“Ticarî saikle kitap basmamak, küçük ve edebiyata sadık kalmak istiyorum”

Nobelli iki yazarı, birçok ödülü olan Londra merkezli küçük ama etkili yayınevi Fitzcarraldo’nun kurucusu Jacques Testard: “Belki yazarların, yayıncıların, okurların çok daha yakın ilişki içinde olduğu süreçler doğabilir bu yaşadıklarımızdan. Amazon’un yayıncılığın üzerindeki tekelinin kırılması da gayet iyi olur.”

21 Nisan 2020 18:30

Londra merkezli Fitzcarraldo Editions, son birkaç yıldır kitaplarını düzenli olarak alıp okuduğum, sevdiğim bir yayınevi. Yayınevinin kurucusu ve yönetmeni Jacques Testard ile söyleşi yapmayı ilk düşündüğümde yüz yüze bir konuşma için buluşacağımızı ummuştum. Covid-19 salgını başlayınca bu imkânsız oldu. Testard ile, İstanbul-Londra arasında, evlerimizden “zoom” marifetiyle, görüntülü başlayıp, kameraları kapatıp sesli devam ettiğimiz bir buçuk saatlik bir konuşma yaptık. Ben bu söyleşiyi yayına hazırlarken, Fitzcarraldo Editions, Jean-Baptiste Del Amo’nun Animalia adlı kitabıyla, Birleşik Krallık ve İrlanda’da küçük yayınevlerine verilen Republic of Consciousness 2020 (Bilinç Cumhuriyeti) ödülünü kazandı. Hemen ardından da Fernanda Melchor’un, Fitzcarraldo tarafından Sophie Hughes'un İspanyolcadan çevirisiyle basılan ve sadece sekiz paragraftan oluşan Hurricane Season adlı romanı Uluslararası Booker Ödülü 2020’nin kısa listesine kaldı.

Salgın ve salgına karşı önlemlerle nasıl başa çıkıyorsunuz? Bugünlerde bir gününüz nasıl geçiyor?

Günlük hayatım muhtemelen sizinkine çok benziyor. İki haftayı aşkın bir süredir evden çalışıyorum. Karımla yalnız yaşıyoruz. Londra’da şehir merkezinin güneydoğusunda küçük bir yerleşim birimi olan Peckham’da oturuyoruz. Bazı arkadaşlarımıza göre daha şanslıyız, burası kendi hâlinde küçük bir yer olduğu için ne zaman istersek dışarı çıkabiliyoruz. İkimizin de evden çalışmasına yetecek kadar geniş yerimiz var, bunun akıl sağlığımız açısından iyi olduğunu düşünüyorum. Konuştuğum kişilerin çoğundan bu yeni gerçekliğe uyum göstermenin, böyle bir ortamda “anlamlı” olduğu hissini veren bir iş yapmanın birçoğuna zor geldiğini anlıyorum. Ben de genel olarak yaptığım entelektüel açıdan zorlayıcı nitelikteki işleri yapmakta güçlük çektiğimi hissediyorum. Editörlük yapmak ve metin okumak hiç olmadığı kadar zor geliyor şu sırada. 

Bütün bunların yayınevi açısından anlamına gelince… Hiçbir planımızı değiştirmeden uygulama kararındayız. Ne zaman bir kriz yaşansa kendime “yayıncı olarak bizim rolümüz ne olmalı” diye soruyorum. Burada yaşadığımız ve tabii bununla kıyaslandığında o kadar da ciddi olmayan son kriz Brexit’ti. O zaman benim verdiğim tepki, “işimizi yapabildiğimiz en iyi şekilde yapmayı sürdürmeliyiz” idi. Şimdi de aynı muhasebeyi yaptık ve “yapabildiğimiz sürece işimizi aynen yapmaya devam edeceğiz” dedik. Basacağımız kitaplarda, yayın takviminde şu an için bir değişiklik öngörmüyoruz. Şayet matbaalar çalışmaz ve matbu kitapları piyasaya çıkarmak imkânsız bir hâl alırsa, o zaman birkaç aylık bir süre için kitapları dijital olarak yayınlayıp matbaa baskılarını sonra yapacağız. Yönetiminde olduğumuz iki edebiyat ödülünün takvimi ise aynen işleyecek. Elimize geçen yeni kitap metinlerini okumayı her zamanki düzeninde sürdürüyoruz. İlaveten birkaç yeni iş daha yapıyoruz. Blogumuzu yeniledik, yazarlarımızdan ve çevirmenlerimizden buraya yeni yazılarını ya da okuma listelerini, bunun gibi şeyleri göndermelerini istiyoruz. Herkesle iletişimi sürdürüp mümkün olduğunca işlerimizi aksatmamaya uğraşıyoruz.

Jacques Testard ve Tamara Sampey-Jawad, Fitzcarraldo'nun Güney Londra'daki ofisinin önünde.

Bu salgının edebiyat ve yayıncılık dünyası üzerindeki potansiyel etkisine ilişkin fikrinizi soracağım ama önce Fitzcarraldo’nun hikâyesini konuşalım. Yayıncı olmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında beni yayıncılığa hazırlayan özel bir durum yoktu. Yayıncılık yapan bir aileden filan gelmiyorum. Babam bir şirkette yönetici danışmanlığı yapıyordu. Annem sanatçı, takı tasarımı yapıyor. Yetişme sürecimde sıradışı olan tek şey sanırım Fransız olmam, Paris’te doğmuş olmam, annemle babamın Fransız olması, sonra ben beş yaşındayken babamın girdiği bir iş nedeniyle Londra’ya taşınmamız, annemle babamın beni altı yaşından itibaren İngilizce eğitim yapan bir okula göndermeleri ve erkek kardeşlerimle birlikte, Britanya eğitim sistemi içinde, iki dilli olarak yetişmem. Küçük yaştan itibaren hep çok kitap okurdum ve her iki dilde birden okurdum. Üniversitede tarih eğitimi gördüm. Dublin’deki Trinity College’a gittim, sonra da master için Oxford’a. Doktora yapmayı ve akademik hayatta kalmayı bir an düşündüm ama araştırma yapmaktan çok sıkıldığımı anladım. 2010’da Sunday Times’da gazeteci olarak çalışmaya başladım. O sıralarda Dublin’de üniversiteden arkadaşım olan Ben Eastham’la bir edebiyat dergisi kurmaya karar verdik; tam ne olmak istediğimizi bilmiyorduk sanırım, üniversiteden yeni mezun hevesli yazar, editör ve eleştirmenlerdik. Londra’da The White Review adını verdiğimiz dergiyi kurduk. Düşüncemiz okurlardan, yazarlardan ve eleştirmenlerden oluşan bir çevre yaratmak, yeni kuşak yazarların ve sanatçıların ürünlerinin nispeten daha yerleşik olanlarla birlikte yayımlanacağı bir platform kurmaktı. O güne dek birkaç yerde, Paris’te Autrement adlı bir yayınevinde, New York’ta da The Paris Review ve Farrar Straus & Giroux’da staj yapmıştım. The White Review ise kendi adıma, arkadaşım Ben’le birlikte, ilk iş deneyimimdi ve editörlüğün, yayıncılığın tadını almamı sağladı. Sunday Times’daki gazetecilikten sıkılmıştım. Notting Hill Editions yayınevinde birkaç yıl editör olarak çalıştıktan sonra Fitzcarraldo’yu kurdum. 

