirin incelikli dili Birhan Keskin’in altı yıl aradan sonra Fakir Kene ile dönüşü de kışın ender güzelliklerindendi. İlkbaharı karşılayansa, Günışığı Kitaplığı mutfağından çıkan, İshak Reyna’nın 53 şairi üçer şiirle bir araya getirdiği kapsamlı bir şiir seçkisi olan Gece Uçuşları oldu.
Ekim 2015’te, Aras Yayıncılık’ın yayımladığı üçüncü şiir kitabı İrtifa Kaybı ile okurlarıyla buluşan, farklı türlerde verdiği eserleriyle 2000’li yılların üretken ve en parlak edebiyatçılarından olan Karin Karakaşlı’yla şiir ekseninde dolanarak edebiyat verimi, şiir ve şiirsellik tercihi ve İrtifa Kaybı üzerine söyleştik.
Çocuğa, gence ve yetişkine öykü, roman, şiir ve deneme türlerinde eserler verdin. Her yaşa çeşitli türlerde eser vermek farklı bir deneyim olmalı. Biraz buradan başlasak...
Yazı, benim için bitmek bilmez bir okul. Farklı türlerde eser vermek, çok geniş bir ufuk sağlıyor yazara. Çok şey öğreniyorsun. Bir anlamda dil ile âşıklar misali atışıyorsun. Her türün kendine has bir kâinatı var. Gerekli özen, emek ve saygıyı gösterir, ilgili alanı üretme ve yaratma çabanızın samimiyetine ikna ederseniz, size kapılarını açar. Dil ve yazı, yaşayan organizmalar. Dolayısıyla birebir ve eşit ilişki talep ederler. Yazının ne kadar farklı katmanıyla uğraşırsan, dilin imkânları konusunda o denli şaşırtıcı yeni verilerle karşılaşıyorsun.
Bu noktada en büyük öğretmenim ise çocuk ve gençlik edebiyatı. Orada yazarın, ihtiraslarından bağımsız, minik okurlarına ve genç bireylere sesini işittirebilen eserler ortaya koyma sorumluluğu var. Dilin yalınlığından kurgunun akıcılığına, diyalogların sahiciliğinden anlatılan konuya ve yaklaşıma kadar pek çok noktaya özen göstermek gerekiyor. İnan, en çok çocuklardan ve gençlerden öğreniyorum.
Şiir ise en zor cesaret ettiğim, kendimi demlemeye bıraktığım alan. Sonu bitmez bir mücadele. İçgüdülerin ve zihnin bir arada hareket etmek durumunda. Metaforların belirme hızına yetişmeli, dili müziğe eşdeğer kılmalısın. İnsanların yinelemekten kendilerini alıkoyamadıkları ve her söyleyişte bambaşka yerlerine takıldıkları, sarsan, okşayan, ağlatan, gülümseten, duyan ve duyuran şiirler diliyorum. Bunun için çabalıyorum.
1999’da yayımlanan ilk öykü kitabın Başka Dillerin Şarkısı’nda şiirle nefes alan İstanbul’u senin şiirsel anlatımınla okumuştuk. O günden bugüne neler değişti sayfalarında?
Öncelikle İstanbul epey değişti. Son birkaç yıl mahalle dokusunun iyiden iyiye yok edildiği, rezidans ve AVM hayatının dayatıldığı steril bir anlayış hâkim şehirde. Kimsenin hatırayla, tarihi önemle, evrensel anlamla falan kaybedecek vakti yok. Öte yandan soluduğumuz hava yıkım, ölüm, zulüm dolu. Algıladığım dünya değişti. Onca yalanın ortasında hakikati aramak, onca gürültünün ortasından kendi sesini duymak çok mücadele gerektiriyor. Adalet duygumun yerle bir edildiği bir düzende öfke doluyum. Ama bir yandan da iyilik ve masumiyet erdemlerinin üzerine titriyorum. İşte yazdıklarım da aslında bütün bu resmi, kendilerine dayatılan içinde hayatlarını sil baştan inşa edenleri, çok uzun zaman susmuşları, unutulmuşları ve daha keşfedilmemişleri yansıtıyor.
Gelelim şiire… Alt alta yazılan her metin şiir olabilir mi; şiiri ve şiir evrenini anlatır mısın biraz?
Elbette, cümleleri biraz kısa ve azıcık kafiyeli kılarak alt alta dizdiğimizde şiir olmuyor. Bunu hepimiz ilkokuldaki o ilk denemelerimizden de biliriz. Ama o isteğin, neredeyse içgüdüsel şiir yazma ihtiyacının kökeninde de saf bir ihtiyaç yatar; bu da hayatımızın mucizevi kısmını unutulmaz kılma arzusudur. Şiir, kelimelerin en ince elenip sık dokunduğu zorlu evrendir. Ortaya çıkan ürün ne kadar hafif ve ahenkli tınlıyorsa, ne kadar güçlü ve anî bir şekilde tene işliyorsa, ardında o kadar zorlu bir emek var demektir.
