"Melankolik söylem diller arasındaki farklılığa, kimi durumlardaysa düpedüz uçurum denecek kadar büyük olan mesafeye odaklanır: Diller birbirlerinden bu kadar farklıyken, söyleyiş biçimleri birbirlerininkinden bu kadar ayrıyken çeviri nasıl yapılabilir ki; yansıtamadığınız her söyleyiş biçimi bir kayıp olduğu kadar 'ihanet'tir (çeviri üstüne söylemin bir başka klişesi)."
05 Kasım 2020 11:00
Vaktiyle dilbilimin aksiyomlarından yola çıkarak iyi ve kötü çevirinin olanaklılık koşulları üstüne düşünmeye çalışmıştım. İyi çeviriyi kaynak metnin doğru anlaşılmasına (yorumuna) dayalı, hedef-dilin retorik kabul edilebilirlik normlarına uyan çeviri, kötü çeviriyi ise bunun tersi olarak tanımlamıştım: kaynak metnin (bir-iki kere değil) sık sık yanlış anlaşıldığı ve hedef-dilin retorik kabul edilebilirlik normlarına aykırı çeviri. Bu tanımlarda belki tartışmaya açık noktalar var ama yeni bir şey yok. Benim için iyi ve kötü çeviriyi koyutlamak daha öncelikliydi.
Bu yazıdaysa amacım, kötü çeviri dediğim pratiğin felsefi (ve aynı zamanda siyasi) önkabullerinin eleştirisi üzerinden iyi çeviri pratiğinin teorisine dair birkaç noktayı geliştirmek olacak. Bunun için de Jean-René Ladmiral’in düşüncesinden yararlanacağım yeri geldikçe.[1] Ladmiral hem Kant, Nietzsche ve Adorno gibi filozofları Fransızcaya çevirmiş bir çevirmen, hem çeviriyi öğreten bir hoca (yani bizde de yaygınlaşan adıyla çeviribilimci) hem de felsefeci, hatta filozof.
Çeviri üstüne söylem bir ölçüde çevirmenler, bir ölçüdeyse çeviri de yapmış filozof ya da düşünürler (20. yy için Walter Benjamin’den tutun, Paul Ricœur’e kadar) tarafından üretilir genellikle. Bu söylemde ağır basan tez, Ladmiral’in “kaynakçı” (sourcier, yani kaynak-dile odaklanan) dediği, benim melankolik diye tanımlamak istediğim yaklaşımdır: Çeviride kaynak-dilin incelikleri ne yapılırsa yapılsın hedef-dile yansıtılamaz, mutlaka bir şeyler kaybolur, çeviri imkânsız bir uğraştır, çevirmen de Sisyphos değilse bile Herakles gibi çok ağır bir işe koşulmuş, trajik bir kahramandır.[2] (Söz konusu yaklaşım elbette benim sunumu kolaylaştırmak için basitleştirdiğim bu bir-iki önermeden ibaret değil.) Melankolik söylem, Ladmiral’in saptadığı üzere, Benjamin’den Antoine Berman’a kadar uzun bir kervanın pozisyonu; bu filozof ve filozof-çevirmenlerin etkisinden bağımsız biçimde çeviri pratiğine uzaktan yakından bulaşmış pek çok kimse tarafından popüler bir söylem olarak da üretiliyor. Bu böyle, peki bunun karşısında ne var? Ladmiral’in “hedefçi” (cibliste, yani hedef-dile odaklanan) dediği ve çevirinin mümkün olduğu varsayımına dayanan, çeviri pratiğiyle uğraşanların çoğunlukla “kendiliğinden felsefesi/teorisi” olduğunu söyleyebileceğimiz yaklaşım. Ladmiral’in benimsediği pozisyon bu (benim de onu okumadan önce mantıksal temellerini araştırmaya çalıştığım pozisyon yine bu).