Sorunuza çok uzun bir cevap vermiş oldum ama sanırım hayatım boyunca iki dilde ve çok geniş bir kapsamda okumak, The White Review’da editörlüğü öğrenmek, o dergide çağdaş öykü ve denemelerin editörlüğünü giderek daha derinleşerek yapmaya başlamak beni yayıncılığa hazırlamıştı.

2014’te Fitzcarraldo’yu kurarken kaç yaşındaydınız?

Yirmi dokuz.

Yayınevine Werner Herzog’un meşhur filminin ismini vermeniz, sizi bekleyen zorluğun farkında olduğunuzu gösteriyor. 

Evet. Filmi izleyenlerin hemen anlayabileceği üzere, Fitzcarraldo ismi böyle bir yayınevi kurmanın aptallığına işaret eden pek de üstü örtülü olmayan bir metafor. Bu işin Amazon ormanlarının ortasındaki buharlı bir gemiyi bir dağın tepesinden aşırtmaktan farkı yok.

Bu genç yaşta tek başınıza yayınevi kuracak parayı nereden buldunuz?

Çok şanslıydım çünkü bana bu işi kurmam için borç vermeyi kabul eden biri vardı. Fakat başlangıçta Fitzcarraldo çok küçük bir şirketti, müdürü ve tek çalışanı bendim. Her işi tek başıma yapıyordum. İlk yıl sadece altı kitap bastım. Üç kurmaca üç de deneme. The White Review ve Notting Hill Editions’daki deneyimim sayesinde bir kitabın editörlüğü nasıl yapılır, bir kitap nasıl üretilir biliyordum ama bir kitap nasıl satılır, onu pek bilmiyordum. Dağıtım ve iletişim işini pek bilmiyordum. Küçük ölçekte başlamamın nedenlerinden biri de buydu. Tabii, büyük şansım yayınevinin daha başlangıç aşamasında Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman kitabının haklarını satın almam oldu.

Aleksiyeviç’in yayıncısı olmanızın hikâyesine geçmeden önce, daha işin en başındayken nasıl bir yayınevi hayal ettiğinizi anlatır mısınız? Kurduğunuz yayınevini Britanya’daki ve dünyadaki diğer yayınevlerinden farklı kılacak şey neydi sizin kafanızda? 

Fitzcarraldo’yu kurduğumda dört yıldır The White Review’un editörlüğünü ve yayıncılığını  yapıyordum. Ve o dergide yaptığımız tür yayıncılığı yayınevinde de sürdürmek istiyordum. İhtiraslı çağdaş yazarlara odaklanmıştık. Bir edebiyat dergisi olmak işin doğası gereği sizi bir nişte var olmaya yöneltiyor, zira edebiyat dergileri hiçbir zaman çok satmıyor. Ama bu da piyasa baskısının dışında kalabilmenizi, size hakikaten ilginç gelen şeyleri yayınlayabilmenizi sağlıyor. Bu da benim için biçimsel bakımdan daha deneysel olan ya da bir janrdan diğerine geçiş yapabilen bir yazı türüydü. Tek bir biçimle ya da türle değil ama her türde buluş yapabilen, yeni bir şeyler deneyebilen bir edebiyat ilgimi çekiyordu. Notting Hill’deki işimden atılıp şimdi ne yapsam diye düşünürken, Londra’da çalışabileceğimi hayal ettiğim sadece iki yayınevi vardı ama ikisinde de boş bir editörlük pozisyonu yoktu ve Notting Hill’deki tecrübem beni Fitzcarraldo’ya yönlendirdi. Kısaca anlatmam gerekirse Notting Hill’i kurup yöneten adam çok kötü bir patrondu… 

Tom Kremer’dan [1] söz ediyorsunuz…

Evet, ne yazık ki birkaç yıl önce vefat etti. Onunla tanıştığımda da ihtiyarlamıştı, seksenlerine varmıştı. Yönetim tarzı hoş değildi ve benim istediğim, benim ilgilendiğim türden bir edebiyatı yayımlamıyordu, böyle bir yayıncılığı sistematik olarak yapan başka bir yer de yoktu. Yayıncılık dünyasında bir boşluk gördüm. Benim okumak istediğim kitapları sistematik biçimde yayımlayacak bir yer olsun diye düşündüm. Ve bunu sadece İngilizce yazanların kitaplarıyla değil çeviri aracılığıyla da yapmak istedim. Bir diğer arzum da, sadece kurmaca ile değil en az kurmaca kadar deneme türüyle de ilgilenecek, her ikisini de basacak bir yayınevi olmasıydı. Kurmaca dışı çağdaş edebiyata geniş yer vermek istedim. Başlangıçta kafamdan geçenler buydu… Neyi hedeflediğime gelince, doğrusu bunu en başta pek bilmiyordum. Gençtim ve bir yayınevi nasıl yaşatılır, bunu bilmiyordum. Bilmediğim için de zaten o kadar küçük bir parayla başlamakla yetinmiştim, ne beklemem gerektiğinden habersizdim. Kesin olarak bildiğim şey, sadece edebiyat basmak istediğimdi ve hiçbir zaman salt ticarî nedenlerle bir kitap basmayı kabul etmeyecektim. Ve çok naif biçimde, basmak istediğim kitapları okumak isteyecek insanlar bulabileceğime inanıyordum.

Ben onlardan biriyim. Hem kitaplarını bastığınız yazarlarla bir okur olarak benim aramda hem de o yazarların kendi aralarında adını koyamadığım bir bağ hissediyorum. Adeta bir “mahalle” kuruyorsunuz. Mesela Kate Briggs’in çeviri yapmak üzerine yazdığı olağanüstü This Little Art (Bu Küçük Sanat) kitabını okurken “çevirmen” Esther Kinsky’yi tanıdım, sonra “yazar” Kinsky’nin River (Nehir) ve Grove (Koru) kitaplarını yine Fitzcarraldo sayesinde keşfettim. Yazarlarınızı, okurlarınızı, editörlerinizi buluşturan ortak bir tür yazı zevki ve iştahı var sanki. 

