Artık kutsal kitaplardakine benzer, mahşerî boyutlar kazanan, muazzam bir nüfus hareketine tanık olmaktayız...
04 Nisan 2019 09:00
Meksikalı yazar Valeria Luiselli, ilk defa İngilizce olarak yazdığı romanı Kayıp Çocuklar Arşivi’nde, bir yol hikâyesi anlatmış. Sonra da onu katmanlamış. Biraz fazla katmanlamış bence, farklı bir şey yapmak için risk alabilen bir yazar, ama arada çok lezzetli katmanlar çıkabiliyor okurun karşısına. Çağımızın en ciddi sorunu olan kitlesel göçler hakkında önce romansı, sonra destansı bir metin yaratmaya çalışmış. Bu ikilik kitabın en çarpıcı yanı.
Başta Meksika olmak üzere, Güney Amerika ülkelerinden ABD’ye yönelen göç söz konusu. Gerçi, göç kelimesi yetersiz kalıyor. Artık kutsal kitaplardakine benzer, mahşerî boyutlar kazanan, muazzam bir nüfus hareketine tanık olmaktayız. Luiselli’nin amacı, edebiyat alanında bu trajedinin hakkını vermek. Özellikle de yollarda hayatını kaybeden veya insan tüccarlarının eline düşen, istismar edilen ufak yaştaki çocukların kaderini belgelemek.
Önce sessiz başlayan, henüz sese dönüşmemiş, öylesine kocaman bir çığlık düşünün, sonra bu büyük acı çığlığının sese dönüştüğünü hayal edin, ağıt yankılarıyla daha da büyüdüğünü, bütün dünyayı sardığını varsayın. Kayıp Çocuklar Arşivi öyle bir roman olmak peşinde.
Yazar bu muazzam konuyu, önce gayet sükûnetle, küçük ölçekte ele almayı başarmışken ve bunu olaya uzaktan, dolaylı bakarak yapabilmişken, romanın sonlarına doğru olayın daha çok içine girmeye ve çocukların gözünden anlatmaya yönelmiş. Başta içine girdiğimiz kitaptan çok farklı bir kitap yazmaya başlıyor.
“Kurguyu yormak” diye bir şey var edebiyatta, yazar o tuzağa düşmüş. Sanki iki ayrı roman okuyoruz. İlk yarı mükemmel, ikinci yarıda yolunu kaybediyor yahut da, seçebileceği yollardan bence daha az iyi olanı seçiyor, anlatıcı değiştirmiş.
Romanın ilk yarısını dört kişilik bir ailenin annesi anlatırken, ikinci yarıda iki çocuktan daha büyük olanın, 10 yaşındaki erkek çocuğun bakış açısına geçiyoruz.
Bunu yaparak teoride romanın sonunu bir destan gibi bağlamaya çalışmış, ama pratikte bu bana büyük bir kazanç gibi görünmedi, hatta bir kayıp gibi gözüktü, çünkü dramatik olmaktan çok melodramatik bir tarza bürünüyor. Eminim, bu tekniği beğenecek okurlar da olacaktır. Luiselli’nin önceki iki romanını da basan Siren Yayınları, bu son romanın Türkçesini sonbaharda yayımlayacak.
Romanın birinci ve ikinci yarısı arasındaki dengesizlik beni rahatsız etti.
Romanda, hikâyenin içinde ikinci bir başka hikâye kullanma tekniği var. Bizim okumaya başladığımız romanın ilk anlatıcı kahramanı olan anne ve onun her şeye meraklı üvey oğlu, roman boyunca ara ara bu ikinci kitabı okuyorlar, bazen tek başlarına, bazen birlikte.
“Kayıp Çocuklar İçin Ağıtlar” adlı bir kitap bu, Ella Camposanto adında biri yazmış. Gerçekte ise ne böyle bir yazar ne de böyle bir kitap var. Valeria Luiselli uydurmuş bu kitabı. Göçmen çocukların tehlikeli yolculuğunu “ağıtlar” adı verilmiş bölümler hâlinde aktaran bir metin.