Melankolik söylem diller arasındaki farklılığa, kimi durumlardaysa düpedüz uçurum denecek kadar büyük olan mesafeye odaklanır: Diller birbirlerinden bu kadar farklıyken, söyleyiş biçimleri birbirlerininkinden bu kadar ayrıyken çeviri nasıl yapılabilir ki; yansıtamadığınız her söyleyiş biçimi bir kayıp olduğu kadar “ihanet”tir (çeviri üstüne söylemin bir başka klişesi). Buna itirazını Ladmiral dilbilimden anlayan, dil hakkında vasatın üstünde düşünmüş herkesin kolayca farkına varacağı bir ayrımla temellendiriyor: Çevirmenler dilleri (Saussure’cü les langues veya –daha net bir ifadeyle– les idiomes) değil, metinleri (Saussure’deki adıyla la parole veya teknik anlamıyla le discours, yani söylem ürünlerini) çevirir. Dolayısıyla mesele dilsel özellikleri bir başka dile aktarmak (Ladmiral’in verdiği adla transcodage, kod-değiştirme) değil, çeşitli dilsel özellikler kullanılarak kurulmuş bir sözceler toplamını (böyle ifade edince, yazılı ve sözlü “metin”ler arasındaki fark da konumuz açısından önemini yitiriyor) aktarmaktır. Peki bu neyi değiştirir? Her şeyden önce melankolik söylemin çevirinin nesnesi üstüne düşünürken yaptığı teorik hataları düzeltiyor: 1) Diller özgül olmayan, belirli bir bağlamca belirlenmemiş öğelerden (esas olarak sözvarlığı ve sözdizimi) oluştuğu için doğaları itibariyle belirsiz, muğlak, çoğul-değerlidir; buna karşılık söylem ürünleri belirli bir bağlamca belirlenir, anlam veya değer bakımından özgülleştirilmiştir. “Kaynakçılığın” bu bakımdan atladığı nokta: Dile ait olanın yine dile ait olanla, söze –yani, varsa öyle bir şey, bireydile– ait olanın yine sözle çevrilmesi gerekliliğidir. Dile ait olanı harfi harfine çevrilmesi gereken bir söz özelliğiymiş gibi çevirmekle iletişimi baltalamaktan başka bir şey yapmış olmaz. 2) Diller anonimdir, ya da mülkiyet tabirleriyle söylersek, kamu malıdır, mirîdir; metinlerin ise sahibi vardır (hem de ne sahip!). Metinleri üreten yazarların hemen her durumda bir kastı vardır; çevirmen de yazarın hedef-dildeki temsilcisi gibi o kastı anlamaya çalışır; yazarlar çoğu durumda iletişimi baltalamaktan, anlaşılmamaktan ziyade, –en kısa yoldan olmasa bile– anlaşılmak isterler, çünkü her metin doğası icabı bir okuru varsayar, ona yöneliktir. Melankolik söylemin 20. yüzyıldaki kurucusu gibi duran Benjamin’in belirli bakımlardan itirazı çağıran yazısında[3] okuru göz önünden silmeye çalışması, yok etmesi, inkâr etmesi felsefi gibi görünse de, ideolojik bir hamledir. “Kaynakçı” çeviri söylemi ancak okuru yok sayarak, en azından küçümseyerek kurabilir kendini, ama bunu yaptığı zaman da edebi olsun olmasın her türlü metnin söylemsel doğasının temel unsurlarından birini inkâr etmiş olur: okura-yöneliklik.[4]
Melankolik diye nitelediğim “kaynakçı” söylemin günümüze daha yakın savunucularının önemli iddialarından biri de “hedefçi” pratiğin kaynak metnin yabancılığını yok etmek suretiyle siyaseten yanlış bir dünya tasavvuruna dayandığıdır: Kaynak metnin yabancılığının silinmesi, azaltılması ya da yok edilmesi konukseverliğe aykırıdır, yabancı-düşmanlığıdır, kavimmerkezciliktir; adına yaraşır medeni insanlar olarak yabancıyı olanca yabancılığıyla bağrımıza basmak için hedef-dilin retorik kabul edilebilirlik özelliklerini hiçe sayarak kaynak metnin dilsel özelliklerini yansıtmak gerekir – son kertede, hedef-metin anlaşılmaz olsa bile. (Burada söz konusu olan şey bizdeki çeviri söyleminde “çeviri kokusu” denen şey, ama ondan ibaret değil, çünkü çeviri kokusu her zaman kasti değildir, bazen de beceriksizlikten kaynaklanır; oysa “kaynakçı” söylem için çeviri kokmayan çeviri, kötüdür.) Ladmiral hocası Ricœur’ün de çeviriye ilişkin metinlerinde[5] yakın göründüğü bu Öteki’ye açıklık, konukseverlik argümanının altında, dibinde, bir yandan bir kendinden-nefret bulur, bir yandan da bir yas tutma beceriksizliği (benim “melankolik” diye nitelememin sebebi de bu). Kaynak-metin, kaynak-dil o kadar güzel, o kadar benzersizdir ki, çeviri işleminde birebir tekrarlanamaması “kaynakçı” çevirmen için kabullenilemeyen bir kayıptır; bu “kaybın” yasını nasıl tutacağını bilemez; bir başka deyişle, kaynak-dille ve metinle vedalaşmayı beceremez.
