İstanbul giderek James Baldwin’in kaçış yerine dönüştü. “İstanbul’da özgür hissediyorum” demişti Türkiyeli yazar arkadaşı Yaşar Kemal’e...
19 Ekim 2017 14:20
James Baldwin'in İstanbul'u, ilk olarak 10 Ağustos 2017'de Public Books'ta yayınlandı. Bu yayın, Ellis Avery tarafından oluşturulup Abigail Struhl tarafından düzenlenen kent gözlem serisi Public Streets’in en son bölümüdür.
James Baldwin Avrupa’ya iniş yaptığında, dinlenecek bir yer ararken, bir arkadaşına “Bebeğim, meteliksizim, hastayım. Yardımına ihtiyacım var” demişti. Bu kez seçtiği Avrupa kenti Paris değildi. İstanbul’du.
Birçok insan James Baldwin’in Amerika’daki insan hakları hareketinin en dinamik ve vahşi yılları 1960’lar boyunca aralıklarla Türkiye’de yaşadığını duyunca şaşıracaktır. Baldwin siyah Amerikalıların mücadelesinin en önemli edebî ve ahlakî tanıklarından biriydi. I. Dünya Savaşı’ndan neredeyse yıkılmış olarak çıkan Türkiye, yüzyılın ortasına doğru seküler ancak yine de İslamcı, karışık bir kimliğe sahip, yoksul, genç ve acemi bir cumhuriyetti. Baldwin’in esas meşgaleleriyle ya da Amerika’yla ilgisi olmayan bir yer gibi görünüyordu.
İstanbul giderek Baldwin’in kaçış yerine dönüştü. “İstanbul’da özgür hissediyorum” demişti Türkiyeli yazar arkadaşı Yaşar Kemal’e. “Amerikalı olduğun için” diye cevaplamıştı Kemal. Baldwin bu şehri seviyordu. Sahafların, kapalı çarşının etrafındaki sokaklar boyunca dizilmiş ikinci el kitap satıcılarının, masalara gelişigüzel yığılmış tozlu eşyaların içinde gezip dolaşırdı. Yeni Cami’nin yanında, ince belli bardaklardan çay içerek, tavla oynayarak, Haliç’in kirli sularında ilerleyen balıkçı kayıklarını izleyerek otururdu. O zamanlarda da şimdilerde olduğu gibi, bağıra çağıra kavun ya da soğan yüklü arabalarını iten seyyar satıcılar, rutubetli kapı ağızlarında bekleyen fahişe ve pezevenkler, rakıyla sarhoş olmuş, sokaklarda nara atan erkek grupları… Türklerin el ele tutuşma geleneği Baldwin’in hoşuna giderdi, erkekler bile açıkça sevgilerini gösterebiliyorlardı! İstanbul’da eşcinsel olmak Amerika’dakinden daha kolaydı, siyahî olmak da öyle.
Baldwin’in arkadaşları onu eski Pera’da, Asmalımescit Sokağı’ndaki yüzyıl sonu mimarîsinin hâlâ Konstantinopolis hissi verdiği, en iyi meyhanelere ya da tavernalara götürürlerdi. Bir zamanlar göz kamaştıran Art Nouveau binaları çürümüş; kayıp imparatorluğun ve şehirden kaçmak zorunda bırakılan binlerce Yahudi, Ermeni ve Rumun hatıralarıyla kurum içindeydi. Türkiye o zamanlar güzel ancak mutsuz, karanlık bir yerdi; muhteşem geçmişinin döküntüleri Pera’nın birçok kentsel alanının diplerinde birikmişti. Baldwin bu imparatorluk sonrası atmosferi ve onun Türkler üzerindeki etkisini zorlayıcı bulmuş olmalı. İmparatorluğun kayboluşunun ruhun devrimi olduğuna inanıyordu.