Bu uydurma metinde Luiselli, kendi ön plandaki romanından çok daha çarpıcı bir dil ve neredeyse sinemasal bir bakış kullanıyor. Bir grup göçmen çocuğun ABD’deki annelerine, babalarına, başka akrabalarına ulaşmak üzere yola çıkışlarını, “Canavar” adı verilen korkunç trenlerin tepesinde tünemiş hâlde, düşüp ölme tehlikesine rağmen tutunma çabalarını, sonra da bırakıldıkları çölde sınıra ulaşmak için yaşadıkları çileyi son derece etkileyici şekilde anlatıyor.
Daha katmanlar bitmedi. Bu uydurma metnin de ayrıca çok eski bir olaydan ve onunla ilgili gerçek bir başka metinden ilham almış olduğunu öğreniyoruz.
“Çocukların Haçlı Seferi” adlı bu novellayı, Belçikalı yazar Marcel Schwob, 1896’da kaleme almış. 1212 yılında cereyan eden gerçek bir olayı kurmaca olarak anlatıyor. Avrupa’nın dört bir köşesinden gelerek toplanan on binlerce çocuğun, Kudüs’ü Hristiyanlık adına ele geçirmek üzere giriştikleri umutsuz bir haçlı seferi bu. Hedefine ulaşmadığı gibi, felaketle sonuçlanmış, tek bir çocuk ya da genç bile geri dönmemiş o yolculuktan. Akdenizli korsanların eline düşüp köle olarak satılanlardan yolda hayatını kaybedenlere kadar korkunç bir hikâye.
Marcel Schwob’un kitabına Jorge Luis Borges önsöz yazdığı gibi, Rainer Maria Rilke’den de “Çok etkilendim. Ne büyük eser!” diye övgü almış.
Valeria Luiselli’nin bu metinlerarası katmanlama tekniği, bir yanıyla çok etkileyici göç yankıları ve başka zengin temalar yaratırken, diğer yanıyla bir aşamada okuru yormaya başlıyor. Dahası, yazdığı romanın kurgusu kendi yolundan çıkma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Sanırım, romanın başına ve ana konusuna dönmek en iyisi.
“Belgeselci” ve “Belgeleyici” arasındaki farkı öğreniyoruz, Luiselli’nin romanına başlar başlamaz. Ve bu tema da roman boyunca sürüp gidiyor.
Kahramanlarımız New York’ta dört yıldır evli olan bir çift, adları yok, “anne” ve “baba” olarak biliyoruz onları. İkisinin de önceki ilişkilerinden birer çocukları var. Adamın 10 yaşındaki oğlu, kadının beş yaşındaki kızı. Dördü, yeni bir aile olmaya çabalıyorlar.
Kadının ağzından anlatılan bu kısmı çok beğendim, yeni ve önemli bir yazarla tanıştığım duygusuyla okudum.
Kadın bir ses belgeselcisi. Adam bir ses belgeleyicisi.
Kadın, yani belgeselci, aynı zamanda radyo gazetecisi, bir konuya ilişkin konuşmaları, açıklamaları ve her türlü yan sesleri toplayıp gazeteci yaklaşımıyla bir hikâyeye dönüştürmeye çalışıyor, yani daha aşina olduğumuz, klasik anlamda belgesel yöntemini benimsemiş. Hatta giderek, göçmen çocuklarla ilgili her tür bilgiyi ve belgeyi en azından arşivlemek, unutturmamak gibi hummalı bir vicdan saplantısına kapılıyor.
“Belgeleyici” erkek ise çok daha izlenimci, çok daha uçucu ve biraz da uçuk şeylerin peşinde, örneğin insanların veya olayların geride bıraktığı izler, bir olayın cereyan ettiği yerde şimdi duyulabilen sesler sayesinde, sanki geçmişi yeniden yaratmaya, zamanları birbirine bağlamaya çalışan, daha güncel sanata yönelik bir gerçekliğin peşinde.
Kadının ve erkeğin sese yaklaşımındaki bu fark ve konu seçimleri, bize kişiliklerindeki farkı da yansıtıyor. Aralarındaki temel uyumsuzluğu ve ona rağmen yaşadıkları cazibeyi, başka herhangi bir yöntemden çok daha etkileyici şekilde duyumsatıyor.
Columbia Üniversitesi’nde katıldıkları bir seslendirme projesinde tanışıp evleniyorlar. Küçük apartmanlarında normal bir hayat kurma çabasındalar. Ama bu sıradan mutluluğu iki şey gelip bozuyor. Kadının ve erkeğin, ayrı ayrı ve dayanılmaz bir şekilde içine çekildikleri birer takıntıları var.