Yabancı-düşmanlığı argümanının Türkiye’de de temsilcileri olmakla birlikte, kavram düzeyinde de belli anlamda bir çeviri yapmak gerekiyor – tartışmalar da evrensel olduğu kadar yerel özellikler taşıyor haliyle. 1) Çevirmenin Türkiye sağı tarafından yabancı ajanı olarak görülmesi gibi bir durum söz konusudur öncelikle,[6] ama itiraz çevirinin hedef-dildeki yabancılığından kaynaklanmaz, daha köktendir: Çevirinin bizzat varoluşuna, daha da doğrusu özellikle Batı dillerinden Türkçeye doğru yapılmasınadır. Bu anlamıyla yabancı-düşmanlığı muhafazakâr okumuşlar arasında görülür. 2) Ladmiral’in Batı için sözünü ettiği kendinden-nefreti Türkiye’de seküler okumuşlar arasındaki kendini-küçümseme olarak açarsak anlamak bizim için daha kolay olacaktır: Batı dillerinin onca zenginliğine bakılırsa Türkçe ne kadar yoksuldur, ne kadar yetersiz… Ah şu İngilizceden, ah şu Fransızcadan veya Almancadan bir şey çevirmeyegörün, hemen onca eksiklik çıkar karşınıza, ne yapacağınızı bilemezsiniz, eliniz böğrünüzde kalakalırsınız.[7] Yabancı hayranlığı (bir bakıma egzotizm, ama Batı’dakinden farklı bir egzotizmdir, çünkü bizim modernleşmemizin temeli olan Batılılaşmada hayranlığın nesnesi olan uzak –başka, öteki– tropikal değil, Avrupaidir) ile kendini-küçümseme (ve son tahlilde kendinden-nefret) birleşip çevirinin imkânsızlığını, olmadı eksikliğini veya kusurluluğunu koyutlar. Oysa eksiğin bakış açısına veya duruş yerine bağlı olduğunu anlamak için dilbilimci olmaya bile gerek yoktur, konum değiştirmek yeter: Türkçeden İngilizceye, Fransızcaya, Almancaya ve belki Japoncaya çeviri yapanların neler çektiklerini hiç düşünmemişlerdir (ben o çevirmenlerin iyilerinin de müthiş zekâlarıyla çok güzel çözümler bulduklarından eminim).
Kısacası, “kaynakçı” söylemin ahir zaman bayraktarları, hedef-dilin normlarına uymayı gözeten çeviri pratiğini kavimmerkezci, dolayısıyla da yabancı düşmanı ilan ederek, Liberaller (üni)formasıyla, maça 1-0 önde başlıyor. Buna karşılık, yabancılık-konukseverlik ve aynı-başka (öteki) karşıtlıkları çeviri söylemi alanında ne kadar ileriye taşınmıştır bilmiyorum (merak etmediğimden değil de, okumaya, çalışmaya halim olmadığından). Ama biz antropolojiye bir bakıp çeviri söylemine dönmeyi deneyebiliriz. Lévi-Strauss, Vaşağın Hikâyesi’nde Kuzey Amerika yerlilerini aynı’ya düşman, öteki’ye açık toplumlar oldukları için övmüş, onları (sadece onları mı? Avrupa’nın bağrında yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Yahudileri de) yok eden Avrupalıları ise öteki’ye düşman, aynı’nın putperestleri olarak eleştirmişti. Lévi-Strauss’a çeşitli düşüncelerle karşı çıkabiliriz.[8] Ama aynı ile başka/öteki arasındaki ilişki konusunda saftirik bir liberal olduğunu düşünemeyiz herhalde: Farklılıkların bir arada var olmasının, yani çeşitliliğin uyum kadar gerilim[9] meselesi olduğunu ondan iyi bilecek var mı? Çeşitlilik bu gerilimi taşımakta zorlandığı için Bir’e, Aynı’ya meyleder.
