Jak Şalom: Filmleri evlerimizde pizza yiyerek izlediğimiz zaman, kamusal alanı boşaltmış oluruz. Peki, bu neye yarar? Bu, bütün dünyada iktidarların işine yarar
04 Nisan 2019 09:00
Türk Sinematek Derneği’nin kurucu ekibinde Onat Kutlar’la çalışan, ardından Fransız Sinemateki’nde Henri Langlois’nın asistanı olarak Dünya Sinema Müzesi’nin kuruluş ve açılışında görev alan, sinemanın emektar isimlerinden Jak Şalom’a bu yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği 38.Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin en anlamlı ödüllerinden biri olan Emek Ödülü sunulacak.
Jak Şalom, bir Sinematek emektarı olmasının yanı sıra, Fransa’da yaşadığı dönemde akademisyen olarak Paris Ulusal Doğu Dilleri Enstitüsü’nde (İnalco) 1976-2012 yılları arasında Türkçe ve Osmanlıca dallarında öğretim üyeliği yaptı. Aynı enstitüde Türk Dilleri ve Uygarlıkları sorumlusu ve Avrasya Bölümü Başkan Yardımcısı oldu. 1988 yılında Ziya Öztan’ın yönetmenliğini yaptığı Cumhuriyet filminin İsviçre çekimlerinin yapımcılığını üstlendi. 1999-2012 arasında Lozan’da (İsviçre) Les Teintureries Tiyatro Okulu’nda Tiyatro Yapımları Yöneticiliği dalında öğretim üyeliği yaptı.
Hâlen Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak sinema dersleri vermekte olan Jak Şalom, Sinematek’in kuruluşunun 50. yılında Kadıköy Belediyesi, Pera Müzesi ve Mithat Alam Film Merkezi’nin iş birliğinde gerçekleşen “Sinematek yaşıyor! 50. Yılda 50 Film 50 Sunum” etkinliğinin proje yönetmenliğini yaptı.
Şalom, hâlen Kadıköy Belediyesi bünyesinde yapımı süren Sinematek/Sinema Evi projesinin tasarımcılığını ve yöneticiliğini üstleniyor. Yıllardır film kültürü ve kolektif sinema belleğini savunan ve bu yönde çalışmalar yapan Jak Şalom ile sinemanın geleceği ve Sinematek üzerine konuştuk.
Jak Bey, sizi ilk Sinematek’in Onat Kutlar ile beraber kurucu kadrosunda arasında yer alan isim olarak tanıyoruz ancak sizin aynı zamanda bir de akademisyen kimliğiniz var. Bize bu yönünüzden bahsedebilir misiniz, ne zamandır akademinin içindesiniz?
İstanbul doğumluyum, 26 yaşına kadar İstanbul’da yaşadım. İlk Sinematek’in kuruluşunda görev aldım ve orada yedi yıl çalıştım. Daha sonra Fransa’ya yerleştim ve Fransız Sinemateki’nde çalıştım. Ardından üniversiteye geçtim ve 36 yıl Fransa’da akademisyen olarak çalıştım. 200 yıllık bir kurum olan Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Okulu’nda Türkçe dilbilgisi ve Osmanlıca dersleri verdim ve oradan emekli olduktan sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Türkiye’ye dönüşümde hoş bir sürprizle karşılaştım.
O dönem Mithat Alam Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermeyi bırakmıştı. Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden ve aynı zamanda Film Çalışmaları Koordinatörü olan Özlem Öğüt Hoca benden Mithat Alam Film Merkezi’nde ders vermemi istedi. Önce Sinema Sosyolojisi dersi ile başladım, sonraki yıl ise 12 ülkeden 12 sinema ustasının ele alındığı ve daha çok auteur sinemasını konu alan 12 Usta/12 Masters dersi eklendi. Bu derslerin ikisi de hayli ilgi görüyor. Dördüncü yılımıza girdik. Maalesef ikinci dersim için başvuran öğrencilerin hepsini alamıyorum zira ders verdiğim sınıf 60 kişilik. Son dönemde kaydolmak isteyen 137 öğrencinin tümünü maalesef alamadık.
Çok hızlı bir çağda yaşıyoruz, pek çok açılardan olduğu gibi sinema sektöründe de çağın hızına ayak uyduran yeni mecralar ortaya çıktı, bu mecralar tüketim alışkanlıklarımızı da değiştiriyor. Netflix bunun en bariz örneği. Öte yandan, siz yıllar önce Sinematek gibi bir oluşumu var ettiniz ve şimdi de yeni projelerinizle bu kültürü canlandırmaya uğraşıyorsunuz. Sinema bu hızlı dönüşüm çağında nereye gidiyor?