Şiir, benim için atmosferdir. Soluk alıp verdiren ya da nefes kesendir. Bir insan kadar canlı, hayat kadar bitimsizdir. Şairden de okurdan da hakkını ister. Kelimeleri, tozu yeni alınmış eski kristal avizeler gibi ışıldatır. Ses verir, şarkı olur, tokat olur, kâğıt kesiği olur, böğre saplanan kör bıçak, şefkatle sarmalayan battaniye olur. Memleket olur, sürgün olur, anahtar olur, en saklı kapılarını açar. Bir önce ve sonra yaratır. Milat olur. Taşı dile getirir de insanı susturur. Hayatta öldüğün anların sonrasında yeniden doğumun olur.
Cemal Süreya, “Şiir tirajı en yüksek sanattır,” der. Bugünse kitaptan değil, internetten şiir okunan bir dönemden söz ediliyor. Katılıyor musun buna? Okunsun da nasıl okunursa okunsun mu?
İnternetin sağladığı geniş paylaşma alanının, pek çok şey gibi şiiri de yaygınlaştırma gücü yadsınacak gibi değil. Özellikle Gezi direnişi sürecinde, “şiir sokakta” hareketiyle duvarların şiir dizeleriyle kaplanması ve İkinci Yeni şairlerinin yeniden anımsanması, bu gücün en açık göstergelerinden biri. Öte yandan, internette şairlerin adıyla çıkan ama onlara ait olmayan sayısız örnek var. Bu açıdan ve bir şairi kendi külliyatı içerisinde ele almak adına kitabın yeri benim için bambaşka. Konu şiir kitabı olduğunda, içine konulan hatıra çiçeklerden, kenara iliştirilen notlara, kapak tasarımından kâğıdın kokusuna kadar benim için vazgeçilmez olan pek çok kıymetli ayrıntı mevcut. Dolayısıyla, ben kitapsız yapamam.
Çoğu kitabevi bile “şiir kitabı satmıyor” önyargısıyla tasarlıyor raflarını. Böyle bir dönemde, taze şiir kitabı yayımlamış bir yazar olarak, şiir kitabı yayımlama motivasyonun ne durumda?
Şiirin, okurundan özel bir çaba beklediği aşikâr. Kendini açmak için şifrelerini çözecek bir kalp ve zihin bekler. Dahası sadece okuma edimi üzerinden değil, doğrudan duyularla; renkleri görerek, oradaki ânı tahayyül ederek, sesleri işiterek ilerleyecek, girdabında kaybolmaya hazır insanlar bekler. Malûm, biz hız ve tüketim çağındayız. Bu anlamda şiir kitabı makbul bir ürün değil. Geniş zamanlara ve özene ihtiyaç duyuyor. Ben kendimi bu konuda çok şanslı sayıyorum. Çünkü Aras Yayıncılık, mütevazı koşullarına karşın şiir kitabı basıyor ve bu haliyle açıkçası bütün piyasa içinde örnek bir irade sergiliyor.
“Her üç kişiden beşinin şair olduğu ülke,” sözünü hatırlayalım Aziz Nesin’in… Bugün halen böyle mi şairlik hallerimiz? Bugün şiiri yaşayanların, eskilerin edebiyat ve tarih geleneğine dayandırdıkları şiir alışkanlığından farklı bir motivasyonu var sanki…
Zaman, bireyselliğin, kendini parlatma ve pazarlamanın ön plana çıktığı bir dönem. Hal bu olunca, edebiyatta da başlangıç noktasını kendi kılarak yola koyulanlar elbette var, olmaya da devam edecek. Ancak zaman, aynı zamanda kadirşinaslık bekler, çünkü kendi anlamını da akışkanlıktan alır. Hepimiz hayat denen büyük dairenin ve onun içinde dahil olmayı tercih ettiğimiz diğer dairelerin bir parçasıyız. Kaldı ki ben eskilerin o “kavimdaş şair” dediğim geleneğini çok seviyorum. Birbirinden bağımsız şiir dünyaları kuran, ama bu arada karşı çıktıkları akımlar dahil eskilerin ve çağdaşlarının hakkını da teslim eden o vakar duruş. O duruştan nasiplenecek çok şey var, almak isteyene.
Yılmaz Odabaşı’nın bir söyleşide “Dildeki en büyük tasarruf şiirdir,” gibisinden bir yorumu vardı. Dili ve sözü tasarruflu, en süzülmüş haliyle kullanmak diyebilir miyiz şiir için? Örneğin, Cemal Süreya, hakkında sayfalarca ve saatlerce sözün yetemeyeceği ölüm duygusu üzerine, “Aldığın şu hayat fena değildir, üstü kalsın,” diyebiliyor.