Çeviriye bakalım: Yabancının hedef-metinde olanca yabancılığıyla var olması her şeyden önce bir gerilim yaratır. Bu gerilim de ancak yabancının hedef-dili dönüştürmesi, hedef-dilin onu özümsemesiyle, her halükârda yabancının yabancı olmaktan çıkmasıyla çözülebilir. Ama bu ihtimal de bir koşula bağlıdır: okuyacak birilerinin olması. Kaynak-metnin dilsel yabancılığını hedef-metne dayatan çevirinin en büyük sıkıntısı budur zaten: Varoluş nedenini (okur) inkâr ettiği için var olma imkânı bulmakta zorlanır; iletişimi baltalayarak yeni bir iletişim (dil) kurmak iddiasındadır ama muhatap bulamaz (ya da çok az bulur). İkinci paradoksu ise şudur: Yabancılığı, farklılığı korumak isterken vardığı sonuç, kaynak-dilin hedef-dili kendine benzetmesiyle farklılığın ortadan kaldırılması olur. Ve olay uzayda değil, günümüzün somut koşullarında meydana geldiği için, çeşitliliği korumak isteyen hoşgörülü liberal pozisyon, pratikte Türkçe, hatta Fransızca gibi dillerin kendilerini İngilizceye (Bir’e) feda, kurban etmelerinin ideolojik ifadesi haline gelir. Böyle bir durumda hedef-dilin kabul edilirlik normlarına titizlenen, metnin o dilde o dilin retorik kurallarına mükemmelen uymasına çalışan “hedefçi” çeviri pratiği çeşitliliğin korunmasına hizmet etmiş olur; Türkçeye yapılan kitap çevirilerinin %70’ten fazlasının kaynak-dili olan İngilizcenin yabancılığını hedef-metinde koruyarak konukseverlik erdemine hak kazandığını iddia edenlerse –Türkçe İngilizceleştiği ölçüde– çeşitliliğe değil, (heyhat!) Bir’e hizmet etmiş olur. Mesele ne toplumların hayatında çokkültürcülüğün umduğu ne de çeviride “kaynakçılığın” gönlünden geçirdiği kadar basittir.
İkinci olarak, Türkçe özelinde düşünürsek, Batı dillerinden Türkçeye yapılan felsefe, düşünce, teori çevirilerinde söyleyiş “kaynakçı”ların arzusu hilafına Türkçeye yaklaştırıldığında bile yabancılığın bütünüyle ortadan kalktığını düşünmek veya iddia etmek sıkıntılı görünüyor: Sonuçta “binlerce yılın yabancısı” başka bir şey, felsefe yapma veya düşünme gayreti, o gayretin arkasına aldığı gerek geleneksel gerekse modern birikim, yani koskoca bir içerikler toplamı olanca yabancılığıyla duruyordur orada. Metnin Türkçesini yabancılaştırmak biçimsel açıdan hoş, cool bir jest, deyim yerindeyse “tatlış bir artizlik” olabilir, ama metnin okunmasına engel olduğu ölçüde kendi amacıyla çelişir. Buna karşılık metnin eli yüzü düzgün bir Türkçeyle söylenmiş olması konukseverce görünmeyebilir, ama yabancı içeriği kendisi olarak var etmeye, okumak ve ikna olup benimsemek isteyenin erişimine açmaya yönelik olduğu ölçüde pekâlâ konukseverdir. Hatta asıl onun konuksever olduğunu bile iddia edebiliriz.