Kendisi de zaten Meksikalı göçmen olan kadın, bir başka göçmen arkadaşından, iki kızının ona ulaşmak üzere tehlikeli göç yolculuğuna çıktığını öğreniyor. Daha önce de göçmenler için New York mahkemelerinde çevirmenlik yaparken aşina olmaya başladığı bu çocuk göçü meselesi, giderek hayatının ana amacına dönüşüyor: Güneye, Teksas-Meksika sınırına gidecek, çocukların vardığı ve yakalanıp tekrar sınır dışı edildikleri noktaları bulacak, ses kaydı yapacak, çocukların göçüyle ilgili bazı gerçekleri belgeleyecek.
Adamın takıntısı ise büsbütün daha zor: Amerikan tarihinin en karanlık sayfalarına giriyor; beyazlara teslim olmuş son Apaçi Kızılderililerinin ve efsane reis Cochis’in izini kovalayacak, onların sürüldüğü ve sonunda gömüldükleri yeri görecek, sonra da özgür hayatlarının son günlerini geçirdikleri, beyazlarla savaştıkları ve nihayet teslim oldukları Arizona topraklarına giderek orada kalan “hayalet” sesleri bir araya getirecek.
Böylece gündelik yaşam, minik apartman dairesi, çocukların okulu, yeni bir aile olma çabası, hepsini bir yana bırakarak, dört kişilik bu tuhaf ekip, otomobille yollara düşüyor.
Buraya kadar her şey iyi. Anlatıcı kadının sesinden, ne kadar kırılgan bir durumda olduklarını ama tutkularından vazgeçemediklerini, çocuklara her şeye rağmen “normal” bir hayat verebilmek için nasıl çabaladıklarını ama çok farklı hedefleri olduğu için birbirlerinden nasıl uzaklaşmaya başladıklarını, çok yalın ve şiirsel bir dille öğreniyoruz, öğrendikçe bu insanların kırılganlıkları bizimkilerle örtüşüyor. Yetişkinlerin çelişkileriyle, çocukların bu zor duruma katlanmak için geliştirdikleri yaratıcılıkla, dördünün arasındaki zorlayıcı ama sevecen dayanışma çabasıyla empati kurmaya başlıyoruz. Yaşlarından çok daha ileride zekâya sahip olan iki çocuk çok güzel çizilmiş.
Klasik Amerikan yol hikâyesi, aile içi dinamiklerin gerilimi, hayaller ile gerçeklerin çatışması, kadının vericilikle bencillik arasında bocalayışı, çok tanıdık bir anlatının yepyeni bir ortamda ve orijinal bir dil yoluyla aktarılması, önemlice bir yapıt okuduğumuz izlenimini giderek güçlendiriyor.
“Anne” karakterinin yanına aldığı birçok kitaptan biri de, şu uydurma İtalyan yazar Camposanto’nun yazdığı “Kayıp Çocuklar İçin Ağıtlar.” Zamanla, üvey oğlu da, çok canlı hayal gücüyle, o kitaba merak sarmaya başlıyor.
Ormanları ve çölü trenle ve yürüyerek geçen başı boş binlerce çocuğun tehlike dolu macerası, bizim küçük ailenin de zaman zaman ufak tehlikelerle, bilinmezliklerle bocalayan yolculuğuna koşut olarak ilerliyor. Göçmen çocuklar arasından seçilmiş ufak bir grubun macerası anlatıldığı için, okur olarak onlarla da yakınlık kuruyoruz. Hikâyelerin birbirine koşut olarak örülmesi hoş bir gerilim ve merak uyandırıyor.
Ta ki bu koşutluk, “anne” ve “baba”nın birbirinden uzaklaştığını, bu yolun sonunda ayrılacaklarını sezen çocukların yoldan çıkmaya başlamalarıyla, koşutluktan çok daha tekinsiz bir şeye dönüşene kadar.
On yaşındaki oğlan çocuğu, kayıp çocukların hikâyesinden o kadar etkileniyor ki, küçük kız kardeşiyle birlikte bir “kaçış” senaryosu planlıyor. İkisi kaçıp “kaybolacaklar” ama Anne ve Baba sonunda onları bulacak. Böyle bir macera yaşamak geliyor aklına. Anlıyoruz ki, bilinçaltında asıl mesele, Anne ile Baba’nın ayrılmasını engellemek. Çocuk aklıyla kurulan tehlikeli bir oyun başlıyor.