Kesinlikle haklısın. Şiiri bu denli büyüleyici kılan da, onu müziğe yaklaştıran özel dili. Bu dil, nice eleyişlerden geçerek süzüle süzüle demlene demlene oluşuyor. Şiir, dile isyanla başlar. Alışılageldik kalıpları ikincil ya da yepyeni anlamlar yaratmak üzere kırmak gerek. Hayatta yan yana gelmez sanılanı, uyumun ta kendisi kılmak gerek. Tıpkı beden dili gibi içgüdüsel, hayvanî ama bir o kadar da çalışılmış bir dildir şiirinki. Yoğunluğuyla insanı allak bullak eder. Bir nakarat gibi zihne yerleşir de bir ömür bırakmaz insanın peşini.
Peki, Karin’in dünyasında nerede ikâmet ediyor şiir?
Şiir, kalbimin orta yerinde. Kimsenin bana ulaşamadığı zamanlar kavimdaş şairler yetişir imdadıma. Umudumu yitirdiğimde, insanlıktan tiksindiğimde şifalandıran onlardır. Şiir benim özgürlüğüm, masumiyetim, iyiliğim, kudretim. Yersiz yurtsuz kaldığımda sığındığım memleketim. Ve çokluk, tek tesellim.
İrtifa Kaybı, önceki metinlerine göre sesi daha yüksek çıkan, daha asi, kendine ve alınyazısı denen şeye karşı daha yaramaz şiirlerden oluşuyor. Açalım mı bunu biraz?
Şiir, ruhla koşut giden hatta insanın kendinden bile sakladıklarını ele veren bir mecra. İrtifa Kaybı üçüncü şiir kitabım ve dediğin gibi tonu diğerlerinden farklı. Aslında bunu ancak kitap iyice ortaya çıktıktan sonra fark ettim, zira insan çoğu zaman tek bir şiirin belli bir bölümünde takılıp kalabiliyor. Bütünlüklü çerçeve ortaya çıktığında orada isyan duygusunun ağır bastığını gördüm. Tanığı olduğum bir zamanı, maruz bırakıldıklarımızı, unutturulan biricik varlığımızı anlatmak istedim. Sanki yüksek sesle bir dua ettim. Gerisi Allah kerim.
Modern şiirin konusu ve duygusu ne olursa olsun bir karşı çıkma sanatı olduğu şüphesiz. Senin şiirlerinde bu çok net görülüyor. İçsel iktidarlarımızdan zamana, gitme dürtüsünden kabullenmelere, aşkın her halinden kadına ve erkeğe kadar topluca bir susma haline… “Replikler” şiirinde geçtiği gibi “boşver aldırma, zamanla geçer” diyenlerin “kafalarına zamanı geçirmek istiyorsun.”
Benim anlayışımda edebiyat, hele de onun en billur hali olan şiir zaten doğası gereği muhaliftir. Düşünsene, var olan her şeyden hoşnutsak, hayatımızı durdurup niye yazalım? Keza, her yazar ve şairin bir meramı vardır. Bu öyle bir his ki, insana “Tam da bunu yazmalısın. Ve bunu sen yazmalısın,” dedirtir. Öyle ki, yazmadan duramazsın.
Meram, içine yer edendir. Zamanla geçmez, sen onunla yaşamaya alışır ve onu anlatmanın doğru kelimelerini bulursun. Bunu yaparken de tek dileğin aynı dertten mustarip olanlara ses olmaktır. O zaman bir şiir tıpkı çok sevilen ve yıllar içinde, kuşaklar boyunca yepyeni anlamlar yüklenen unutulmaz bir şarkı gibi olur.
Son olarak, ara ara edebiyat gündemini meşgul eden yarışmalara değinmek istiyorum. Sen de özellikle öykü ve romanları saygın ödüllere değer görülmüş bir yazarsın. Şiir için durum ne peki? Yarışması, derecesi olur mu?
Bir açıdan bakıldığında şiir başta olmak üzere hiçbir edebiyat türünün yarışması olmaz. Çünkü zaten her okur, başlı başına bir yarışmadır. Onun zihnine, kalbine, ruhuna talip olursun. Doğal olarak da her okur farklı değerlendirir kitapları. Biri için hayatının eşlikçisi olursun da, diğeri “Bu ne ya,” deyip kenara fırlatır seni. Yazdın ve soyunduysan, her şey kabulün olmak zorundadır.
Öte yandan özellikle ilk dosyasıyla ortaya çıkan yazar ve şairler için teşvik edici, cesaretlendirici yönünü de vurgulamak lazım. Son olarak müptelası olduğun, apayrı bir yere koyduğun bir yazar adına verilen ödül söz konusu olduğunda, yarışma onura dönüşür. Benim için bu onurun ifadesi, Almancanın Ingeborg Bachmann Ödülü’dür.