Ne demek istediğinizi anlıyorum. Bunun tam üzerine parmak basmak kolay değil. Bir yandan Fitzcarraldo’nun kataloğu sizin de bildiğiniz üzere kendi içinde ciddi bir çeşitlilik barındırıyor. Edebiyat metinlerindeki farklı tarzları bir araya getiriyor. Ama ben de bütün bunları buluşturan şeyin, ortaklaştıkları şeyin ne olduğuyla ilgiliyim. Sanırım benim ilgimi çeken yazma biçimi, sahih ve aynı zamanda derinlikli, elbette anlam derinliği olan bir üslup. Bunun yanı sıra yazarlarımızın ve kitaplarımızın çoğunu buluşturan özelliklerden birinin de tarihsel temel bilgisi olduğunu söyleyebilirim. Belki kısmen tarih eğitimi görmemin bir sonucudur bu; kataloğumuzda tarih bilinci, geçmişe bakış, hafıza çok önemli bir yer tutuyor. Bir de en başından itibaren şöyle bir fikir hep vardı bende: Fitzcarraldo kataloğunun kendi içinde uyumlu bir bütün oluşturmasını hep istedim. Eğer basıp basmamaya karar vermek üzere ilk kez okuduğum bir metin, bastığımız başka kitapları hatırlatıyorsa bana, o metin bilinçli veya bilinçsiz şekilde daha önce yayımladığımız bir kitapla konuşuyorsa, bu kesinlikle çok iyi bir şeydir. Roberto Calasso’yu biliyor musunuz?

Kıraathane Kitapları diye minik bir yayınevimiz var ve Calasso Türkçe yayın haklarını aldığımız yazarlardan biri.

Fitzcarraldo’yu kurmamdan bir yıl kadar sonra Calasso Yayıncının Sanatı adlı kitabını yayımladı. O kitapta işlediği fikirlerden biri de şuydu: Bir edebiyat yayıncısının kataloğu kendi içinde bir sanat eseridir; bastığı her kitap bir zincirin halkasıdır, o zincir halkalarından daha büyük bir sanat eserini oluşturur. Fitzcarraldo kataloğunu da böyle düşünmek istiyorum. Takımyıldızlar gibi de bakabiliriz buna. Kataloğu bir galaksi gibi düşünebiliriz. Burada bazı kitaplar diğerleriyle daha fazla konuşurlar ama bir şekilde bütün kitaplar farklı temalar ya da biçimsel benzerlikler üzerinden birbiriyle bağlantılıdırlar. Bizim kataloğumuz da böyle kendi içinde uyumlu bir bütün. Sadece benim kafamda öyle olmadığını umuyorum.

Bende “Fitzcarraldo basmışsa alıp okurum” diye bir algı var doğrusu. Bu, bir yandan mesela Mathias Énard, Annie Ernaux, Alejandro Zambra, Agustín Fernández Mallo gibi önceden okuyup sevdiğim yazarların kitaplarının Britanya’da Fitzcarraldo’dan çıktığını görmemden, bir yandan da bilmediğim bazı yazarları siz onları basınca keşfedip sevmemden kaynaklandı. 

Peki, bu “galaksi” etkisinde tasarımın rolü nedir? Tek tip, kurmaca için mavi, kurmaca dışı için beyaz kapaklarda karar kılmak iktisatlı ve pratik olduğu kadar riskli bir şey değil miydi?

Evet, riskli bir karardı bu. Tasarım belki biliyorsunuz Ray O’Meara adlı sanatçının ürünü. Onunla uzunca bir süredir çalışıyorduk. The White Review’un sayfa tasarımını da yapıyor. Fitzcarraldo’yu kurarken parasal sıkıntılardan çekindiğim için Ray’le oturup konuştuk, beni teşvik eden, vazgeçmememi sağlayan oydu. Ray’den başkasının tasarımı yapması asla söz konusu olmadı. Ve daha en başında kitapların kapağına imaj koymaya direnme kararı verdik. Özellikle Anglofon yayıncılık dünyasında kitapların içeriğini literal biçimde yorumlayarak kapakta yansıtma eğilimi var. Bu da edebiyatın görselliği kullanarak bir nevî ticarîleştirilmesi bence. Bunu istemediğimiz için daha en başta sadece tipografik kapaklar yapacağımızı biliyorduk. Sanırım ilham büyürken okuduğum kitaplardan geldi.

Fransız yayınevlerinin kitapları mı?

Evet, Gallimard gibi, Minuit gibi tasarımcısını hiç değiştirmeyen yayınevlerinin kitapları. Gallimard sanırım 1895’ten beri aynı görünümde kitaplar basıyor. Ve tabii Almanya’da Suhrkamp, İtalya’da Adelphi, İspanya’da Anagrama gibi kendilerine özgü birer görsel kimliği olan yayınevlerinden de esinlendim. Düşüncemiz şuydu: İstikrarlı biçimde edebî değeri çok yüksek kitaplar yayımlarsak zaman içinde okurların bizim markamıza sadakati oluşacaktı, demin sizin dediğiniz gibi bir güven peşindeydik, “Fitzcarraldo bastıysa sıradışı, diğer yayınevlerinin pek de yayımlamadığı türden bir kitaptır” duygusunu sağlamanın peşindeydik. Bilge, yeni ve taze bir şeyin peşindeydik. Çıkış noktamız buydu. İlk başta dağıtımcımıza –o günlerde Londra’daki Faber & Faber yayınevinin şirketi yapıyordu dağıtımımızı– kapakların tasarımını gösterdiğimde bana deli olduğumu söylediler.

Neden?

Çünkü kitapçılara, kitap satıcılarına çok fazla baskı yapmış, çok fazla iş yüklemiş oluyorduk. Zira kapaklara bakarak kitabın içeriği hakkında hiçbir fikir edinemeyecek ve okura satabilmek, konumlandırabilmek için hakikaten de kitapları okumaları gerekecekti. Kapak görselinin gücüne dayanarak satış yapma şansları yoktu. Bunu duyunca bir an duraladım. Dediğim gibi, satış işinde deneyimim yoktu. Ray ise, “Ne dediklerini anlıyorum ama bu sadece satış elemanlarının görüşü. Bu tasarıma bir yıl sadık kal. İşler nasıl gidiyor görelim, sonra gerekirse değişiklik yaparız” dedi. Ve tabii, haklı çıktı. Kitapçılar kitapları okuyup sevdiler. Üstelik kitaplar bir araya geldikçe hoş da görünüyorlar.

Sanırım Foyles’da [2] görmüştüm; merdivenlerin yanındaki beyaz duvar boyunca mavi kitaplarınızla beyaz kitaplarınız basamak basamak sıralanmış, çarpıcı bir enstalasyon oluşturmuştu.