Oyun gerçeğe dönüşüyor tabii ve iki çocuk kayboluyorlar. Ama tıpkı Hansel ve Gretel masalında olduğu gibi, akıllı oğlan çocuk, geride bazı izler ve işaretler bırakıyor. Nereye gittiklerine dair ipuçları var.
Baba’nın Kızılderililerin izini sürmesi için yolun sonunda varmayı hedefledikleri Arizona çölündeki dağlarda, “Yankı Vadisi” denilen bölge zaten aile sohbetlerinde efsane bir mekâna dönüşmüştü, şimdi çocuk akıllarıyla orada sahiden buluşacaklarını düşünüyorlar.
Burada bir metinlerarası katman daha giriyor işin içine. Anne ve Baba, yolculuk sırasında, çocukları oyalamak için, radyodan sesli kitap kayıtları arayıp buluyorlar. Sonunda dinledikleri roman, William Golding’in ünlü klasiği Sineklerin Tanrısı. Yani, ebeveyn kontrolü dışında, kendi başlarına bırakıldıklarında çocukların yaşadığı kural dışı, vahşi hayatta kalma mücadelesi.
Bir başka metin de, Cormac McCarthy’nin ürkütücü bilimkurgu anlatısı, kayıp bir baba-oğul ikilisini anlatan Yolda adlı romanı. Bu romanın ilk cümlesi ne zaman radyoda belirse, Anne hemen kanal değiştiriyor, çocukların dinlemesi için fazla ağır buluyor bu metni. Sineklerin Tanrısı’ndan da çok memnun değil, ama sonunda uygun metin aramaktan yoruluyor. Çocuklar da bir aşamada gerçeklikle yüzleşmeli ne de olsa, tarzında bir sessiz mesajlaşma geçiyor Baba ile arasında.
Bu metinlerarası saplantı da, Luiselli’nin romanında çok güzel bir motif çizgisi olarak başlamışken, giderek çığırından çıkıyor bence.
Romanın başında, roman henüz ilk kanalda ilerlerken, Anne karakteri zaten okuduğu birçok kitapla, farklı metinlerle zihinsel yakınlık kuruyordu, yaşadığı deneyimleri bu metinler yoluyla anlamlandırmaya çalışıyordu ve bu da onu ilginç bir kahramana dönüştürüyordu benim gözümde.
Başta Susan Sontag ve Virginia Woolf olmak üzere birçok yazarla, müzisyen ve sinemacı Laurie Anderson ve fotoğrafçı Sally Mann gibi sanatçıların dünyasıyla kurduğu ilişki sayesinde, bağımsız ve güçlü bir kadın olma mücadelesi, evliliğinin çözülüyor oluşuyla ilgili duyguları, çocuklarla ve kocasıyla yaratmaya çalıştığı sahici yakınlık, kayıp çocuklara ilişkin acılı saplantısı, kimliğinin derinlerinde yaptığı sorgulama, bu kadını unutulmaz roman kahramanlarından birine dönüştürmek üzereydi, benim okumam böyle ilerliyordu en azından.
Fakat sonra gelen metinlerarası katmanlar, basitleşmeye ve kurulaşmaya başladı. Kocasının arşiv kutusundan okumak için ödünç aldığı metinler, T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’si, Ezra Pound’un Canto şiirleri, koca/Baba karakterini betimlemek açısından fazla klişe ve karikatürleştirici göründü. Çocuklara yüklenen metinler ve şarkılar, fazla kalabalık gelmeye, zorlayıcı hissetmeye başladı.
Dahası, Baba’nın Kızılderililerle ilgili saplantısı ve genel olarak karakterin diğerlerine kıyasla çok zayıf kalması, romanın dengesini iyice zorlar hâle geldi. Amerika Birleşik Devletleri’nin günümüzde yaşadığı her sorun için Meksikalıları ve Latin göçmenleri günah keçisi göstermesiyle, geçmişte Kızılderililerin günah keçisi yapılarak soykırıma uğraması arasındaki koşutluk da zaten daha en baştan, biraz inandırıcı olmaktan uzak gibiydi.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, anlatıcı bakış açısı, oğlan çocuğuna geçince, bana ilginç gelmeye başlayan bu güçlü kadın kahramanın gelişimi de sekteye uğradı. Okur olarak beni en çok düş kırıklığına uğratan buydu.
