"Kendisi de İstanbul Rum cemaati içinde büyüyen Herkül Millas’ın Aile Mezarı adlı romanı, aileye dair zeki, komik ve hepimize tanıdık gelecek ayrıntılarla dolu. Evlerimize çekildiğimiz ve aile büyüklerimizle haşır neşir olduğumuz; ölüm, mezar, cenaze gibi konuların aklımızı her zamankinden daha çok meşgul ettiği şu karantina günleri, Aile Mezarı’nı okumanın tam zamanı."
16 Nisan 2020 14:57
Sene 1991 olmalı. Lise sonda okuyordum. Tiyatro oyununda canlandıracağım karakterimin kostümünü tamamlayacak şapkayı almak üzere, bir sabah okulu asıp Beyoğlu’na çıktım. Tünel’e inerken, sağ kolda girdiğim o sokaktaki şapkacıyı daha önce, annemlerle tiyatroya veya İnci’ye profiterol yemeğe geldiğimizde keşfedip, aklımın bir köşesine yazmış olmalıyım. Yoksa nasıl öyle emin adımlarla yürürdüm?
Şapkacıda beni ihtiyar bir Rum kadını karşıladı. Son derece sakindi. Sanki ben kaç yıllık müşterisiydim. Sanki hâlâ kadınların şapka taktığı zamanlardan yaşıyorduk. Beni aynanın önüne oturttu. Başıma şapkaların birini takar, diğerini çıkartırken anlatıyordu. Kurtuluş’ta doğmuş, fakirlermiş, babası pastane işletirmiş. En güzel paskalya çöreğini o yaparmış. Şimdi Edirnekapı’daki Rum mezarlığında yatıyormuş anası, babası. Onları her Pazar ziyarete gidermiş. Derken durdu. “Tamamdır,” dedi. Siyah, geniş kenarlıklı saten bir şapkayı başıma oturtmuştu. İnce dantel tülü yüzüme iniyordu.
– Çok yakışmıştır sana. Oldun işte şimdi tam bir kukla.
Şaşkın şaşkın baktığımı görünce açıkladı:
– Kukla bizim dilde taş bebek demektir. Senin gibi güzel kızlara biz kukla deriz.
Herkül Millas’ın Doğan Kitap’tan çıkan Aile Mezarı romanını okurken kulağımda şapkacı Rum teyzenin sesi çınladı. Bunun tek sebebi romandaki aile fertleri arasında geçen diyalogların İstanbullu Rum ağzıyla yazılmış olması değildi. Ben şapkayı almaya gittiğim gün, Beyoğlu’nda başka bir şey arıyordum. O genç yaşımda farkında değildim ama şimdi biliyorum. Yitip giden bir başka İstanbul’un izini loş avlularda, süslü bir binanın arkasında kalmış bir ıssız bir geçitte, bir şapkacının altın yaldızla ismini yazdığı levhasında sürüyor, yitenlerin yasını tutuyordum.
Son elli yılda İstanbul en eski sakinlerini yitirdi. İstanbullu Rumlar ülkelerini, dedemler komşularını, Beyoğlu zarafetini, soluğunu… Aile Mezarı işte bu kaybın öyküsünü anlatıyor.
Hikâye Heybeliada’da açılıyor. Ekim 1957. “Olaylar”ın anısı ve acısı henüz çok taze. Aleksandros ile karısı Polikseni daha güvenlidir diye Heybeliada’da kalıyorlar. 6-7 Eylül olayları sırasında balyozla kapağı kırılan mezarlardan bir tanesi de küçük yaşta yitirdikleri oğullarına aittir. Biraz da bu yüzden, Atina’daki yaşlı baba Adonis’in aile mezarı inşası için para talebi canlarını sıkıyor. Hikâyenin bizi toprak, aile, kimlik üçlüsü içinde gezdireceği bu girişten anlaşılıyor. İstanbul’da doğmuş, büyümüş Aleksandros ve özellikle de kendi annesini Heybeliada kabristanına, küçük yaşta ölen oğlunu ise Şişli’deki Rum mezarlığına gömmüş karısı Polikseni, ailenin mezarının neden Atina’da inşa edilmesi gerektiğini anlamaz. Çünkü her ikisi için de “yurt” burasıdır, doğup büyüdükleri, sevdiklerini gömdükleri, kökenlerinin parçası. Poli yani İstanbul.
Polikseni mezar parası meselesine ilişkin olarak kayınvalidesine yazdığı mektupta şöyle der:
“Bizim hatırladıklarımız buradadır. Küçükken gittiğim ilkokul, mahallem, yani çocukken sokaklarında oynadığım mahallem buradadır… bir gün olur da buradan ayrılırsak başka bir yerde yeniden bir vatana sahip olmayacağız.” (s. 44)
Aleksandros ve Polikseni için vatan olarak İstanbul’u bellemiş olsalar da, gün içinde karşılaştıkları komşuları veya vapurda, çarşıda bir araya geldikleri insanlar ağız birliği etmişçesine onlara vatanlarının burası değil Yunanistan olduğunu işaret ederler.
Heybeliada’daki kuru temizlemeci Adil Bey şöyle der mesela:
“En iyisi herkesin kendi evine ve vatanına gitmesidir.” (s. 55)
Aynı Adil Bey birkaç sene sonra Polikseni’nin Heybeliadalı babası Paris öldüğünde şöyle diyecektir:
“Adamızın böyle bir insanı kaybetmiş olması çok acı. Kendi ailesinden ve vatanından uzak ölmüş olması da ayrıca üzücüydü.” (s. 124)
Varlık vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi şiddet içeren baskı ve yıldırma politikalarının yanı sıra günlük hayat içinde de Rumlar’a azınlık oldukları unutturulmaz. Huzursuzluk çıkması için bir grup gencin ada vapurunda yüksek sesle Rumca konuşup, eğlenmesi yeterlidir.