Evet, belki de birkaç yıl içinde okurların mavi-beyaz birer Fitzcarraldo rafı olur diye umuyorduk. Kitapların bir seri duygusu vermesi, bir koleksiyon oluşturması hayali bize ilham verdi. Ayrıca Birleşik Krallık’ta kimse bunu gerçekten yapmadığı için kendimizi diğerlerinden ayırmanın, kitaplarımızın diğer kitaplar arasında dikkat çekmesini sağlamanın da bir yoluydu. Geniş okur kesiminde görsel düzeyde tam bir marka tanınırlığına ulaşmış çok az yayıncı var; Penguin onlardan biri ve Faber en azından şiir serisinde öyle; kim oldukları, ne yaptıkları gayet aşikâr. Fakat genel olarak okurların büyük çoğunluğu kimin ne bastığını ilk anda bilemiyor. Bu kapakları seçmek bizim açımızdan kimlik oluşturmanın en basit yoluydu.

Her yeni kitap için kapak düşünmeniz de gerekmiyor.

Bize para ve zaman tasarrufu sağlıyor. Londra’daki, Amerika’daki ve Avrupa’daki yayıncı dostlarımın kapak tasarımı için harcadıkları zamanı, yaptıkları tartışmaları, gel-giti görüyorum ve bununla uğraşmamız gerekmediği için gerçekten memnunum.

Kitaplarınızda kullandığınız font da size özgü, adı Fitzcarraldo… Bunun hikâyesi nedir?

Yine Ray’in marifeti. Tipografi onun gerçek tutkusu ve The White Review’da kullandığımız fontu da o tasarlamıştı. Fitzcarraldo için ise kapakları tasarlamadan önce fontu çizdi, kapaklar bu fonta uyum gösterecekti. Yayınevinin kuruluş temellerinden biri bu font.Yayınevini şahlandıran ise Svetlana Aleksiyeviç gibi bir yazarı İngilizceye kazandırmanız oldu. Daha büyük yayıncılar dururken niye siz? Aleksiyeviç’i ilk ne zaman okudunuz, size neden hitap etti?

Svetlana'yı ilk olarak Fransızca okudum, onun yazdıkları bildiğiniz gibi insanın aklını başından alıyor, insanlarla söyleşirken ruhlarının derinliklerine inebiliyor. Ayrıca Rusya beni hep etkilemiştir, onun yirminci yüzyıl Rusyasına ilişkin anlattıklarını çok etkileyici buldum. Çevirtip basma şansına sahip olduğum birkaç başka yazar gibi Aleksiyeviç de diğer dillerde bilinmeye başlamıştı ama İngilizcede yoktu. Kitaplarını okurken bir de baktım ki İngilizce yayın hakları serbest. Fitzcarraldo’yu kurarken bir liste yapıp, yayın hakları serbest olabilecek yazarları alt alta yazmıştım. Listenin başında Svetlana vardı. İkinci El Zaman için dünyada İngilizce kitap basan hiçbir yayınevinin teklifte bulunmamış olduğunu görmek beni hayrete düşürdü. Onun kitaplarını İngilizce basmak isteyen tek kişi bendim. Bu tabii Anglofon yayıncılık açısından da bir şey söylüyor bize. Rusya’da best-seller olan, kitapları Rusçada otuz beş yıldır istikrarlı biçimde çok satan, Avrupa’da tanınmaya başlamış, Fransa’da ve özellikle de Almanya’da kitapları satılan bir yazarı İngilizcede basmak onlara riskli görünüyordu. Çünkü kitapları uzun ve karmaşıktı, üstelik de Sovyetler Birliği hakkındaydı. Yayınevini kurup sadece tek bir kitap basmış biri olarak, bu muazzam eserin haklarını hiç kimseyle rekabete girmem gerekmeden alabilmem şaşırtıcıydı.  

Tabii, şunu da söylemeliyim. Ben herhalde Fitzcarraldo’yu başka herhangi bir dilde başlatamazdım (gülüyor), zira benim şimdi bastığım kitapların önemli bir bölümü Avrupa’da başka dillerde daha önce basılmış kitaplar… Her şeyi geriden takip eden sadece İngilizce yayıncılık âlemi. Dar görüşlü bakan, ne yazık ki İngilizce yazılan metinlere çok fazla odaklanıp bu dilsel sınırların ötesine pek bakmayan bir çevre.

Birleşik Krallık’ta yayımlanan kitapların ne kadarı İngilizce dışındaki dillerden tercüme?

Geçen yıl Birleşik Krallık’ta satılan, basılan değil satılan kitapların sadece yüzde 5’inin İngilizce dışı dillerden çevrildiği söyleniyor.

İngilizce ve Fransızca dışında bir dilde kitap okuyor musunuz?

İspanyolca okuyorum ama biraz yavaşça…

Anglofon yayıncılıkta dönemsel trendler de yok mu? Bir bakıyorsunuz, Koreli yazarlar birbirinin peşi sıra çevrilmeye başlıyor; başka bir dönem Afrikalı yazarlar öne çıkıyor. Anglofon yayıncılığı yakından takip eden Türkçe gibi bazı dillerdeki çeviri tercihlerini de etkileyebiliyor bu. Anglofon yayıncıların radarında olmayan bir yazar, bir dil bazen sırf bu yüzden sadece Türkçe okuyan bir edebiyatseverin erişimi dışında kalabiliyor.

Bu gerçekten çok üzücü. Birçok başka alanda olduğu gibi, bir bütün olarak yayıncılık dünyasının emperyalist dili de İngilizce, o kesin. Çok yazık çünkü başka dillerde yazılan edebiyata ilişkin Amerikalı ve Britanyalı yayıncıların sahip olduğu bilgi, diğer ülkelerin yayıncılık kültürlerine kıyasla çok kıt ve üstelik ben bunu söylerken sadece iyi bildiğim ülkelerden, yani Batı Avrupa ülkelerinden bahsediyorum. Sadece iki dilli yetişmiş olmak bile beni, çeviri edebiyat yayımlayan diğer yayıncılar karşısında muazzam avantajlı kılıyor, çünkü onlar yalnızca İngilizce biliyorlar. Sadece iki dille bile insanın rakiplerini ezecek bir güce sahip olması hüzün verici. Oysa mesela Suhrkamp’ta çeviri edebiyat editörü olabilmeniz için en az üç dili iyi bilmeniz gerekir. Bu işin asgarisi. Ben beş altı dilde okuyup yazan editörler tanıyorum. Çoğu insanın Britanya’daki en önemli yayınevi olduğu konusunda hemfikir olacağını düşündüğüm Faber & Faber’da ise başka bir dil konuşan tek bir editör bile yok. Hepsi monoglot. Sadece İngilizce biliyorlar.

Çok şaşırtıcı bu.

Dolayısıyla Britanyalı ve Amerikalı yayıncıların, dünya çapında hangi kitapların görünürlük kazanacağı konusunda öncü rol oynamaları insana keder veriyor. Ama durum bu, İngilizce herkesin ortak iletişim dili.