Baldwin’in ayakları onu çoğunlukla o zamanlar adı Robert Koleji olan Boğaziçi Üniversitesi’ni çevreleyen arazinin kuzeyine götürürdü. Kampüs, kumlu İstanbul’un aksine gür bitkilerle kaplı, sessiz ve yeşildi; yılankavi kıvrılan Boğaz’a nazır, el değmemiş bir vahaydı. Princeton’ın gotik binaları gibi gri taşlı, Batılı giyimli parlak gözlü çocuklarıyla, başıboş, besili kedilerin yavrularının kol gezdiği engin çim avlularıyla müreffeh Amerikan üniversitelerinin havasını taşıyordu. Okul, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde Amerikan Protestan misyonerlerince kurulmuştu. 1960’lara kadar çok sayıda Amerikalı buraya yeni ve biraz daha az kutsal bir görevin parçası olarak gelirdi: Soğuk Savaş.
Baldwin, önceleri Osmanlı aydın ve devlet adamı Ahmet Vefik Paşa’ya ait bir sahil konağı olan kırmızı ahşap bir yalının yakınında yaşardı. Ayrıca Boğaz’da Fatih Sultan Mehmet’in Bizanslılara karşı saldırısını başlattığı yer olan 15'inci yüzyıl taş kalesi Rumeli Hisarı’na yakın bir yerde bulunan başka bir çokkatlı evde de vakit geçirirdi. Bu evlerde Baldwin bütün gece süren partiler düzenlemiş, konuşmalar yapmıştı; Marlon Brando, Alex Haley, Beauford Delaney’yi ağırlamıştı. Biyografi yazarı David Leeming’e göre Baldwin’in gece salonlarının katılımcıları ayrıca “Robert Koleji öğrencileri, genç Amerikalı öğretmenler, Jimmy’nin Yunan- Türk genç aşkı, Türk oyuncu ve yazarlar” kadar Birleşik Devletler İstihbarat Ajansı’ndan ajan olup olmadıkları belirsiz Amerikalardan da müteşekkildi. O günlerden bir fotoğrafta Baldwin gün içinde rengi saatten saate parlak maviden kurşuni griye dönebilen Boğaz’a nazır bir pencerenin önündeki masasında oturmaktadır. O pencereden Baldwin ABD Donanması gemilerinin boğazı geçişini izlerdi. “Amerikan güçleri her yerde peşinizdedir” diye düşünmüştü.
Birkaç ay önce, Baldwin’in arkadaşlarından, 50 yıldır İstanbul’da yaşayıp Robert Koleji’nde ders veren Amerikalı yazar John Freely vefat etti. Kampüste bir anma etkinliği düzenlendi, anmaya Baldwin’in 1960’lar ekibinden birçok Amerikalı ve Türk katıldı. Orada Baldwin’in Türk siyasetiyle ilgilenmediğini, Türkçe öğrenmediğini söyleyen karizmatik, yaşlı bir kadınla tanıştım. Onu tüketenin Amerika olduğunu söyledi. Baldwin, Boğaz’daki tüneğinden, Birleşik Devletler’in içerideki çözümsüz ırk travmalarını dünyanın geri kalanına emperyal hırslarla dayattığını görmüştü. Kimse Amerika’dan kaçamazdı. Baldwin eve dönmüştü.
1960’ların İstanbul kalabalığının son üyelerine şöyle bir baktığımda, onları ve kampüsü bir zaman kapsülüne benzetiyorum. İstanbul şimdilerde göz alabildiğine genişliyor. Geriye çok az yeşil alan kalıyor. İstanbul, 15 milyon insanın ahenksiz, küresel metropolisine dönüştü. Savaş, terörizm ve göç, kırılgan düzen anlayışını alaşağı etmekle tehdit ediyor. Ancak kule gibi yükselen, esirgeyici köknar ağaçları, kıymetli dinginliği, siyah Amerikalı bir peygamberi muhabbetle hatırlayan insanları ile Robert Koleji, ülkenin Doğu ve Batı tarafından yalnız bırakıldığı, dileyen herkesin gidip yaşayacağı ve özgür hissedeceği bir yer olduğu zamanları hatırlatan bir sığınak hissi veriyor.