Kendi çocuklarının güvenliğiyle ilgili endişe duyan “Anne” karakteri, arkadaşının çocuklarına ve bütün göçmen çocuklara duyduğu empati yoluyla, biz okurları zaten o ağır dramın tanıkları yapmayı başarıyordu bence. Bir kimliğin inşası ve bir atmosferin kuruluşu söz konusuydu romanın dinamiğinde.
O gelişimi sonuna kadar izlemek ve tamamlamak yerine, Luiselli’nin seçtiği yol, yani aniden çocukların dünyasına girmek ve çocuk göçünün dehşetini okura, güya içeriden, daha da fazla duyumsatmak kararı, romanı ortadan bölüyor.
Janrı âdeta yeniden icat etmiş diyebileceğimiz kadar güçlü ve gerçekçi bir yol romanından, masal ve destan arası bir boyuta, ikinci bir romana geçiyoruz. Bazı açılardan daha bile güçlü, ama bambaşka bir roman okumaya başlıyoruz.
Luiselli bununla da yetinmeyip bizim “sahici” kayıp ikilimizle, öbür “kurmaca” göçmen çocukların yollarını kesiştirince, benim açımdan inandırıcılık dozu tamamen yok oldu. Fakat Luiselli de zaten inandırıcılığa fazla önem vermeyen, hatta mahsus sarsmayı seven bir yazar, buna daha sonra değineceğim.
Bizim macera yapıp kaybolan, Kayıp Çocuklar Arşivi romanındaki çocuklarımız ile, roman içindeki roman, yani uydurma anlatı “Kayıp Çocuklar için Ağıtlar” kitabındaki, ABD’ye ulaşmaya çalışan göçmen çocukların yolları kitabın sonunda çakışıyor, çölde karşılaşıyorlar. Kısa bir süre için tanışıp, neredeyse “ekip” hâline geliyorlar.
Bizim gerçekteki iki kayıp kardeş çocuğumuz, daha çok da akıllı oğlan çocuğumuz büyük olasılıkla empati kurup hayal güçlerinde bunu yaşatıyorlar, ama göçmen çocuklarla sahiden de yolda rastlaşmış olabilirlerdi, bunun çok da bir önemi kalmıyor sonuçta, çünkü olay tamamen fantastik bir kurguya dönüşüyor.
Olumlu bir yorumla noktalayacak olursak, Baba’nın geçmişe, Anne’nin şimdiye takılmaları karşısında, “geleceği” kurmak çocuklara kalıyor diyebiliriz. Hâlbuki onların kırılganlığı, geleceğin kırılganlığıyla eşdeğer. Romanı bu açıdan okursak, bayağı karanlık bir tablo çıkıyor ortaya. Bu yol romanı boyunca gördüğümüz çöküntü içindeki Amerika, bir ulusun bütünlüğüyle bir ailenin bütünlüğü arasındaki koşutluk ve nihayet göçmen çocukların her adımda karşılaştıkları acımasız muamele, bunun yarattığı büyük vicdan yarası, giderek politik ve ideolojik çıkmaz, benim açımdan tek bir romana çok fazla açıdan yüklenmek anlamına geliyor.
Luiselli’nin romanıyla ilgili eleştiri/yorum yazanlardan biri (Kristen Millares Young) “Kurgu o kadar önemli mi, yazarın derinlemesine düşünceleri bu denli hayatî titreşimler yaratıyorsa” diye sormuş.
Benim bu soruya cevabım, evet, kurgu önemli. Nedeni de gayet basit. Luiselli çok büyük bir dünya meselesinin romanını yutmasına izin vermeden, o meseleye çok güzel bakabilen bir kurgu yakalamışken ve önemli bir roman kahramanı yaratma şansı bulmuşken, hem o şansı elden bırakmış hem de o büyük meselenin romanını yutmasına izin vermiş.