Aleksiyeviç’in haklarını tam ne zaman aldınız, sonrasında Nobel ödülünü kazanması yayınevinizi nasıl etkiledi?

Yine başa dönmeliyim; Fitzcarraldo’yu Şubat 2014’te kurdum. İlk kitabımızı Ağustos 2014’te bastık, bu Mathias Énard’ın Mıntıka romanıydı. O yılın Ekim ayında ilk kez Frankfurt Ki̇tap Fuarı’na gittim; iki kitap çıkarmıştık, ikinci kitabımız da Simon Critchley’nin Bellek Tiyatrosu idi. Frankfurt’tan hemen önce Svetlana’nın edebiyat ajanı Galina Dursthoff’la temas kurup, haklarının serbest olduğunu öğrenmiştim. Fuarda gayet naifçe, bastığımız iki kitabı koltuğumun altına alıp, Galina’ya gittim. İngilizce, Fransızca veya İspanyolca bilmediği için tercüman aracılığıyla konuşuyorduk, Svetlana’nın kitaplarını basmak istediğimizi söyledim. Bana şöyle bir bakıp “Nyet” dedi, “Svetlana’nın haklarını sana satamam.” Ertesi gün Nobel Edebiyat Ödülü açıklandı ve Modiano kazandı. İki gün sonra Galina’ya ilk seferkinden daha yüksek bir teklif yaptım, fuarda Svetlana’nın İngilizce haklarıyla başka ilgilenen kimse yoktu ve sonunda hakları aldım. Tam bir yıl sonra, Frankfurt Kitap Fuarı’ndan bir hafta önce Nobel Edebiyat Ödülü’nü Svetlana kazandı ve bu kez fuara onun İngilizce haklarına sahip bir yayıncı olarak gittim. Hayatımda ilk kez çok büyük bir telif hakkı müzayedesine katıldım, on bir teklif geldi ve ben Svetlana’nın ABD’deki yayın haklarını altı basamaklı gayet yüksek bir fiyata Random House’a sattım. O sırada hâlâ yayınevinde tek başıma çalışıyordum. Bu para biraz genişleyip eleman alabilmeme ve daha fazla kitap basabilmeme imkân verdi. İkinci El Zaman’ı 2016’da çıkarabildik. Çünkü bildiğiniz üzere epeyce uzun bir kitap, kitabı İngilizceye çevirmek Bela Shayevich’in bir yılını aldı ve bunu da Nobel sonrasında onu çok acele ettirmemiz sonucunda yapabildi. 

Aleksiyeviç bizi yayıncılık haritasına yerleştirdi. Yılda altı kitaptan sekiz kitaba çıkmamızı, sonrasında da üçüncü yılda on kitaba çıkmamızı sağladı. Fitzcarraldo’nun yazar ve kitap listesi okurlar, gazeteciler ve eleştirmenler tarafından daha fazla ciddiye alınmaya başladı. Fakat bizim satış ve övgü anlamında başarılı olan ilk kitabımız Aleksiyeviç’inki değildi. Claire-Louise Bennett’ın kitabı Pond’u (Gölcük) 2015 Ekim ayında bastık; geniş ilgi görüp yüksek satışa ulaşan ilk kitabımız buydu.

Aleksiyeviç’i basmaya başlamanızın üzerinden dört yıl geçti. Ne kadar büyüdünüz? Kaç editörle çalışıyorsunuz, yılda kaç kitap basıyorsunuz, kaç yazarınız var?

Yılda on beş kitap basıyoruz, bu yıl öyle. Geçen yıl on üç kitap bastık. Kırk yazarımız var. Fitzcarraldo’da dört kişiyiz. Yayıncı olarak ben varım, üç yıldır birlikte çalıştığım Tamara Sampey-Jawad sonradan yardımcı yayıncım oldu, son bir yılda biraz editörlük de yapmaya başladı ve ilk kez altı ay önce bir kitabın haklarını bizzat satın aldı. O tek kitap haricinde bütün kitapların haklarını satın alan benim. İki de iletişimcimiz var. Yani hâlâ çok küçük bir ekibiz. Editörlük işini büyük ölçüde ben yapıyorum. Tabii, şimdi salgın nedeniyle koşullar değişti ama bu yıl bizim için bir sınav yılı olacaktı, çünkü dört kişilik bir ekibin yılda on beş kitap çıkarması hiç de az iş değil.

Çevirmen Jennifer Croft, yazar Olga Tokarczuk, yayıncı Jacques Testard; Tokarczuk'a 2018 Uluslararası
Man Booker ödülünün verildiği törende...

“Hâlâ çok küçüğüz” diyorsunuz ama bir Nobelli yazarınız daha var; Olga Tokarczuk’un kitaplarını basmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Bir önceki krizimize götürüyor bu soru beni. Birleşik Krallık, 2016’daki referandumda Avrupa Birliği’nden ayrılma yönünde karar verince, The White Review’daki editör ve eleştirmen arkadaşlarımla yayıncı olarak bizlerin böyle bir şeye cevap olarak ne yapmamız gerektiğini konuştum. Ve vardığımız sonuç daha önce de söylediğim gibi, “yaptığımız işi en iyi biçimde yapmayı sürdürmek” oldu. Büyük jestlere, çıkışlara, mesela “Brexit Üzerine Yazılar Antolojisi” basmaya gerek yoktu. Brexit referandumundan hemen sonra, Birleşik Krallık’taki Polonyalı göçmenlere yönelik saldırılar başladı. Bildiğiniz üzere, yirmi birinci yüzyılın başında, Polonya’nın AB’ye katılması ardından çok sayıda Polonyalı burada çalışmaya gelmişti. Ve her nedense Polonyalı göçmen imajı, New Labour’ın[3] göçmenlere karşı izlediği hoşgörülü politikanın simgesine dönüşmüştü. Biz de kısmen çeviri edebiyat yayıncılığında yoğunlaştığımızdan, ben Brexit’e tepki olarak Polonyalı yazarları İngilizceye kazandırmaya yöneldim. Britanya’nın kültürel coğrafyasında Polonyalıların sesi daha çok duyulsun istiyordum. Tam da buna karar verdiğim günlerde, bana değerlendirmem için iletilmiş dosyalardan biri Jennifer Croft’tan kısmî bir çeviriydi, sonradan basmaya karar verdiğimiz Koşucular adlı kitabın 200 sayfalık bölümüydü. O 200 sayfayı, tam da kitabın adına (İngilizcedeki adı “uçuşlar” anlamına gelen Flights - YÇ ) uygun biçimde bir uçuş esnasında okudum ve okur okumaz da bu yazarı daha önce okumamış, Olga’nın kitaplarını basmak için daha önceden harekete geçmemiş olduğum için kendime çok kızdım. Derhal Olga’nın Polonyalı yayıncısına hem o kitap için hem de gelecek yıl yayımlayacağımız Books of Jacob (Yakub’un Kitapları) için teklif götürdüm.