“Etrafta Türkler vardı ve rahatsız olabilirlerdi. ‘Kafamız şişti’ diye bir uyarı gelebilirdi. Daha saygılı olanlar ‘Konuşacak ne kadar çok şeyiniz varmış’ diyebilirdi. Bu tür müdahaleler seyrekti ama böyle bir şeyin olma ihtimali seslerin yükselmemesi için yeterliydi.” (s. 21-22)
Ve nihayet 1964 yılında Polikseni’nin korktuğu başına gelir. O güne kadar Türkiye’de yaşamaları uluslararası anlaşmalarla garanti edilmiş 12,500 Yunan tebaasına ait İstanbullu Rum ile onların ailesi 30,000 Türk tebaasına ait İstanbullu Rum, evlerini, mallarını, anılarını ve mezarlarını arkalarında bırakarak vatan bildikleri topraklardan sürülürler. Bu, benim çeyrek asır sonra yasını tutacağım sonun başlangıcıdır. Göçler 1970’li yıllar boyunca sürer. İstanbul’un en eski sakinlerinden bugün geriye toplam sayısı ancak birkaç bini bulan bir cemaat kalmıştır.
Aile, yanlarına götürmelerine izin verilen 20 kiloluk yükleri ve 20 dolara denk gelen paralarıyla Atina’ya sürülür. Aile mezarı için başta para isteyen baba Adonis’in Nea Smirni’deki evine cümbür cemaat sığışmaya çalışırlar. Kardeşler gerilir, kadınlar onları yatıştırmaya çalışır, zengin eniştelerin evlerinde sığıntı gibi yaşamlar başlar. İstanbul’da hissettikleri yabancılık hissi Atina’da da geçmez. Orada bir aile mezarları bulunmasına karşılık, Atina’lılar İstanbul’dan gelen soydaşlarına karşı fazla dost canlısı davranmazlar. Şiveleri ve cümle kuruşları onları ele verir. Öte yandan, Alexandros, Polikseni, Ahileas ve ailesi de Atina’lıların arasına karışmaya pek hevesli değildirler. Onlara göre Yunanistan’da insanlar yemek pişirmesini bilmezler. Zeytinyağlı yemekleri sıcak yerler. Öğlenleri istirahat ve sessizlik saatleri diye bir şey tutturmuş, o saatlerde uyumaktadırlar. Ev işleri bile o sessiz saatlerde yapılamaz. Böyle diyerek yine İstanbul’daki küçük cemaatlerini bir kez daha kurar ve oradan pek de çıkmadıkları bir hayata başlarlar.
Gelgelelim, büyük soru hâlâ ortada durmaktadır: Biz kimiz? Bizi biz yapan ortak paydamız nedir? Toprağımız ise, onu kaybettik. Anılarımızın mekânlarıyla atalarımızın mezarlarını da. O halde ortak dilimiz midir bizi bir bütün yapan? Ya o dili konuşamazsak? Bu noktada, Katolik bir yetimhanede büyüyen ve bir öksüz yetimin “her şey olabileceği” ihtimalini hiç aklından çıkaramayan büyükanne İsmini’den de bahsetmek gerek. Büyükannenin Katolik rahibeler tarafından büyütüldüğü de, Türkofon bir Ermeni ailenin çocuğu olması ihtimali de ailenin büyük sırları arasındadır ve bu sırrın “içeride” kalması için özen gösterilir. Ancak ailenin kimlik buhranına en büyük darbeyi filozof torun Kimon vuracaktır. Kimon, 1964 sürgünü sırasında Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi’nde öğrenci olduğundan İstanbul’da kalır ve daha sonra Türk Ajda’yla evlenir. Aile, modern ve güzel Ajda’yı kabullenir ama 1990’lı yıllarda İstanbul’da büyüyen torunları Ada’nın tek kelime Rumca bilmemesi onları üzer. Kendi kanlarından gelen torunlarıyla aynı dili konuşamazlar. Amerika’ya ve Avustralya’ya gidip yitmiş kardeş çocuklarının da Yunan dilini unuttukları hesaba katıldığında “biz”i bir arada tutan şey dil de değildir. O halde nedir?
Başka bir deyişle: Aile mezarına kim girecektir? Kimler dışarıda kalacaktır?
Kendisi de İstanbul Rum cemaati içinde büyüyen Herkül Millas’ın Aile Mezarı aileye dair zeki, komik ve hepimize tanıdık gelecek ayrıntılarla dolu. Evlerimize çekildiğimiz ve aile büyüklerimizle haşır neşir olduğumuz; ölüm, mezar, cenaze gibi konuların aklımızı her zamankinden daha çok meşgul ettiği şu karantina günleri, Aile Mezarı’nı okumanın tam zamanı. Yitirdiğimiz İstanbul’u renkleri, neşesi, vapurları, İspanyol Yahudisi çalgıcıları, şarkıları, çamları, aşkları ve bazı tanıdık simalarıyla yeniden yaşattığı için değil sadece, o en önemli soruyu önümüze koyduğu için: Yaşarken kavgasını verdiğimiz, çok önemli sandığımız meseleler bizimle mezara girdikten sonra geriye ne kalır?
Polikseni’nin rüyası bize bu konuda bir ipucu veriyor. Ama bu keşif de Aile Mezarı’nın kimi aksi, kimi bilge ama hepsi çok tanıdık karakterleriyle yakında tanışacak okura kalsın, isterim.
•