Buna karşın, çocukların çölde kayboluşlarını, bir ara birbirlerini de kaybedişlerini ve tekrar birbirlerine kavuşmalarını, sıcaktan ve açlıktan etkilenmiş zihinleriyle halüsinasyon benzeri görüntüler arasında dolaşmalarını, son derece etkileyici, lirik ve neredeyse şiirsel bir dille anlatıyor. Ama bu anlatı bence kendi başına bir başka çalışma da olabilirdi.
Zaten Luiselli, aynı konuyu daha önce de yazmış, hem de belgesel bir günce tarzında. 2014 yılında yayımlanan Bana Nasıl Bittiğini Anlat: Kırk Soruda Bir Deneme (Tell Me How It Ends: An Essay in Forty Questions) adlı bu yol kitabı, kendisinin New York’ta göçmen sığınmacılara çevirmenlik yaptığı günleri ve Amerika’da oturma izni almayı beklerken kendi ailesiyle yaptığı benzer bir yolculuğu anlattığı bir çalışma. Ben henüz okumadım, hakkında yazılanlardan o kitabın da epey övgü topladığı anlaşılıyor.
Sonuçta, bir konuyu hangi açıdan belgelemenin doğru olduğu, anlatmanın ne kadar etkili olduğu gibi metin dışı felsefî sorulara da yer vermeyi önemseyen bir yazar Luiselli. Önce belgesel, sonra roman şeklinde yazdığı bu göçmen çocuklar konusunun bir türlü hakkını veremediğini hisseden bir yanı var sanki.
Romandaki “Anne” anlatıcı, bir yerde bunu düşünürken belki de yazarın düşüncelerini yansıtıyor:
“Hikâyeler ne bir şeyi tamir eder ne de kimseyi kurtarır. Ama hikâyeler belki dünyayı daha karmaşık ve daha dayanılabilir kılarlar. Bazen de, ama sadece bazen, dünyayı daha güzelleştirdikleri söylenebilir.”
Valeria Luiselli, oyun seven bir yazar. Kimi postmodern, kimi daha yaratıcı, birçok metin kırma, anahtar değiştirme, metin katmanlama oyunu oynuyor okurla, çeşitli teknikler deniyor. Bazen de metnin tamamen dışına çıkmayı seviyor, kurmacanın okurla yazar arasındaki “inandırıcılık” sözleşmesini bilerek isteyerek ihlal etmekten hoşlanıyor, okura göz kırpıyor.
Örneğin, çağdaş sanatı çağrıştıran şekilde “yerleştirmeler” yahut “görseller” koymayı seviyor metinlerine. Kayıp Çocuklar Arşivi’nin sonunda, polaroid fotoğraflarla karşılaşıyoruz ve bunların romanın içinde çekilen fotoğraflar olduğunu anlıyoruz. Oğlan çocuğunun doğum gününde hediye aldığı kamerayla yolculuk boyunca çektiği fotoğraflar. Gerçekte ise büyük olasılıkla Luiselli’nin kendi gerçek yol macerası sırasında çektiği görüntüler.
Romanın içinde de Anne ile Baba’nın yanlarına aldıkları, belgeleme çalışmalarında kullanacakları kitapları, notları, bütün malzemeyi sıralayan içerik listeleriyle karşılaşıyoruz. Böylece yazarın kitapta kullandığı bütün alıntıların ve göndermelerin birer dipnot gibi referansları dökülüyor önümüze.
Luiselli’nin epey ses getiren ikinci romanı Dişlerimin Hikâyesi de romanda adı geçen yerlere ait fotoğraflarla sona eriyor, birçok tanınmış yazardan alıntılar da bunlara eşlik ediyor.
Çok katmanlı, çok anlatıcılı romanın içerisinde de birçok yazara gönderme var. Çünkü romanın sahtekâr kahramanı, ünlü yazarlara ait olduğu yalanıyla kendi eski dişlerini müzayedelerde satışa çıkartıyor. (Aralarında gene Virginia Woolf var.) Sağlıklı bir ağıza kavuşmaya çalışan komik bir zavallı. Sadece eğitimine para ödediği ama başka her açıdan ihmal ettiği oğlunun ondan intikam alışının hikâyesini okuyoruz bir yandan.
En sonda, romanı İngilizceye çeviren Christina MacSweeney’nin hazırladığı bir zaman, mekân, isimler, hayatlar ve fikirler fihristi yer alıyor. Bu kadar şaşırtıcılık yetmiyormuş gibi, ardından yazarın “sonsözü” geliyor: “Bazı Kitaplarımı Nasıl Yazdım” başlığıyla.