Koşucular’ı basmam yayıncılıkta talihimin en yâver gittiği tecrübe oldu. Bu kitap Polonya’da neredeyse on yıl önce çıkmış fakat İngilizcede yayıncı bulamamıştı. Biz kitabın haklarını satın aldıktan sonra öğrendim ki Londra Kitap Fuarı’nda “odak ülke” olarak Polonya seçilmiş ve fuarın bir gününde de Olga “Günün Yazarı” olarak onurlandırılacak. Birdenbire kitabımız için adeta bedava bir tanıtım imkânı doğmuş oldu. Ondan sonra da o kitabın yayımlanması sürecinde olabilecek her iyi şey tek tek başımıza geldi, bu iyilikler 2018’de Uluslararası Booker Ödülü’yle ve tabii geçen yıl da Nobel’le taçlandı. 

The Books of Jacob’ın haklarını daha önce almış olmanıza rağmen Tokarczuk’un Agnieska Holland’ın filmine de konu olan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanını basmaya öncelik verdiniz…

İki kitabın haklarını aldıktan epeyce sonra, Koşucular çıkmak üzereyken Olga’yla buluştuk. Olga, Jennifer Croft ve Olga’nın diğer çevirmeni Antonia Lloyd-Jones’la bir araya geldik. Ve bu kez Olga’nın bütün külliyatını İngilizce yayımlama konusunu ve bunu en iyi hangi sırayla yapmak gerektiğini konuştuk. O sırada Olga’nın en önemli kitabı, başyapıtı olan The Books of Jacob’ı bekletmeye ve Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi yayımlamaya karar verdik. Amaç, Olga’nın İngilizcedeki okur kitlesini giderek büyütecek şekilde, adım adım oluşturmaktı.

Aleksiyeviç ve Tokarczuk gibi iki muazzam yazarı İngilizceye herkesten önce kazandırmış olmanız Fitzcarraldo’ya ilgiyi nasıl etkiledi? Diğer kitaplarınız da çok satmaya başlamış, kitaplarını yayınevinizden çıkarmak isteyen yazarların sayısı artmış olmalı.

Elbette bir fark yarattı. Aleksiyeviç’in Nobel kazanması, benim ana akım yayıncılık tarafından basılması çok zor görünen ama çok iyi olan kitapları basma riskini almamın değerini teyid etmiş oldu. Ve yayıncılığımı genişletmem için ihtiyaç duyduğum mali güvenlik hissini bana verdi. Diğer çok önemli gelişme ise, Booker ödülüydü. Koşucular Uluslararası Booker Ödülü’nü kazanınca çok fazla kitap sattık. Bu kitap dünya çapındaki ilk “best-seller”ımız oldu. O sırada iki tam zamanlı, bir yarı zamanlı çalışandan ibaretken bir kişiyi daha işe alabildik. Olga’nın Nobel’i alması satış ve görünürlük açısından bizi bugün olduğumuz yere taşıdı. Bu üç ödülün kataloğumuzun geri kalanını etkilediğinden, kitaplarını bastığımız bütün yazarların görünürlüğünü artırdığından kuşku yok. Ama bu etkiyi ölçmek, bu ödüller olmasaydı bugün nerede olacağımızı tahmin etmek kolay değil.

Bununla birlikte, benim kafamda biz hâlâ ilk çıkış dönemimizi yaşıyoruz. Küçük ve bağımsız bir yayıneviyiz. Yıllık bazda yavaş yavaş büyüyoruz. Potansiyelimizin zirvesine ulaşmış değiliz, ki bence bu bizim bastığımız türden kitaplarla ilgilenen bütün okurlara ulaşabilmektir. Büyük yayınevlerinin sahip olduğu geniş kültürel etkiyi inşa edebilmemiz, ülkedeki bütün kitapçıların dikkatini üzerimize çekebilmemiz yıllar alacak. Mesela bir Penguin’in sahip olduğu türden ana akım ilgiye kavuşmamıza daha çok var.

Siz sonradan ödüllerle teyid edilen kararlarınızla akıntıya karşı gittiniz. Bir anlamda trendlere direnirken trend yaratma konumuna geldiniz. Yayıncılıktaki trendler hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir yayıncı trendlere nasıl direnebilir ya da direnmeli mi?

Ben yayıncılığa “Bu konu popüler. Demek ki bu konuda bir kitap çıkarmalıyım” diye bakmıyorum. Trend olduğu için yazılmış kitaplar beni ilgilendirmiyor. Ben konusu ne olursa olsun, eğer bir kitabın edebî değeri varsa, yazılma biçiminde, üslubunda, sesinde sıradışı bir şey varsa onu basmaktan yanayım. Trendlerin neden ve nasıl geliştiğine ilişkin olarak size içgörü verebilecek biri değilim.

İçinde bulunduğumuz an, tüm bunların dışında duran bir yayıncı için iyi bir an bence. Bizim basmayı tercih ettiğimiz türden kitaplar için, yani formüllere dayanmayan ve kitlesel yayıncılık yapanların defaatle, her yıl yeniden benzerlerini yayımladığı kitaplardan farklı olan kitaplar için güçlü bir iştah seziyorum. Size de öyle gelmiyor mu?

Umarım öyledir. “Formüllere dayanmayan” tarifi, biraz önce Fitzcarraldo kataloğunun bende yarattığı hissi anlatmaya çalışırken aradığım tarifti aslında. 

Biraz deneme serinizi konuşalım mı? Kapak tasarımınızın hem bütün kitaplara ve yazarlara “eş görünüm ve eşit konum” sağlama etkisi var hem de beyaz (deneme) serinizle mavi (kurmaca) seriniz daha ilk bakışta “eşdeğer” bir statüye sahip.

Evet, kesinlikle böyle bu.

Beyaz seride yeni, taze ve dinamik bir deneme koleksiyonu oluşuyor; Brian Dillon’ın denemenin iç çelişkilerini, etkisini ve gerilimini ele aldığı Essayism (Denemecilik) kitabını basmanız da bence bu önemli tercihe uygun. Kurmaca dışı edebiyatın artan etkisi ve kurmacanın “inandırıcılık krizi” konusunda ne düşünüyorsunuz?