Nereye gideceğini bilemiyorum açıkçası. Jules Verne bir romanında Ay’a gidileceğini yazmıştı. Belki bu, sanatçı sezgisiyle ilgili bir şey. Ben sanatçı değilim, o nedenle nereye gideceğini bilemiyorum. Ama Netflix gibi yeni alışkanlıklar konusunda elbette bazı fikirlerim var;
İki açıdan eleştiriyorum; biri estetik açıdan, bir diğeri de sosyo-politik açıdan. Estetik açıdan şöyle bir örnek vereyim: Hayatınızda hiç Fransa’da Louvre Müzesi’ne gitmediğinizi ama bir ölçüde kültürlü, okumuş biri olduğunuzu varsayarak söylüyorum. Sözgelimi, size “Mona Lisa”dan bahsediyorum ve cep telefonunda size “Mona Lisa”nın resmini göstererek soruyorum; “Kalbin heyecandan çarpıyor bu güzellik karşısında, boğulacak gibi oluyorsun değil mi?” Fakat sizde herhangi bir tepki yok, “Evet güzelmiş” deyip geçiyorsunuz.
İşte, sinema da böyle bir şey. Sinema ancak büyük beyazperdede izlenmek üzere icat edilmiştir. Bu da bize büyük sinemanın büyük perdeler dönemini getirmiştir. Dünyanın en büyük sineması 6.500 kişilik inşa edilmiştir. O perdede iki sevgilinin öpüştüğünü, o kocaman yüzlerin o devasa perdeyi kapladığını düşünün. Ne kadar güzel, değil mi? Sinema işte bunun için yapıldı.
Sinemaya ilk büyük darbeyi televizyon vurdu. O büyük perdeyi küçültüp evimize sığdırdı. Ancak o ekranlar ne kadar büyük olursa olsun, sinema perdesinin kalitesini hâlâ yansıtamıyor. Aynı zamanda, sinema ortamı dışında bir şey oluşturuyor. Sinemada, yanınızda berinizde tanımadığınız bir sürü insanla birlikte heyecanlanır, ağlar, güler, kızar, alkışlarsınız.
Sinema kolektif bir sanattır. Sinemayı bir kişi yapmaz. Oysa resmi bir sanatçı yapar, romanı bir kişi yazar. Sinemayı ise kocaman bir ekip yapar ve kocaman bir salonda aynı anda pek çok kişi izler. Bu, sinemaya özgü bir şeydir. Bu, 800 sayfalık bir romanı kimse okumaz diyerek, gelişigüzel birkaç yüz sayfasını koparıp atmaya benzer. Özüne aykırı bir şeydir.
İkinci eleştirim ise sosyo-politik açıdan: Evlerimize bazen vaktimiz olmadığı zaman, canımız yemek yapmayı istemediği zaman, dışarıdan hazır yemek söylüyoruz, değil mi? Buna bir de sinemaya gitmek yerine filmi evde izlemeyi eklersek, bizim yaptığımız şey aslında kamusal alanı boşaltmaktır. Kahvelerin, sokakların, sinemaların yani kamusal alan dediğimiz şeyin boşalmasıdır. Kamusal alanın anlamı şudur: içinde yaşadığınız toplumda küçük bir aktör veya figüran olarak bulunup o toplumun işleyişine etki etmek ve katkıda bulunmak... Bu alanı boşalttığımız zaman, filmleri evlerimizde pizza yiyerek izlediğimiz zaman, kamusal alanı boşaltmış oluruz. Peki, bu neye yarar? Sadece Türkiye’yi kastetmiyorum; bu, bütün dünyada iktidarların işine yarar. Biz kamusal alanı doldurmaya devam etmeliyiz ve konuya sinema açısından baktığımıza göre, sinema salonlarına gitmeye devam etmeliyiz.
Ancak burada ekonomik nedenlerden tutun da sinema salonlarının AVM’lere hapsolması gibi pek çok gerekçe gösterilebilir. Bu ve benzeri gerekçelerle insanlar artık evde kalmayı tercih ediyor da olabilir?
Mücadeleden kaçmak olmaz. Dolayısıyla Emek Sineması’nın yok oluşuna, AVM’lerdeki sinemalara kızabiliriz ama onun yerine neyi istememiz lazım? Alternatif sinema ağlarının kurulmasını isteyebiliriz, bu çok zor bir şey değil. Ana akım sinema, sinema icat edildiğinden beri var. O, eğlence sinemasıdır. İnsanlar yorgun argın bir günün sonunda, çalıştıktan sonra genellikle sinemaya giderler, çünkü sinemaya gitmek müzeye gitmekten daha kolaydır. Sinemaya hoş vakit geçirmek için gitmek, ana akım sinemanın doğasında vardır, buna niye itiraz edelim?
Ama öte yandan, 1907’de sanat sineması diye bir akım çıktı. Shakespeare’ler, Victor Hugo’lar sinemanın konusu oldu ve başka bir seyirci kitlesi de o sinemanın müdavimi oldu. Ama bunlar hep azınlıkta kaldı. Bugün bir Visconti, bir Antonioni ana akım sinemacısı değiller ve olmaları da gerekmez. Herkesin Boğaziçi Üniversitesi mezunu olmasını istemek gibi bir şey bu.
O yüzden Netflix’in sözünü ettiğiniz için bu girişi yapmak istedim. Ben estetik açından filmlerin sinemateklerde ve sinemalarda görülmelerinin gerekli olduğuna inanıyorum. Cep telefonları sizi ancak bilgilendirir, ama metroda kalabalık içinde cep telefonundan film izlenemez. Ancak birtakım görüntülere bakıyor olursunuz ama film izleyemezsiniz.