Böylece öğreniyoruz ki, Meksika’da bir meyve suyu üreticisi firması olan Jumex’e ait sanat galerisinde düzenlenen bir serginin katalogu için yazarımızdan bir kurmaca metin sipariş edilmesiyle başlamış bütün macera.
Luiselli, tefrika olarak yazdığı bölümleri, Jumex işçilerine gönderip, onlardan gelen tepkileri ve hikâyeleri de içine katarak tamamlamış romanı. Katılımcı, kolektif bir kolaj kısacası.
Okura romanın çizgisel anlatı doğrultusundan gerçek hayata çıkış pencereleri açan, üç boyutlu, mekânsal ve geçirgen bir şeye dönüşüyor metin. Arjantinli yazar Alan Pauls’dan alıntıladığı bir görüşü, “kurmacanın bir rastlaşmalar ve ayrışmalar haritası” olduğu görüşünü Luiselli kendisine düstur edinmiş âdeta.
İlk romanı Kalabalıkta Yüzler de benzer bir oyunla kurgulanmış. Mutsuz bir evlilikte hapis kalan tek çocuk annesi kadın kahraman, yıllar önce New York’ta çevirmen olarak çalıştığı gümleri hatırlıyor, o günlere dair bir roman yazmaya başlıyor ve o vakit şiirlerini çevirdiği az tanınmış Meksikalı şairin hayaleti, paralel bir evreni de beraberinde getirerek karakter olarak romanın içine giriyor.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Luiselli çağdaş romanı alışılmış bütün kalıpların rahatlıkla kırılabildiği ve dışına çıkıldığı, yenilik peşinde çeşitli deneylerin yapıldığı, kuralsız, serbest bir oyun alanı olarak gören yazarlar kafilesinin bir üyesi– benzer diğer isimler arasında Ben Lerner, Ali Smith ve Rachel Cusk sayılabilir.
Luiselli gecikmiş bir postmodernizme mi, büyülü gerçekçiliğe mi, fantastik janra mı yoksa deneyselliğe mi daha yakın, henüz belli değil, galiba bunların hepsini karıştırmayı seviyor.
Valeria Luiselli böylece ilgiyle izleyeceğim yazarlar arasına girdi. Son romanı bana göç hakkında ne öğretti, neler düşündürttü diye bakınca, dokunmaya çalıştığı geniş zihinsel ölçeği önemli buldum.
Üniversitede kıyaslamalı edebiyatın yanı sıra felsefe okumuş bir yazar olduğunu öğrenince, bu bakış daha da bir yerine oturdu, çünkü Luiselli romanlarını yer yer deneme yazar gibi kurmaktan çekinmeyen bir romancı.
Kayıp Çocuklar Arşivi’nde, 13'üncü yüzyıldaki çocukların haçlı seferine gönderme yapması, ilginç bir metafor.
Şu anda Latin Amerika’dan koparak ABD’ye yönelmiş olan büyük göç yürüyüşü, gerçekten de bir haçlı seferi niteliğinde. Bunu din anlamında kastetmiyorum. Burada göçmenler bir hak arama girişiminde. Ama bu hakkın elde edilişi, neredeyse bir zamanlar Kudüs’ü ele geçirmek kadar kutsal. ABD’de daha iyi bir hayat şansını denemeye hakları olduğuna inanıyorlar.
Günümüz mülksüzleri için, zengin ülkeler “Kudüs” oldu. Bu hak arayışını da bütün dünyanın gözleri önünde, insanlık karşısında bir protesto olarak ve meşru, hatta kutsal bir hak arayışı olarak sergiliyorlar.
Gerçekten de bu– tıpkı 1212’deki çocukların yürüyüşü gibi- dünya tarihinde yapılmış belki de en büyük protesto gösterilerinden ve kitle hareketlerinden biri.
Sanki ABD’yi fethetmeye, karşılarına engel olarak dikilen duvarlara kendilerini fırlatmaya, dikenli tellere takılmaya, çaresizliklerini son bir çare gibi dehşetli bir gösteriye, acı bir performansa dönüştürmeye çabalıyorlar.