Kurmaca konusunda da deneme konusunda da, bir bütün olarak edebiyat konusunda da düşünürken “geleceği” pek düşünmüyorum, nereye gidildiğine bakmıyorum. Deneme türü benim için hep çok önemli oldu. Beyaz serimiz, kurmaca dışı edebiyatı bir bütün olarak kapsayacak şekilde genişledi. Kurmaca dışı anlatıların her türünü, Aleksiyeviç’in kategorize edilmesi imkânsız sözlü tarih çalışmalarına kadar her şeyi kapsayan bir seri bu. Bence günümüzde gerçekleşen en heyecan verici yazarlık örnekleri farklı türleri buluşturan örnekler. En baştan itibaren güçlü bir deneme serisiyle yola çıkma kararımız, Fitzcarraldo’nun kurmaca olmayan ama kesinlikle edebiyat olan bir yazı biçimini kucaklamasını ve yoğun biçimde basabilmesini sağladı. Bence yazı türlerinin geleceği hakkında düşünmek yayıncıların işi olmamalı. Benim rolüm bana heyecan veren metinleri, her dilde okunması gerektiğine inandığım metinleri yayımlamaktan ibaret.

Fakat Brian Dillon’ın denemelerine, özel olarak da Essayism’e ve daha önce söz ettiğiniz Kate Briggs’in This Little Art kitabına ilişkin bir şey söylemek istiyorum. Bu iki kitap, Fitzcarraldo’nun tarihi açısından iki temel taşıdır. Brian Dillon bir yandan bir biçim olarak denemeyi tarif edip anlatırken bir yandan da denemenin ne yapabileceğini ortaya koyan bir kitap yazdı ve neredeyse bizim deneme yayıncılığımıza denk düşen bir manifesto ortaya koydu. Kate Briggs’in çeviri üzerine kitabı da öyle; çeviri eserler yayımlamaya verdiğimiz önemi de yansıtan bir nevî afiş. Aynı zamanda, yine deneme türünün ne kadar heyecan verici olabileceğini, bu formda neler yapabileceğinizi ortaya koyuyor. Briggs’in bu kitapta yaptığı şey, farklı anlatım türlerini kullanarak bir romanın sahip olduğu itici gücü elde etmek. İhtiraslı bir işe kalkışıp, bunun gereğini yerine getirebilen ender kitaplardan biri. Bu iki kitap, Fitzcarraldo kataloğunun yapılandırılmasının anahtarlarıdır.

Önümüzdeki dönemde Fitzcarraldo’dan nasıl kitaplar bekleyebiliriz? Basmayı istediğiniz yazarlar kimler? Yapmak istediğiniz farklı bir şey var mı?

Bir yazarın zaman içinde bütün kitaplarını, eksiksiz külliyatını basmaya yönelmek istiyoruz. Bu tabii radikal bir karar değil. Yirminci yüzyıl yayıncılığında bunu yapanlar vardı; bir yazarı hep takip ederlerdi, bir sonraki kitabını da basarlardı. Fakat bu anlayış terk edildi. Biz şimdi yazarlara uzun süreli sadakat anlamına gelen bu geleneği canlandıracağız. İlk kitaplarını bizde çıkaran İngilizce yazan yazarların yıllar içinde ikinci, üçüncü, dördüncü kitaplarını da basacağız. Ve umarım çeviri edebiyatta ulaştığımız tanınırlığı, İngilizce yazan ve kariyerlerinin nispeten çok daha erken dönemlerinde olan yazarlarımız açısından da sağlayabileceğiz.

Daha geniş açıdan bakarsak, gerçekten de Fitzcarraldo’nun bağımsız kalmaya devam edeceğini ümit ediyorum. Şu anda güçlü bir listemiz ve önümüzdeki birkaç yıl içinde basacağımız çok iyi kitaplar var. Hayalim Fitzcarraldo’yu bütün hayatım boyunca bağımsız bir yayınevi olarak ayakta tutabilmek. Sizinle konuşurken aklımdan geçen, sözünü ettiğim yayınevleri örneklerine bakarsak, ABD’de James Laughlin’in 1936’da kurduğu ve hâlâ bağımsız bir yayınevi olarak yoluna devam eden New Directions gibi, İspanya’daki çok hayran olduğum yayınevi Anagrama gibi, veya Minuit ve Suhrkamp gibi yerler çoğunlukla hiçbir kitabı ticarî saiklerle basmamak, edebiyata sadık kalmak ve bunu yapabilmek için de görece küçük kalmak hedefine ulaşabildiler. Ben de bunu yapabilmek istiyorum.

Şimdi Mayıs’ta Filistinli bir yazarın, Adania Shibli’nin kitabını basıyoruz. İlk kez Arapçadan çeviri yayımlamış olacağız. Kitabın adı Minor Detail (Küçük Ayrıntı). Önümüzdeki bir yıl içinde kitaplarını çıkaracağımız başka yeni yazarlar da var. Mesela Rus yazar Maria Stepanova’nın In Memory of Memory (Belleğin Anısına) adlı kitabını basacak olmaktan çok mutluyum. Son yirmi yılda Rusya’da yazılmış en önemli kitaplardan biri sayılıyor. İlk kez 2017’de yayımlandı; kurmaca ve kurmaca dışı arasında kalan, Sebaldvari diyebileceğim, geniş soluklu bir roman; Maria Stepanova’nın ailesi, özellikle de ailedeki kadınlar üzerinden yirminci yüzyıl Rusyasını anlatıyor. Sonbaharda Fransız yazar Virginie Despentes’ın King Kong Teori kitabını yeni bir çeviriyle okura sunacağız. Zaten bastığımız Mathias Énard, Alejandro Zambra, Jean-Baptiste del Amo, Charlie Fox, Dan Fox gibi yazarların kitaplarını basmaya devam edeceğiz. Bu yıl on beş, gelecek yıl da yine on beş kitap basacağız.

Bundan sonra yapmayı düşündüğüm bir başka şey ise, şu andaki salgın nedeniyle dünyanın yavaşladığını da göz önünde tutarak, klasiklerin yayınına girişmek. Belki iki yıl içinde başlayabiliriz buna.

Bu zaten yeterince yapılmıyor mu?

Farklı bir bakışla yapmak istiyorum. Bugün bastığımız çağdaş yazarların kitaplarına bakıp, o kitapların nasıl bir edebî soyağacına ait olduğunun izini süreceğiz. Başlangıçta yirminci yüzyıla, modern klasiklere odaklanarak yapabiliriz bunu. Çağdaş yazarlarımızın kitaplarından geriye doğru ilerleyip, o kitabı bize veren edebî geleneğin çizgisindeki diğer kitapları seçeceğiz. Size çok basit bir örnek vereyim. İlk bastığımız kitap olan Mathias Énard’ın Mıntıka romanı Michel Butor’un Değişim adlı, Minuit tarafından 1960’larda basılmış olan kitabına hürmet sunan bir romandır. Butor’un kitabının hâlihazırda İngilizce baskısı var, Alma Books tarafından yayımlanmış. Ama işte tam da böyle bir kitabı bizim bulup basmamız çok anlamlı olacaktır. Bugünün kitaplarının hangi kitaplardan geldiğini düşünerek yapılan bir tür “klasikler” yayıncılığı, o bahsettiğimiz kendi içinde uyumlu bütün olma amacına da hizmet edecek.Pandeminin yayın planlarınızı şimdilik değiştirmediğini söylemiştiniz. Dünyada beşerî faaliyetin bir bütün olarak yavaşlamasının, yaşanan tedirginliğin, tanık olunan aczin edebiyata ve bir bütün olarak yayıncılığa nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz? 