Yabancı içeriğe erişimi kolaylaştırması “hedefçi” çevirinin kazanımlarından biri sayılmaya layık değil mi? Öyle elbette. Ama “çeviride kaybolanlar”dan dem vurmaya pek düşkün olan melankolik söylemin çeviride kazanılanlardan pek bahis açmamasına hakkıyla cevap vermek için basit bir çeviri övgüsüyle yetinmemek, daha ayrıntılı düşünmek gerekiyor; ne var ki ben bunu bir başka yazıya ertelemek zorundayım. İyi çeviri pratiğinin “kendiliğinden” teorisinde potansiyel bileşenlerden birinin bu olduğuna şüphe yok yine de.
Son olarak, başlıktaki soruma cevap vermemiş gibiyim. İlk yazıda iyi çeviriyi “hedefçi” diye tanımlamıştım zaten; örtük olarak belirttiğim, yani varsaydığım koşulu belirtik olarak ifade edeyim: İyi çeviri ancak “hedefçi” yaklaşımla mümkündür; hedef-dilin retorik kabul edilebilirlik normlarını önemsemek için odağın kaynaktan hedefe kaydırılması şarttır.
•
NOTLAR
[1] Özellikle şu iki yazısından: “Comment peut-on être sourcier? Critique du littéralisme en traduction”, Meta, c. 62, no. 3, Aralık 2017, s. 539-51; “Pour une philosophie de la traduction”, Revue de Métaphysique et de Morale, Yıl 94, no. 1, La traduction philosophique (Felsefe Çevirisi Özel Sayısı, Ocak-Mart 1989), s. 5-22. Ayrıca bkz. Ladmiral, “Genel Çeviribilim Sorunları”, çev.: Mehmet Rifat ve Sema, Çeviri Seçkisi II: Çeviri(bilim) Nedir? içinde, haz.: Mehmet Rifat, Sel, 2008, s. 137-48.
[2] Bkz. Maurice Blanchot, “Çeviri Yapmak”, çev. Savaş Kılıç, Notos, no. 62, Şubat-Mart, 2017. Blanchot bildiğim kadarıyla tekdilliydi, fikirlerini esas olarak Walter Benjamin’in ünlü yazısından yola çıkarak geliştiriyor. Yine de onun gibi bir yazı filozofunun çeviri üstüne düşünmesi değil, düşünmemesi sorun olurdu asıl.
[3] “Çevirmenin Görevi”, çev.: Ahmet Cemal, Çeviri Seçkisi II: Çeviri(bilim) Nedir? içinde, a.g.y., s. 25-36.
[4] Okura-yönelikliğin –inkârı değil– bir eleştirisi için bkz. Süreyyya Evren, “Çeviri Kimin İçin Yapılır?”, Ç.N. (Çevirmenin Notu) Dergisi, sayı 14, 2011, Şimdi Yayıncılık, İstanbul.
[5] Paul Ricœur, Sur la traduction, haz.: Jean-René Ladmiral, Paris: Les Belles Lettres, 2016; Türkçesi: Çeviri Üzerine, çev.: Sündüz Öztürk Kasar, YKY, 2008.
[6] Bkz. Tuncay Birkan, “Çevirmen: Yabancı Ajanı mı, Yabancılığın Ajanı mı?”
[7] Bununla ilgili tipik bir tartışma için Reşat Nuri Güntekin’in başlattığı ama en doğru, akıllıca sözleri Nurullah Ataç’ın ettiği şu tartışmaya bakılabilir: “Toplamalar”, Tercüme Dergisi, no. 24, 19 Temmuz 1944.
[8] Referanslar için bkz. şu kısa yazı: “Lévi-Strauss ve Aynı’nın Huzursuzluğu”, Arka Kapak, no. 22, Temmuz 2017, s. 46-47.
[9] Örneğin “kültürlerin, bir yandan birbirlerine saygı gösterirken, kimisine daha az, kimisine daha çok yakınlık hissetmeleri her zaman fiilen var olmuş olan bir durumdur. İnsan davranışlarının normalinin içindedir” der. Bkz. Claude Lévi-Strauss ve Didier Eribon, Uzaktan Yakından, çev. Haldun Bayrı, Metis, 2018, s. 194.
GİRİŞ RESMİ:
Jean-René Ladmiral, Paul Ricœur, Maurice Blanchot, Claude Lévi-Strauss