Fethetmek istedikleri sadece bir ülke değil, bir ilke. Hepimizin daha insanca yaşama, mutluluktan veya refahtan görece bir pay alma hakkımız olduğu ilkesi. Politikadan çok daha büyük ölçekte bir insanî eşitlik ilkesi, hatta bir eşitlik iddiası, biraz şiddet dolu, isyan gibi bir eşitlik talebi söz konusu.
Bugün hem ülkelerin içinde hem ülkeler arasında hüküm süren gerçekten vahşi ve derin eşitsizliği düşünürsek, iklim koşullarının giderek kötüleştiğini, iç savaşların sürdüğünü düşünürsek, böyle kitlesel göç dalgalarının ve isyanların daha da büyüyerek devam edeceğini görebiliyoruz.
Bir göç çağı bu. Çok sevdiğim tarihçi Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, bir “Aşırılıklar çağı.” Hatta ben daha da ileri giderek buna bir “İhlal çağı” diyorum, belki “Tecavüz çağı” da diyebilirdik. İnsan haklarının ihlal edildiği, insan haysiyetinin ayaklar altına alındığı, fakat daha da fenası “kabul edilemezlik” diye çerçevelediğimiz bazı temel davranış ilkelerinin de çiğnendiği, hiçe sayıldığı, her tür insaniyet ve akıl sınırına tecavüz edildiği, bayağı vahşi bir çağdayız.
İnternette günümüzün otoriter veya “akıl-ötesi” liderleri hakkında paylaşılan binlerce karikatür arasında, bir tanesi beni acı acı gülümsetmişti, hatırlıyorum.
Donald Trump, Çin’i ziyaret ederken, Çin Seddi’ni gezdiği sırada, Xi Jinping’e dönüp, “Sizde de mi Meksikalılar var” diye soruyor.
Bin yıl önce Han hanedanı istilayı o duvarla nasıl önleyemediyse, Trump’ın Meksika sınırındaki duvarı da bu göçleri önleyemeyecek.
Lusielli’nin romanından bir şeyi iyice anlıyoruz: Daha önce kendini ABD’ye atmayı ve biraz tutunmayı başarmış anneler ve babalar, eğer çocuklarını yanlarına almak uğruna, onları böylesine büyük tehlikeye atmayı göze alıyorlarsa, geride kalan ülkelerindeki çaresizliğin boyutu büsbütün çıkıyor ortaya.
Türkiye’nin Ege kıyılarına vuran Suriyeli veya Kuzey Afrikalı çocuk cesetlerinin yanında, Meksika-ABD sınırında veya yolda, çöllerde ölen yahut kaybolan çocukların sayısı baş döndürücü.
Luiselli gibi başka birçok yazar ve gazeteci, bu çocukların çilesini bizim gözümüzde somutlaştırmaya çabalarken, aslında sadece onları değil, biz edilgen haber tüketicilerini de insanlaştırmaya çalışıyorlar. Çünkü dünyamızın ayrıca bir vicdansızlık krizine, bir vicdan körelmesi hâline girdiği kesin.
Biz, kaybedecek bir şeyleri olanlar, kendi dar çerçevemize sımsıkı sarılıp başka herkesi dışlamaya çalışırken, bir nevi kafamızı kuma sokarken, kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar böyle artan dalgalar hâlinde üzerimize gelmeye devam edecekler, bunun önlenmesi mümkün değil…
Sonunda hep birlikte içinde boğulacağımız bir çıkmazı inatla sürdürmektense, hep birlikte bir çare üretmeye neden gönül indiremiyoruz, bunu da anlamak zor. Sadece korkuyla açıklanamayacak bir şey bu; sonu gelmiş hayvanların bulundukları yere çukur kazma güdüsüyle davrandığımız düşüncesine kapılıyorum bazen.
O zaman da, Luiselli’nin ve diğer bazı yeni yazarların, sadece göç ve benzeri büyük olayları anlatarak değil, asıl roman türünü böylesine sarsarak ve eski kurallarını ihlal ederek bir protesto eylemine mi giriştikleri, hatta, daha doğrusu, bireyleri de aşan bir boyutta, acaba edebiyatın ve genel olarak kültürün âdeta kendi bünyesinde otomatik olarak böyle bir anormal tepki mi vermeye başladığı ve alyuvar üretir gibi direniş mi ürettiği sorusu geliyor aklıma.