Bunu tahmin etmek için erken çünkü hâlâ uzun dönemli önlemlerin ne kadar sürmesi gerekeceğini bilmiyoruz. Şimdilik biz yılda on beş kitap yayımlama planımıza sadığız. 

Bütün bunların insanları nasıl şeyler yazmaya yönelteceğini göreceğiz. Sanırım, bugünlere ilişkin çok miktarda çok kötü metin çıkacaktır ortaya (gülüyor). Karantinadaki, ev hapsindeki hayatımız üzerine çok kötü kitaplar yazılacaktır ama kim bilir belki birkaç iyi kitap da yazılır.

Geçen gün matrak bir sosyal medya hesabında, “Vebanın Boccaccio’su vardı. Bize ise kala kala bu kaldı” diyerek yazarların Twitter’daki ev hâli paylaşımlarıyla dalga geçiliyordu… Kitapçıların uzun süre kapalı kalması, kitap etkinliklerinin, fuarların yapılmaması ve genel yoksullaşma yayıncılık dünyasını nasıl etkileyecek? 

Ne yazık ki, dünyadaki birçok yayıncının varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Biz çok şanslıyız, çünkü asgari giderlerimizi düşük seviyede tutabilecek kadar küçük ölçekliyiz. Şu anki durum üç ay, altı ay daha sürse bile iyi durumda olabiliriz. Kurumsal yapılanması sağlam olmayan, on beş, yirmi, yirmi beş kişi çalıştıran daha büyük ölçekli yayınevleri için çok daha büyük bir sorun bu. Onların batma riski daha yüksek. Aynı şekilde Fitzcarraldo’dan daha küçük olan yayınevleri de risk altında, zira ilk birkaç ayda yaptıkları satışlar çok yüksek olmayabilir, üç ya da altı ay daha yetecek hazır paraları bulunmayabilir. Dolayısıyla bu ortamın dünyanın her yerinde yayıncılık haritasını değiştireceğini düşünüyorum, çizgiler yeniden çizilecek.

Dağıtım açısından da büyük bir değişim yaşanabilir. Son zamanlarda, kitaplarımızı doğrudan bize yazarak sipariş edenler, araya dağıtımcıyı ya da kitap satış sitelerini sokmak istemeyenler zaten çoğalmıştı. Belki yazarların, yayıncıların ve okurların çok daha yakın ilişki içinde olduğu süreçler doğabilir bu yaşadıklarımızdan. Amazon’un bundan olumsuz etkilenebileceğini düşünmek de çok hoş. Amazon’un yayıncılık dünyasının üzerindeki tekelinin kırılması gayet iyi olur.

Zihniyet nasıl değişecek sizce?

Milliyet, din ve sınıf farklılıklarına rağmen insanlığın bir bütün olarak birbirine bağlı olduğunu düşünmeye dayalı yeni bir bilincin oluşacağını, yeni dayanışma biçimlerinin kurulacağını hayal edebiliriz. Ama sanırım sizin de fark ettiğiniz üzere, konuşurken uyduruyorum bunları… Neler olacağını bilmiyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yoksulluğun büsbütün artacağını, yaşadığımız her şeyin sınıfsal eşitsizliğimizi büsbütün gösterdiğini düşünüyorum ve bu durumu değiştirmek isteyenlerin çoğalacağını umuyorum. Yayıncılık özelinde, maalesef Türkiye’de birçok yayınevi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Bir yandan da e-kitap üretiminin artacağını sanıyorum. Ve dediğiniz gibi, bol bol, birçoğu pek de iyi olmayan “karantina” kitapları göreceğiz muhtemelen.

Neyse ki, siz de ben de bugünlerin ürünü olacak kötü kitapları basmak zorunda değiliz (gülüyor.)

Okumak bir “kurtuluş” mu sizin için? Bunun bir klişe olduğunu, “yok, hayır, kitap okumayın” demeyeceğinizi bilerek soruyorum ama bir okur olarak kitaplar şu anda size yardımcı mı?

Dürüst olacağım. Kurmaca eserler okumakta şu sıralar çok zorlanıyorum. Daha ziyade kurmaca dışı okuyorum. Ama bu ortam sürdükçe insanların her zamankinden daha fazla kitap okuyacaklarını da biliyorum. Sizin evinizde durum nasıl bilmiyorum ama şu anda evimde alıp henüz okumadığım 150-200 kadar kitap var. Onları okumaya başlayacağım diye seviniyorum. Okumak hem hayata anlam katmamızı hem de hayattan kaçabilmemizi sağlıyor kuşkusuz. Tarihe bakıyorum, yayıncıların zor zamanlarda yaptıklarına… Minuit’nin İkinci Dünya Savaşı’nda ısrarla, tehlikeyi göze alarak direniş edebiyatı basmayı sürdürmesine. Yayıncılar olarak işimizi iyi yapma çabası, “Gelin, bize destek olun” gibi kampanyalardan daha değerli. Son tahlilde küçük bir yayınevinin batması, insanların karşıya karşıya kaldıkları zorlukların boyutu düşünüldüğünde pek de önemli bir şey değil.


[1] 2017’de 87 yaşında vefat eden Transilvanya doğumlu Tom Kremer, yayıncılığından ziyade çeşitli oyunların tasarımcısı ve üreticisi, özellikle de Rubik Küpü’nü yeniden keşfedip piyasaya sürerek popüler bir objeye dönüştüren girişimci olarak tanınıyor. Kremer, Notting Hill Editions’ı 2011’de sadece deneme kitapları yayınlamak üzere kurmuştu.

[2] Foyles, en büyük dükkânı Londra’da Chain Bridge Yolu üzerinde olan, 1903’te kurulmuş ve 2018’de Waterstones adlı başka bir zincir tarafından satın alınan İngiliz kitabevi zinciri.

[3] New Labour ismi, Britanya İşçi Partisi’nin Tony Blair ve Gordon Brown’ın liderliğinde uzun süre iktidarda kaldığı dönemini ve partinin 1994’ten 2010’a kadar benimsediği, sınıf temelli geleneksel sosyalist görüşlerden uzaklaşmış, kıta Avrupasıyla yakınlaşmaktan ve küreselleşmeden yana reformist politikalarını anlatmak için kullanılıyor.