Buradan Sinematek’i yeniden canlandırma projenize gelelim. Nasıl gündeme geldi bu fikir?
1965’te kurulan eski Sinematek, 1980’e dek çalışmalarını sürdürdü, 12 Eylül’de kaybolan pek çok dernek gibi, Sinematek de kayboldu ve tekrar hayata dönmedi. Biz 2013-2014’te o dönemden arkadaşlarımla buluştuğumuzda, Sinematek’in kuruluşunun 50. yılına özel bazı etkinlikler planlamaya karar verdik. 2016 yılında, Sinematek’in kuruluşunun 50. yılında Kadıköy Belediyesi, Pera Müzesi ve Mithat Alam Film Merkezi’nin iş birliğinde “Sinematek yaşıyor! 50. Yılda 50 Film 50 Sunum” etkinliğini düzenledik. Murathan Mungan, Mehmet Güleryüz, Murat Gülsoy, Yankı Yazgan gibi çeşitli alanlardan gelen isimler gelip gösterimler öncesinde yirmişer dakikalık sunumlar yaptılar ve birer film sundular. Olağanüstü ilgi gördü.
Kadıköy Belediyesi’nin bu işi ilerletmek istemesi üzerine kendilerine sunduğum Sinematek projesini kabul ettiler. Şimdi ise 160 kişilik bir sinema salonu, sinema kitaplığı, bireysel film izleme köşeleri, yazlık-kışlık birer kafe ve arşiv merkezi olmak üzere, yeni bir mekânın açılmasına doğru gidiyoruz. Burada film gösterimleri, atölyeler, konferanslar yapılacak. İnşaat devam ediyor, bu yılın sonlarına doğru açılması hedefleniyor. Ancak inşaatın bitmesini beklemedik ve etkinliklere başladık, (kısa bir süre önce kaybettiğimiz) Agnes Varda’nın 31 filminden oluşan bir retrospektif gösterim devam ediyor. Böyle bir gösterim çok az Sinematek’e nasip olur. Önümüzdeki ay da Kadıköy Sineması’nda Vittorio De Sica, Wim Wenders ve Ingmar Bergman toplu gösterimlerini yapacağız.
Peki, son yıllarda Türkiye sineması özelinde sizi etkileyen yönetmenler kimlerdir diye sorsak?
Türk sinemasında bugün söyleyeceğini estetik ve içerik açıdan son derece yetkin biçimde ifade eden yönetmenlerimiz var. Burada hangi ismi anarsam, birileri eksik kalmış olur. Onların asıl sıkıntısı filmlerine sinemada yer bulamamak. Bu çok acı bir şey. Alternatif bir sinema ağının yurt çapında kurulması hâlinde bu filmlere salon bulunması mümkün olabilir. Eğer devlet 365 günün şu kadar gününde sözgelimi sanat ve deneme filmi damgasını alan filmlerin gösterimi mecburidir derse, bu filmler kesinlikle salon ve seyirci bulacaktır. Bu, başka ülkelerde yapılıyor. Vergi indirimi yapıyorlar ve sinemacılar da filmlerini göstererek zarar etmiyorlar. Bu aslında kamunun sorumluluğudur.
Yeni türlere, farklı sinemalara ihtiyacımız var. Fakat biz tek tipleşiyoruz. Bütün lokantalarda aynı yemek yediğinizi, herkesin bir örnek giyindiğini sözgelimi, düşünün. Tek tipleşme iyi bir şey değildir.
Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde bu yıl Emek Ödülü’nü alıyorsunuz, bu ödülün sizin için anlamından söz etmek ister misiniz?
Anlamı olmaz olur mu, elbette var. O ödülü 1965’teki Sinematek ekibinin en genç üyesi olarak alıyorum. O dönem dostlarımın arasında yer alan Onat Kutlar’ı maalesef bir suikast sonucu kaybettik, diğer arkadaşlarım yaşları geldiği için aramızdan ayrıldılar. Bu eski dostluğun ve yaptığımız başarılı işlerin büsbütün tarih olması, bence haksız ve adaletsiz bir durumdu. Ve o nedenle yeni Sinematek projesini önerdim. Bana bu ödülü veren İKSV ise eski Sinematek’in torunu değilse de yeğeni olabilir. Çünkü Sinematek kaybolduktan sonra İKSV girişimiyle İstanbul Sinema Günleri başladı, Film Günleri İstanbul Film Festivali’ne evrildi ve bugün artık uluslararası bir film festivaline dönüştü. Dolayısıyla bu güzergâhın çıkış noktası itibariyle başlangıçta tuzumun bulunması nedeniyle bana bu ödülü verdiler. Emek Ödülü olmasının anlamı bence daha büyük, çünkü işinize emek veriyorsunuz. Tabii artık gençlere bırakma zamanımız geliyor ama önce yeni Sinematek inşaatının bitmesi ve mekânın açılması lazım.